Söyleşi: Nursel Köse

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Söyleşi: Melek Kentmen

Malatya’da dünyaya gelen Nursel Köse, 17 yaşındayken Almanya’ya gitti. Yönetmen ve oyuncu olarak Alman tiyatrolarında sahne alırken, mimarlık alanında eğitim almaya devam etti. Ve uzun bir süre kariyerine bu şekilde yön verdi. Devamını ise kendisinden dinleyelim.

Kendinizden bahseder misiniz?

Hayatımı yazsam roman olur deyip yola çıkarak ilk kitabım “Soytarı Özgürlüğü’nü” yazmıştım. Çünkü kendinden bahsetmek biraz zordur ya zaman yetmez, ilk etapta oyuncuyum tabii ki. Almanya’da mimarlık okudum, ama oyunculuğu bunun paralelinde devamlı yaptım. Özellikle öğrencilik yıllarımda… Direkt sahneden geliyorum, sinemayla çok geç buluştum. 1992 yılında Almanya’da ilk “Yabancı Kadınlar Kabare Gurubu’nu” kurdum. Altı yabancı uyruklu kadından oluşuyordu bu grup. On beş yıla yakın bir zaman bütün Almanya’yı ve Almanca konuşulan bütün ülkeleri dolaştık. Bu grupla biraz yabancı düşmanlığından dem vurmak istedik. Yabancı kadına Almanya’da hangi şablonlarla bakılıyor? Müslüman kadın onlar için nedir? Çünkü bu benim çok sık karşılaştığım bir durumdu. Bu önyargılardan dolayı “Burada söylenmesi gereken bir şey var” deyip kendimi sahneye attım. Oyunların büyük bir kısmını yazdım ve yönettim. Böyle bir kabareyle hem kendimize hem onlara yıllarca ayna tuttuk. Benim için çok da keyifli bir durumdu. Bir ülkede göçmen olarak yaşamak çok zor. Ben öğrenci olarak gittim, ama fark etmez, göçmensin. Sonrasında çocuk tiyatroları yaptık. Neredeyse öğrenimimin tamamını öğrenciler ve özellikle kadınlarla tiyatro yaparak geçirdim. Hem okudum hem para kazandım ve bu işin çok tatlı olduğunu gördüm. Bizim önümüzde rol modeller yoktu. Tiyatro, sinema bu kadar gelişmemişti. 80’lerden, 90’lardan bahsediyorum. Ve Almanya’ya giden ilk nesil tamamen dilsiz bir nesildi. Almancayı konuşamayan, gettolarda yaşayan, kaybolmuş, daha doğrusu hiçbir zaman kendi ihtiyaçlarını dile getirmeyi becerememiş bir toplumdu Türkler. O anlamda bir sürü söylenmesi gereken şey vardı. Bir ülkede bir şeyleri değiştirmek istiyorsan ya siyaset ya da sanat yapacaksın. Ben sanatı tercih ettim. Çünkü kalplere giden yolun gülmekten ve güldürmekten geçtiğine inanıyorum. Tiyatro ile ilgim alâkam hiç bitmedi. Sonrasında da ara ara film teklifleri gelmeye başladı. Fakat sinema, tiyatro gibi birebir, can cana, kan kana olmadığından pek sevemedim, ama sonrasında sinema hayatımda daha çok yer kazandı.

Almanya’da tiyatro yapan bir kadın olarak, Türkiye ile arasında nasıl farklılıklar var?

80 ve 90’lı yıllar kabarenin Türkiye’de de yıldız olduğu dönemlerdi. Esasında kabare politik bir sanat türüdür. Almanlarda da çok yerleşik bir kabare sistemi, her şehrin kendine has küçük bir sahnesi var. Güldürü formunda olan kabarede kraliyet disiplini vardır ya, benim de zaman içinde en sevdiğim şekil oldu. Kalıpların içerisinde sıkışmayı sevmediğimden kabare ben de yerini buldu. Gençlerde yeni yeni stand-up çalışmaları var, görüyorum, ama bu konuda da erkekler gene ön planda. Meddahlar da erkekti. Türkiye’de hiçbir zaman bir meddah kavuğu kadına verilmedi. Çünkü güldürü onların tekelinde olan bir şey. Kadının güldürü, mizah üzerinden sahneye çıkması çok alışılmış bir şey değil.

Bu arada son kitabınız olan 5. Kan’dan bahsetmek istiyorum. Üçüncü kitabınız yanılmıyorsam?

Evet 5. Kan üçüncü kitabım, ama ilk romanım. Ondan önce “Sevdaya İnat” adında bir şiir kitabı çıkardım. Türkçe yazmıştım, ama Almanca bastırdım. Biliyorsunuz şiir gönül işidir. Ruhu doyuran bir şey olduğundan ikinci şiir kitabımı yazdım fakat hiçbir yayınevi basmıyor. O yüzden kenarda duran bir manuscript var elimde… İlk kitabım ise “Soytarı Özgürlüğü…” Bu kitabımda da kendi üzerimden komedi oyunculuğunu anlattım. Aslında biraz biyografi gibi diyebilirim. Hep “İçinizdeki çocuğu keşfedin” deriz ya, ben de diyorum ki; komedi oyuncusu içindeki çocuğu değil, içindeki soytarıyı keşfetmek zorunda… Ve bu soytarıyı keşfetmemizin yolunu gösteren bir bilgi kitabı diyebilirim. Eşimle çok seyahat ediyoruz, pandemiden önce gittiğimiz her yerde bir hikâye buluyorduk. Bu son kitabım 5. Kan’ın bir yanını oluşturdu. Diğer yanı ise kan gurubuna göre doğru beslenmeyi konu alıyor. Yani bu iki bölümü birleştirdik. Ve ortaya polisiye bir roman çıktı. Kan gurubuna göre beslenme üzerine on, on beş yıldır araştırmalar yapıyorum. Kadınlar hep diyet yapmak zorundadır ya, bu sebepten dolayı böyle bir çalışmaya girdim. Ben de mümkün olduğu kadar kan gurubuma göre beslenmeye gayret ediyorum. Tabii ki bilimsel bir kitap yazmadım, yazamam da, ama buna bir polisiye, macera romanının içerisinde yer vererek herkes için tatlı, heyecanlı bir hale getirmek istedim. Ayrıca polisiye kitapları da çok severek okuduğum türlerdir. 5. Kan bu şekilde oluştu. Bir de şunu söylemek istiyorum, kitap ilk etapta beslenmeyle ilgili gibi gözükse de aslında macera romanı. Bir 5. Kan bulunuyor ve ölümsüzlük demeyelim de, bize uzun ve sağlıklı bir yaşam sürmenin mümkün olduğunu söylüyor.

Geri dönüşler nasıl?

Çok güzel ama maalesef o kadar kitap okunmuyor. Tabii bestseller olmadı ama arzu ettiğimiz gibi gidiyor. Ben yazdım ve evrene yolladım.

Bilim kurgu diyebilir miyiz?

Belki ama artık bunlar kurgu değil. Çünkü kan üzerine çok fazla çalışma yapılıyor.

Başka bir kitap için hazırlıklar var mı?

Evet, bu kitabı üçleme yapmayı hayal ediyorum. Çünkü Max ve Saniye’nin çok güzel maceraları olacak.

Var mı yeni projeleriniz? Sinema, dizi vs…

Biliyorsunuz artık yazlık ve kışlık dizi dönemi kalktı. Hayatımıza dijital medya girdi. Aslında her anlamda olumlu bir durum bu, bir taraftan ana akım medyayla rekabet, öbür taraftan biz oyunculara başka kapılar açıyor. Dijitalde göründüğümüz zaman hiçbirimiz dünya starı olmuyoruz tabii ki, ama dünyada da görünür olmanın kolay bir şekli olmaya başladı. O anlamda dijitaller üzerinden farklı projeler bekliyoruz. Bu sene özlesinler biraz beni, yeni yılla birlikte bakacağız.

Seçici misiniz?

Seçiciyim. İlk önce bana sunulan, oynayacağım karaktere ve hikâyeye bakıyorum. Karakterin beni heyecanlandırması önemli yoksa bu iyi reyting alır derdinde değilim. Olan olanakların içerisinde seçici olmaya gayret ediyorum.

Türkiye’de hiç tiyatro yaptınız mı?

Türkiye’de elbette tiyatro oyunlarında oynadım. İlk olarak Sadri Alışık Tiyatrosunda “Bahçemdeki Ayı” adlı klasik bir eseri oynamıştık. Buradaki ilk tecrübemdi. Sonrasında müzikal bir oyun yazdım. Dada’da oynadık. Okan Bayülgen bize reji yaptı. Bir dönem de BKM Çok Güzel Hareketler Bunlar içinde bulundum. Yılmaz Erdoğan’ın atölyesine katıldım. Bunların dışında tiyatro ile ilgili bir çalışmam olmadı.

Düşünür müsünüz tekrar oynamayı?

Tabii ki düşünürüm. Kökenim tiyatro ve kalbim orada bir başka atıyor. Oranın heyecanı başka, sahnede korunaksızsın. On kişiyle de oynasan, yüz kişiyle de oynasan tek başınasın. Stand-up ya da kabare olmasını çok arzu ediyorum. Gençlere bazen yol gösteriyorum. Bir şekilde buluyorlar beni, konuşmak istiyorlar. Çünkü her işin bir matematiği var. Onları gençlere anlatmak gerekiyor. Güzel oyun gelirse bir gün mutlaka oynarım. Kadınların rol model olacağı karakterleri oynamak istiyorum. Özellikle ülkemizde genç kızların, kız çocuklarının rol modellere, kazanmış kadınları görmeye ihtiyaçları var. Kadınlar günümüzde maalesef toplumun dışına itilmiş gibi. Genelde böyle olur ya, işsizliğin arttığı ülkelerde hemen kadınlar mutfağa doğru çekilir. Erkeklere yer kalsın diye…

Sizin bu mesleğe başladığınız dönemlerde var mıydı bir rol modeliniz?

Almanya’da biraz zordu. Benim gittiğim dönemlerde sanat o kadar büyük harfle yazılmıyordu. Oradakilerle neredeyse hep kendileriyle meşgullerdi. Çalışmak, para kazanmak vs… Dolayısıyla ben de gidilmeyen yollardan gittim. Ayak izi olmayan yerlerde ayak izi bırakarak gittim. Bazı zamanlar Almanya’da tiyatrolar çok destekleniyordu. Ama artık oralarda gençler tiyatroya çok ilgi göstermiyorlar.

Çok uzun yıllar Almanya’daydınız. Peki döndüğünüzde adapte olmakta zorluk çektiniz mi?

Gittiğiniz her yerde bir adaptasyon problemi olabilir. Özellikle Almanya gibi bir ülkede göçmen olarak damgalanma durumu var. Her şeyimizin önüne bir göçmen takısı koyarlar. Sizi ayrıştırırlar. Tiyatroyu ayrıştırmak olur mu? Tiyatro evrenseldir. İşte o evrensellik benim dönemlerimde kaybolmak üzereydi. Oraya gittiğimde de çok yaşamadım adaptasyon sorununu, gittim ve direkt kendimi üniversitenin kampüsünde buldum. Oradaki Türklerin sorunlarını yavaş yavaş görmeye başladım. Orada doğup, büyüyen çocukların durumu biraz daha farklı oluyor. Almancayı daha mükemmel konuşabiliyorlar ama çevre baskısı, aile baskısı, gettolarda olmalarından dolayı, evde başka bir kültürün olması… Ebeveynler çocuklarını yabancı bir ülkede kaybetmek istemedikleri için özellikle de kız çocuklarına karşı daha baskıcı idiler. O anlamda ben rahattım çünkü özgürdüm. Ve hep kendimi sosyal işler, toplumsal meseleler içerisinde buldum. Yıllar sonra Türkiye’ye geldiğimde ki Türkiye’ye gelmeyi hiç düşünmüyordum. Fakat Fatih Akın’ın “Yaşamın Kıyısında” filmi beni birdenbire Türkiye’nin gündemine fırlatıverdi. Çok beğenildi ve teklifler gelmeye başladı. Tabii ki kendi dilimde oynamak çok keyifliydi. Oradaki klişe rollerden uzaklaşmam, biraz daha farklı rolleri seçmem mümkün oldu. Seçicilik şansımın olması bana iyi geldi. Burada çok sevildi yarattığım karakterler. Bu esnada Almanya, Türkiye arasında gidip gelmek beni zorladı, yordu. Her iki tarafta iş yapmak zorlaştı. Ağırlık Türkiye oldu. Ama burada da hiç adaptasyon sorunu yaşamadım.

Şimdiki jenerasyon sanata çok düşkün. Siz ne düşüyorsunuz?

Şimdiki gençlerin sadece Türkiye’de değil, dünyadaki durumu da çok zor. Sosyal medyanın içine doğdular. Akıllı telefon diyoruz ya, telefonlar akıllı, ama bizler aptallaşıyoruz. Eskiden bütün numaraları ezbere bilirken, şimdi bilmiyoruz. Ezberimiz gitti. Teknoloji insan bedeniyle birleşecek hale geldi. Gençlerin perspektifleri değişiyor. Sanatı, kitabı, filmi dijitalden takip ediyor. Sinema zaten pandemi döneminde kayboldu. Andy Warhol’un söylediği gibi, “Herkes bir gün on beş dakikalığına meşhur olacak.” Bizim dönemimizde oyunculara ulaşmak çok zordu. Mektup yazardık, ama eline geçer mi geçmez mi bilmezdik. Şimdi çok dokunmatiğiz, sokakta herkes sana dokunabiliyor, fotoğraf çektirebiliyor. Sanat bir taraftan çok yakınlaştı, diğer taraftan da herkes meşhur olabilir zihniyetini getirdi. Herkes yaptığını pazarlayabilir. Gençlerde tabii ki bu işin kolayına kaçmayı tercih ediyor.

Nedir çözümü?

Gençler ve çocuklar bizim geleceğimiz. Ülkeyi onlara bırakacağız ya da onlar bizim elimizden alacaklar mecburen. Gençlere yapılan yatırımın bizim emekliliğimize, güzel ihtiyarlığımıza yapılan bir yatırım olarak bakıyorum. Onlara bıraktığımız dünyanın, dönüp bize sövmeden yaşayacakları bir dünya olması gerekirken, öyle bir dünya bırakamıyoruz maalesef. Suyumuzdan havamıza kadar kötü bir evrende yaşıyoruz. Onlara da bu zehri bırakıyoruz. Bizi ne kadar sevecekler bilmiyorum.

Aynı zamanda mimarsınız da…Mesleğinizi yapmadınız mı?

Yedi yıl mimarlık yaptım.

Konservatuar okumadınız…

Okumadım. Almanya’da konservatuara girmek çok zordu. Orada doğup, büyümediğim için dil, aksan problemi vardı. Almanların aksana karşı bir önyargısı vardır. Sınavları çok zordur. O zaman orada o Almancayla becermem mümkün değildi, ama bir an evvel de bir üniversiteye kayıtlı olmam gerekiyordu orada yaşayabilmem için. O anlamda mimarlık biraz daha uygun ve yakın geldi. Sahne sanatlarında da faydasını çok gördüm. Farklı perspektiflerden bakmak adına mimarlığı seçtim. Hem okudum hem çalıştım. Çünkü yabancı olarak birkaç yıl çalışmam gerekiyordu oturum izni alabilmem için. Yedi yıldan sonra vatandaş olabilme hakkını kazandım. Sonra da mimarlığı bıraktım. Hayatım kültürler arası köprü oluşturmak, insanların birlikte yaşamasını kolaylaştıracak sanatla, komediyle, mizahla ilgili yolları bulmakla geçti. Bunu hep bir vazife olarak gördüm. Ben bir ömre bir sürü hayat sığdırdım.

Sizi okuyacak olan değerli okurlarımıza neler söylemek istersiniz?

Bu ara kendi senaryolarımı yazıyorum. Arzu ettiğim karakterler gelmediği için, kendime karakterler yaratıyorum. Hikâyeler yazıyorum. Elimde şu an üzerine çalıştığım üç senaryom var. Biraz bunlara ağırlık verdim. Boş durmuyorum, boş durmayı da sevmiyorum, sürekli hareket halindeyim. Bu sene iki sinema filminde oynadım. Hilal Feza ve Diğer Gezegenler/Kutluğ Ataman’ın filmi, Suç ve Ceza film festivalinde galasını yaptı. Çok çarpıcı bir film, okuyucularıma tavsiyem olur. Umarım yeni yılda da tekrar izleyicilerimle güzel projelerde buluşurum.

Paylaş.

Yanıtla