Hepimiz Bir “Ceviz Ağacı”yız Türkiye Parkı’nda

Pinterest LinkedIn Tumblr +

                                                                                                                    Rumeysa Ercan

Her geçen gün farklı bir yaşam savaşı verdiğimiz sevgili ülkemizde, yaşadığımız deneyimler bilimin ve sanatın hiçbir zaman ciddiye alınmadığını gösterdi bize. Pandemide, depremde, selde ya da olabilecek herhangi bir felakette genelde ilk kapatılan tiyatrolar oluyor. Zaten bilimin ve bilim adamlarının bile çok da ciddiye alınmadığı bir ülkede sanatı ya da sanat üreticilerini ciddiye almak da bir ütopya olurdu sanırım! Daha temel ihtiyaçlarımızı bile karşılayamadığımız bir ekonomide iken sanat ihtiyaç olmaktan çok daha ötede bir yerde durmak zorunda kalıyor. Ne yazık ki bizi buralara getiren de burası! Bu zamana kadar bilime, sanata, fikir üretenlere, insanı gerçekten insan gibi hissettiren hiçbir şeye yeterince önem verilmediği için bu sorunları yaşıyoruz. Tüm bu görünenlerin ardında bir de görünmeyenler var. Sadece seçtiği meslekten dolayı yargılanan, yadırganan, küçümsenen veya bir şekilde ötekileştirilen yaşamlar var: Evet, tiyatrocular! O ihtişamlı gibi görünen sahnelerin arkasında iki kalas bir heves deyip üretmek için yola çıkan ama ülkenin karanlık atmosferinde kendine bir türlü yön bulamayanlar…

Genç ve yetenekli yazar Özden Selim Karadana’nın yazdığı ve aynı zamanda yönettiği “Ceviz Ağacı” oyunu konservatuvar mezunu iki gencin hayatına ışık tutuyor. Tiyatroya dair hayalleri ve umutları olan Ferdi ve Arif, Eskişehir’deki okullarından mezun olduktan sonra İstanbul’a geliyorlar ve başlıyorlar maceraya! Onların oyuncu olma serüveni içinde ülkedeki barınma, enflasyon, işsizlik gibi tüm sorunlar da görünür kılınıyor. Çünkü bu ülkenin her bir bireyinin yaşam mücadelesi hem politik hem de toplumsal bir sorun. Özellikle bu mücadeleyi verenler üniversiteyi henüz bitirmiş, hayalleri ve idealleri olan, umudunu hala taze tutabilen bireylerse… Oğuzhan Aksu ve Adil İrfanoğlu’nun başarıyla canlandırdığı Arif ve Ferdi’nin yaşadıkları, oyuncu olma mücadelesi üzerinden aslında Türkiye’de var olma mücadelesini anlatıyor. İşte tam da bu var olma meselesi nedeniyle hepimiz bir “Ceviz Ağacı”yız Türkiye Parkı’nda!

“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü” diyerek başlıyorlar oyuncular. Pandemide tiyatroların uzunca bir süre kapandığı ve birçok tiyatro üreticisinin işsiz kaldığı sürecin ardından 2021’de kademeli normalleşmeye geçildiği sırada, tiyatroların maskeli ve mesafeli olarak açılmaya başladığı günlerde İstanbul’a geliyor iki oyuncu. “Sektörün kalbi” olarak niteledikleri İstanbul’da aradıklarını bulmaya çalışıyorlar. Ancak kendilerinin de ifade ettiği üzere tüm köşeler kapılmış durumda! Arif ve Ferdi, İstanbul maceralarının kolay olmayacağının bilincinde olsalar da yine de tüm olasılıkları denemeye kararlılar. Sahnede birçok farklı karakteri canlandıran oyuncular dinamik anlatım biçimleriyle bizi o anlara tanık ediyorlar. Yer yer seyirci ile iletişime geçerek, yer yer o ana dönerek anlattıkları hikayeler keyifli bir seyir zevki sunuyor. Metnin, rejinin ve oyuncuların başarısı nefes bile almadan izlediğimiz oyun boyunca kendini hissettiriyor. Zira sadece iki kişi ile çok sesli dev bir kadro oluşturmak kolay olmasa gerek.

Ferdi ve Arif, İstanbul’a geldiklerinde başlarını sokacakları bir ev bulana kadar akrabalarının yanına yerleşmek durumunda kalıyorlar. Bu evlerde yaşarken alan ihlali de dahil olmak üzere kişisel hayatlarına mobbing sayılabilecek tüm davranış biçimlerine maruz kalıyorlar. Oyunculuğun beklemek üzerine kurulmuş bir meslek olduğu söylemi yaygınlaşırken Arif ve Ferdi’nin hayatında bunun ne kadar da güç ve insan yaşamının doğasına aykırı bir durum olduğunu algılıyoruz. Çünkü her ikisi de temel yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayamıyor, nice emekler verdikleri mesleklerini yapamıyor ve üstüne bir de toplumun anormal baskısı ile karşılaşıyorlar. Oyunculuğun başta aileleri tarafından olmak üzere toplumun hiç mi hiç benimsemediği bir meslek olması, gittikleri her yerde bir şekilde ötekileştirilmeye ya da alay konusu olmaya mahkûm edilmeleri, sadece televizyon dizilerinde oynayanların “oyuncu” statüsünde sayıldığı bir evrende onların masum idealleri nasıl anlaşılabilir ki? Üstelik onlar konservatuvara hazırlanırken fazlaca ter döküp, gece gündüz çalışıp, aşamalar gerektiren sınavlara girip binlerce kişi arasından seçilmiş olan yetenekli kişilerken bir anda statüsüz vevasıfsız bir konuma getiriliyorlar. Ferdi ve Arif her şeye rağmen pes etmiyor, bekliyor bekliyor ve yine bekliyorlar… Türk televizyonlarında yayınlanan malum diziler giriyor kabuslarına… Sonu gelmeyen bekleyişler içinde bir gün Ferdi hiç içine sinmeyen bir senaryoyla auditiona giriyor ve ilk reklamında boy gösteriyor. Buradan kazandıkları parayla kendilerine bir ev tutuyorlar, ne var ki bu para ancak ev tutmak için yetiyor, devamı yine yok! Reklam yayınlandığında Ferdi’nin babası ve kardeşinin bile kendisine aptal muamelesi yaptığı anları izliyoruz. İstanbul’da bütün bu keşmekeşin ve pahalılığın içinde düzenli bir iş kovalıyorlar bu kez. Arif bu sırada bir tiyatroda asistanlığa başlıyor. Ne yazık ki tiyatro sektöründe emek sömürüsüne damgasını vuran ve beş kuruş para kazanılamayan, sadece dekor taşıtılan bir asistanlık bu! Bu alanın içinde olan herkese fazlasıyla tanıdık geliyor değil mi bu durum? Bir oyuncunun oyunculuğuna, emeğine, bilgisine ya da yeteneğine katkı sunabilecek, hayallerini besleyebilecek tek bir şey dahi yok içinde. Yazar ve yönetmen Özden Selim Karadana, gerek reklamlarda, gerek tiyatrolarda, gerekse dizilerde bu emek sömürüsünü ve çürümüşlükleri mizahi bir dille aktarıyor seyirciye. Hem güldürüp hem de derinden düşündüren trajikomik halimizi görünür kılıyor. Evlerine perde alamadıkları için magazin haberlerinin olduğu gazete kağıtlarıyla pencerelerini kaplayan Arif ve Ferdi, oyuncuların adı geçen manşetlerde yer alabilmenin hayallerini kuruyorlar. Bu sırada da Ferhan Şensoy gibi duayenlere selam göndermeyi de unutmuyorlar. Ferdi, sosyal medyada kendini gerçekten sanat yapıyormuş gibi gösteren merdiven altı bir tiyatronun seçmelerine katılıyor. Birtakım egoist kişiler tarafından başarılı bulunmuyor ve “Yaşasın Tiyatro” nidalarıyla çıkıyor oradan. Bunca çürümüşlüğün içinde gerçekten de “yaşıyor mu tiyatro” diye sormadan edemiyoruz. Bir sonraki sınavları Türkiye Tiyatrosu’nun kanayan yarası çocuk tiyatrosu oluyor. Kostümler içinde sahnede bir anda çocuk istilasına uğrayınca o iş de ellerinde kalıyor. Bunca mücadeleye rağmen karşılık bulamamaları onları zorunlu durumlara itiyor.  Umutlarını yitiren Arif, Almanya’daki dayısının yanına gitmeye ve orada markette kasiyerlik yapmaya karar veriyor. Ferdi arkadaşının bu pes edişine hak veriyor olsa da yine de kendini çaresiz hissediyor ve onu bu duruma getiren her şeye sinirleniyor. Oyuncularının iç seslerinin konuştuğu bu sahnede birbiri üzerine binen ensemble sesler duyuyoruz. Her ikisi de eş zamanlı olarak geçmişten bugüne kadar duydukları ve bilinçaltına yerleştirdikleri, kendilerini umutsuzlaştıran, çaresizleştiren her ne varsa dile getiriyorlar. İki oyuncu da tipten tipe girerek yaşadıkları her şeyi özetliyorlar. Fazlasıyla vurucu olan bu sahnede toplum baskısının, tabiri caizse tuzu kuru meslektaş baskısının, sıkışmışlıkların ve klasikleşmiş her söylemin hayatlarında nasıl yer ettiğine şahit oluyoruz. Arif’in gidişinin ardından Ferdi de artık dayanamayıp Gezi Parkı’nda kendi yazdığı bir metni performe etmeyi deniyor. Ne yazık ki Ferdi’nin bu çabası da polis tarafından karşılıksız bırakılmıyor ve “Ben bir ceviz ağacıyım Gezi Parkı’nda” derken tutuklanıyor. Ferdi’nin yazdığı oyunun adı ise “Ceviz Ağacı”.

Oyun spesifik olarak oyuncu olmayı hedefleyen iki gencin hikayesini odağına alırken günümüzün tüm toplumsal ve yönetsel dinamiklerini ortaya koyuyor. Ekonomi, barınma sorunu ve işsizlik zaten yeterince büyük bir problem iken bir yandan da statü düşkünü toplumumuzun “meslek” baskısı ekleniyor buna. Ne yazık ki toplumumuzda meslek sahibi olma anlayışı sadece beyaz yakalı iş sahibi olmaktan, doktor, avukat, mühendis gibi mesleklere sahip olmaktan geçiyor. Toplumsal kodlarımıza hiçbir zaman işlenmemiş olan sanat, her zaman âtıl kalan ama Arif ve Ferdi gibi binlerce yetenekli insanın hayata küsmesine neden olan bir şeye dönüşüyor. Oysa felaket anlarında bile bizi bir arada tutabilen, bizleri aynı noktada buluşturan ve bir anlamda iyileştiren sanat değil midir aslında? Şüphesiz ki bütün bu felsefenin altında politik bir mesele yer alıyor. Herhangi bir konu üzerinde düşünülmesi istenmeyen, kafa yorulmasına müsaade edilmeyen ve düşünce özgürlüğünün olmadığı toplumlarda ne sanata ne de sanatçıya değer verilmiyor. Oyunun sonundaki Gezi Parkı performansı üzerine polisin Ferdi’yi tutuklaması bunun en açıklayıcı ve net örneği. Bu durumun Gezi Parkı üzerinden örneklenmesi de ayrıca bir alan açıyor içimizde, çünkü eylemlerimiz ya da niyetlerimiz ne olursa olsun o parkta Ferdi gibi tutuklananlardık hepimiz. O yüzden diyorum hepimiz bir “Ceviz Ağacı”yız Türkiye Parkı’nda!

Diğer taraftan, oyunda birçok tiyatro emekçisinin maruz kaldığı sektör içinde yaşanan çürümüş durumlar da gün yüzüne çıkıyor. Sözde birbirini kollayan, birlik ve beraberlik mesajı veren, yüksek sanat yapma gayretiyle bir çeşit güç gösterisine ve işi neredeyse bir ego savaşına döndüren birçok kurum ya da kişi köşeleri çoktan kapmış durumda ne yazık ki! Hiç de yerlerinden ayrılmaya niyetleri yok gibi! Hemen hemen her yerde aynı oyunculara, celebrity olarak tanımlanan ünlenmiş kişilere, benzer içerikteki oyunlara yer verilirken gerçekten üreten ve çalışan, gerçek sanat yapan ekipler ya da kişiler neredeyse hiç bilinmiyor ya da Arif ve Ferdi gibi yaşam mücadelesi içinde kaybolup gitmek zorunda kalıyorlar. Yeni deneyimlere, yeni yeteneklere, yeni fikirlere alan açabilen herhangi bir oluşum ne yazık ki pek az! Olsa bile o da belirli bir düzlemde kalıyor. Oyunda Arif’in yaşadığı olumsuz asistanlık tecrübesi de oldukça tanıdık bir durum. Oysa sanat bir emek sömürüsü yeri değil, bir çeşit var olma biçimi. Ama köşeleri kapanların sanat yaparken eleştirdiği kapitalizm sistemini kendi meslek grubuna yaşatması ne kadar doğru bir yaklaşım? Elbette tiyatroların da sahne kiraları, bitmek bilmeyen vergileri, kar sağlamayan gelirleri gibi pek çok sorundan dolayı istihdam problemi var, bu da başlı başına büyük ve ayrıca konuşulması gereken bir konu. Ancak bu sistemi başlatan her kim ya da her nere ise buna bir yerde son vermek gerekmez mi artık?

Ceviz Ağacı, yolu tiyatrodan geçen ya da geçmeyen her kesimden insana bambaşka bir düşünme alanı açıyor. Üstelik yazar ve yönetmen Özden Selim Karadana tarafından politik bir duruşla ama dikte etmeden hem eğlenceli hem de cesur bir yaklaşımla açılıyor bu alan. Oyunun mizahi dili, oyuncular Adil İrfanoğlu ve Oğuzhan Aksu’nun gerek enerjisi gerekse beden kullanımı, birden çok karaktere bürünürken hiçbir “acaba”ya yer bırakmamaları, sade ve tam bir anlatı tiyatrosu dinamiğine uygun rejisi tüm alkışları hak ediyor. Ve şunu da biliyorum ki ben de dahil olmak üzere birçok tiyatro üreticisinin yaşadığı, maruz kaldığı gerçek durumlar bunlar. Bu nedenle de o kadar samimi ve içten ki hem yalnız olmadığımızı söylüyor bize hem umutsuzluklarımızı hatırlatıyor hem de mücadele gücümüzün tiyatroya duyduğumuz o tutkudan geldiğini fısıldıyor içten içe. Evet, hepimiz bir “Ceviz Ağacı”yız Türkiye Parkı’nda! Ama buna boyun eğmeyecek güce de sahibiz aslında… Dilerim daha nice Arif’ler ve Ferdi’ler bu çürük düzenin içinde kaybolmaya mahkûm edilmezler! Yolunuz açık, alkışınız bol olsun Ceviz Ağacı ekibi!

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Rumeysa Ercan

Yanıtla