Kosta Kortidis ile Söyleşi

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Söyleşi: Melek Kentmen

Türkiye tiyatrosunun usta kalemlerinden Kosta Kortidis ile pek çok şeyden ama en çok da tiyatrodan konuştuk.

Sizi tanıyabilir miyiz?

1979 yılında İstanbul’da doğdum. Rum asıllı çok eski İstanbullu bir aileye mensubum. 1997 yılında İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümüne girdim ve Yıldız Hocanın öğrencisi olma şansına eriştim. Konservatuarın ilk dersinde Tufan Hocamız bana şöyle bir şey demişti, “Dikkatli ol! Cumhuriyet tarihinin Rum asıllı olan ve profesyonel anlamda bu eğitimi alıp tiyatrocu olacak ilk kişisi sensin. Araştırmasını yaptık, tebliğ etmeye geldim.” İlk gün omuzlarımda böyle olağanüstü tarihi bir sorumluluk hissettim. Tabii on sekiz yaşında bir çocuğum, şimdi anlıyorum değerini… Bir de biz çok güzel, çok özel bir sınıftık. Okan Yalabık, Ufuk Özkan, ben, Sibel Taşçıoğlu, Sevinç Gürsen ve Esra Kızıldoğan. Müthiş seçme bir sınıf. Ve sanıyorum tarihte alınan en az mevcutlu sınıflardan bir tanesiydi. Sonrasında bir vesile ile Gazanfer Özcan Tiyatrosunda ilk kez profesyonel oldum. Bu hayatımın en büyük şanslarından bir tanesiydi. Böylece Geleneksel Türk Tiyatrosuyla ilk kez tanışmış oldum. Bu janrayı sahnede yaşayan bir anıtla karşı karşıya gelerek tanıdım ve bu sayede bende müthiş bir alt yapı oluşmaya başladı. Tesadüf o ki ertesi yıl önemli bir yönetmen olan Engin Gürmen Şehir Tiyatrolarına geçmemi teklif etti. Pembe Konağın Gelinleri oyununu sahneye koyuyordu ve gene tesadüf o ki bu oyunda Zihni Göktay ile karşılıklı oynamaya başladım. Böylelikle kendisiyle çok uzun yıllar  devam edecek olan karşılıklı oynama sürecimiz başladı. Zihni Hocadan da emprovizasyonun ne demek olduğunu öğrendim. Gelenekseli, meddahlığı, pişekârlığı, ustalığı, çıraklığı görebildim. Yaşayarak… Bir Çin atasözü vardır, “Görürsem unuturum, duyarsam hatırlamam, yaparsam benim olur.” Tıpkı yaptığınız zaman bir şeyin size ait olması gibi. 

Bir de sizin meşhur “Rulet” oyununuzun ortaya çıkış hikâyesinden biraz bahsedebilir misiniz?

Her zaman konuşmaya ve Türkçe’ye karşı bir yeteneğim olmuştur. Mesela hikâyeler anlatmayı çok severdim, ama bir yandan da içimde bir yazarlık yeteneğinin olduğunu bilmiyordum. Sonra konservatuar yıllarında egzersiz parçaları çalışırken Rulet’deki tabanca sahnesinin bulunduğu bölümü Beşiktaş’tan Kadıköy’e vapurla geçerken on dakikalık bir konsept olarak arkadaşlara anlattım. Çıktık, sahnede oynadık. Hatta Yıldız Hoca azarlamadı ama, “Bu kimin oyunu? Niye oyun getiriyorsunuz?” dedi. Okan’da, “Yok hocam oyun değil bu, Kosta’nın egzersiz parçası” deyince, O’da, “Eeee oyun olmalı yahu” dedi. İlk defa yazarlıkla ilgili bir tasarımı ya da teşviği Yıldız Hoca’dan görmüştüm. Galiba benim aklımın bir yerine kazındı bu. 2005 yılında bu oyunu yazmaya karar verdim. ve yıllarca kafamda döndürdüğüm bu şeyi Rulet ismiyle kaleme almaya karar verdim. Gene tesadüf o ki Şehir Tiyatrolarında Tuncer Cücenoğlu ile karşılaştım

Birbirimizi sevdik. Sağ olsun elimden tuttu. Ben O’nun oyunlarını çevirdim ve o esnada da “Hocam benim de oyunum var” dedim. Oyunum var diyorum, çünkü bir tane numunelik Rulet’i yazmışım, evde öylece duruyor. Bu konuda ne yapacağımı bile bilmiyorum. Yollamamı istedi. Hiç unutmuyorum ertesi gün saat 15:10’da aradı. Dedi ki, “Müthiş bir şey yazmışsın. Sadece bu oyun bile seni zirveye çıkarır haberin olsun. Hemen bunu İstanbul Devlet Tiyatrosu’na yolluyorsun.” “Hocam kim ciddiye alır beni” dedim. “Olur mu öyle şey, oy birliğiyle geçer bu oyun” dedi. Tabii ki koskoca Tuncer Cücenoğlu… Hazırlığımı yaptım, yolladım. 2014 yılına kadar Devlet Tiyatrosunda beklemiş oyunum. Gene başka bir tesadüf, hayatta tesadüfler çok güzeldir. 2014 yılının Haziran ayında bir akşam Devlet Tiyatrosu yönetmeni Nesimi Kaygusuz  messengerdan bir mesaj attı. “Oyununuzu okudum, çok beğendim. Yarın proje olarak Devlet Tiyatrosuna sunuyorum. Eklemek istediğiniz bir şey var mı?” Evvela biri benimle alay ediyor zannettim. Konuştuk, inandım. Ekim ayında oyun oynanmaya başladı. O günü hiç unutamam, hayatımın en özel gecesiydi. Bu benim için müthiş bir şeydi. Sonra şöyle bir şey oldu. Fuayede tebrikleri kabul ederken, diğer oyunlarımı istediklerini söylediler. Fakat sorun şu ki; benim başka oyunum yok. Çünkü başka bir oyun yazmadım. Çünkü ben bir yazar değilim. Evet “Rulet”im Devlet Tiyatrosunda oynanıyor, ama ben kendime yazar demiyorum. Çünkü diyemem böyle bir hakkım yok henüz. Ve tabii ki birçok insanın teşviği, benim bugüne kadar yirmi üç oyun yazmama neden oldu. Şu ana kadar Devlet Tiyatrosu tarafından onaylanmış, edebi kurul onaylı, genel repertuarda mevcut on iki oyunum var. Bu arada altını çizmek lâzım, iki oyunum birden de Mustafa Kurt yönetiminde oynandı. O’na koca bir teşekkür borçluyum. 

Şehir Tiyatroları zamanlarınıza dönecek olursak, yanılmıyorsam Zihni Göktay ile 1500’ün üzerinde temsilde rol almışsınız?

Onu hesapladım ben. Şöyle ki bir dönem Türkiye Futbol Federasyonunda istatistik uzmanlığı da yaptım. Futbol müsabakalarına gidip maçları seyrederken operatöre verileri girebilmesi için maçı anlatırdım. Yanılmıyorsam bundan dolayı istatistiği hep çok  sevmişimdir. Hesap ettim Pembe Konağın Gelinlerini 300 kez, Kanlı Nigâr’ı 200 kez, Lüküs Hayat’ı 500’ün üzerinde oynamışız. Bütün oyun hâlâ ezberimdedir. Zihni Göktay ve Tiyatro Şarkılarını çok az oynuyorduk, çünkü özel bir gösteriydi. Düğün ya da Davul, Engin Uludağ’ın sahneye koyduğu 4. Murat, Çocuk oyunları vs. Belki 1500’den de fazladır. Eski usulde haftada on temsil oynuyorduk, ayda kırk temsil yapıyor. Aşağı yukarı sekiz ya da dokuz yıl Şehir Tiyatrolarında kaldım. Fazlası vardır, eksiği yoktur. Müthiş bir tecrübeydi benim için. Sonra istifa ettim.

Devlet Tiyatrosu yazarısınız, ama aynı zamanda üstün başarılarınızdan dolayı Şehir Tiyatrolarına sınavsız kabul edilmiştiniz değil mi?

Usulde normalde seçmeler yapılıyor. O yıllarda seçmelerden muhaf tutularak doğrudan oyuna girip, rol oynamıştım. Tabii bunda o dönemin genel sanat yönetmeni Kenan Işık’ın onayı ve Engin Gürmen’in de emeği vardır. Güvendiler ve beni aldılar. Sanıyorum mahcup etmedim kimseyi… Zaten iki sezon sonrada Zihni Hoca ile karşılıklı başrol oynamıştık Kanlı Nigâr’da…

Tiyatro Rudius’un kurucususunuz. Peki, sizce özel tiyatro mu, yoksa ödenekli tiyatro mu? Hangisinde kendinizi özgürce ifade edebiliyorsunuz?

Aslında ben burada pek bir fark görmüyorum. Hakiki tiyatrocunun burada herhangi bir ayırım yapması da söz konusu değil. Ben normalde kendi hayatımda mütevazı bir insanım, küçük yaşarım, etrafta görünmem, ama iş sanat olduğu zaman her şeye daha görkemli bakmak isterim. Tiyatro Rudius’ta 3. yılımızı tamamladık. Akın Kaplan ile birlikte kurduğumuz tiyatromuzda ilk projemiz Bandırma Vapuru’ydu. Sahnede on üç kişi vardı. Devlet Tiyatrosu seviyesinde bir dekor, özgün müzik, orijinal bir kostüm tasarımı… Tarihi bir oyun yapıyorsunuz. Madalyonlardan, rütbelere kadar. Fadim Üçbaş’ın o rütbeleri elleriyle işlediğini hatırlıyorum mesela. Çünkü Osmanlı subaylarından bahsediyoruz, bunlar çok özel rütbeler. Hâlâ bizim depomuzda dururlar. Böyle bir oyun yaptık biz, dolayısıyla yapmak istenildiği zaman yapılabilir. Tabii işin içine maddi imkânlar giriyor. Fakat pandemi sekteye uğrattı. Ödenekli kurumlarda iş biraz daha kolay olabiliyor. En azından dekoru düşünmüyorsunuz. Bir özel tiyatro sahibi olduğunuzda, buna şimdi kaç kilo demir gider ya da şurayı şöyle mi yapsak, yarım metre azaltsak ne olur diyorsunuz. Fakat işe sanatsal açıdan baktığınızda minimal ya da devasa bir prodüksiyon olması önemli değil. Ruh varsa, iyi bir metin varsa, iyi bir reji varsa, yani yazılan dünyayı tekrar ele alıp bir daha yaratacak bir rejisör varsa harika işler çıkar ortaya… Mesela Nesimi Kaygusuz müthiş bir iş çıkardı. Erzurum’a gittim, gördüm ve hayran kaldım. Oyunu benden daha iyi anlamış. Ben bu kadar iyi anlamamışım yazdığım oyunu diyebilirim. Şu an ki isteğim -henüz kesinleşmediği için telaffuz etmem doğru olmayabilir ama- Bandırma Vapuru’nu ödenekli bir kurumda çok büyük bir proje olarak 100. yıl için sahneye koymak (?). Bunun yeri bence Devlet Tiyatrosu. Çünkü bence 100. yılı bu şekilde karşılamak lâzım. Bandırma Vapuru, Cumhuriyet tarihinde yazılmış ilk örnektir. Daha önce bir benzeri yazılmamış, ben yazayım demedim. Benim Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlılığım, Mustafa Kemal’e olan sevgim, bütün oyunlarıma yansır zaten. Hatta zaman içinde öyle bir imajım da oluştu.   

İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü mezunusunuz, ama aynı zamanda usta çırak ilişkisini de derinden yaşamışsınız. Sizin için önemli olan, değerinize değer katan nedir? Okullu olmak mı, yetenek mi yoksa usta çırak ilişkisi mi?

Bugünün şartlarında doğru değerlendirme yaparsak bir okulun eğitiminden geçmiş olmanın doğru olduğuna kesinlikle inanıyorum. Bunu okullu olduğum için de söylemiyorum. Usta çırak ilişkisiyle de olmaz mı? Tabii ki olur. İş zaten yetenekte. Lakin mutlaka bir konservatuar görmek, o disiplini almak ve batılı tarzdaki eğitimi de almak gerekir. Zaten şimdi geleneksel tarzda usta çırak ilişkisinden daha fazla Türk tiyatrosunun içindeyiz. Yaşayarak öğreniyoruz. Yani kitaptan okumaktan daha ötedesiniz. Çünkü Zihni abi o gün keyfi istediği için, seyirciyi sevdiği için bir anda partisyonu bozup bütün metnin dışına çıkıp haber vermeden öyle bir şey söylüyor ki… Mesela eski Harbiye tiyatrosunda yağmur yağdığı zaman yukarıdan su damlardı. O da rahmetli Suna Pekuysal’a “Dur! Feribotu bekleyelim, karşıdan karşıya geçmek zor olacak” derdi. Ya da biz Kanlı Nigâr’ı oynarken birdenbire aklına bir şey gelir ve  “Bak kızla karşılaşacaksın, hemen çarşıya git, ucuz parfümcü var. Numarası 212, sen biraz aptalsın 2-1-2 git o parfümü al, üstüne sık. Ondan sonra Tokatlı tellak Hüseyin’e git” derdi. Bu replikler oyunda yok tabii. Bu sefer de cevabı bekliyor. Ve siz de mutlak suretle devam ettirmek zorundasınız. İnsan bunları zamanla ve deneyimleyerek öğreniyor. Bunu okulda öğrenemezsiniz. Zaten okulda böyle bir çalışma yok. Bunlar nerede kaldı? Nejat Uygur, Tevfik Gelenbe, Gazanfer Özcan, Zihni Göktay’da kaldı. Devam ettiren yok mu? Var. Tek kişilik gösterilerde görüyoruz, kimseye bağlı kalmadan Cem Yılmaz yapıyor bunu, aslında bir tür meddahlık yapıyor. Müthiş hikâyeler anlatıyor, müthiş bir bilgi birikimiyle, entelektüel bir bakış açısıyla modern bir meddahlık yapıyor. Son tahlilde konservatuar şarttır diyorum, ama öyle bir usta varsa paçasından yakalayın, peşinden ayrılmayın, kaldıysa. Geriye doğru baktığımda bu tesadüflerin yaşanması benim için çok olumlu oldu. Bu ben fark etmeden yazarlığıma da yansımış. Çünkü hangi türde yazarsam yazayım yani psikolojik gerilim de, gerçekçi dram da, biyografi de yazsam, o espri ve diyaloglardaki güldürme unsuru, karakterlerin içine gizledikleri o seyirciyi güldürme refleksi buradan bana miras kalmış. 

Oyunculuk kariyerinize geri dönecek olursak, dünden bugüne geçtiğiniz durakları nasıl değerlendiriyorsunuz?

İlk gençliğimde çok şanslı ve iyi roller oynamış biriyim. Sonrasında bir on yıl hiçbir şey yapmadığım bir dönem oldu hayatımda. Aslında hiçbir şey yapmadığımı düşündüğüm o dönem kendime yatırım yaptığım bir dönemmiş. Okuduğum, araştırdığım. Sonra 32 – 33 yaşlarımda 2. defa başladığım bir hayatım da var. Sinemada tekrar oynamaya başlayarak, hemen arkasında televizyonda üst üste çok iyi dizilerde çok iyi rollerde oynayarak ve Kemal Başar’ın “Kosta gel, Hamlet yapıyorum” deyip teveccüh gösterdiği, benim de “Evet, ben oyuncuyum” dediğim ve tekrar sahalara döndüğüm bir süreç var. Aslında ne ilginç değil mi? Çok genç yaşta uzun süre oynayıp, ilginç bir şekilde ara verip, sanki emekli bir oyuncunun geriye dönmesi gibi. Halbuki daha 35 yaşındayım o zaman. Hayatımda galiba şöyle bir şey var, ne yaptıysam sokak tabiriyle dibine kadar peşinden koştum. Yapacaksam tamamını yapmam, yazacaksam en iyi oyunu yazmam, oynayacaksam en iyi şekilde oynamam lâzım. Bu konuda kendimi paralarım. Dolayısıyla bu belki yaptığım şeylerin bir nebzede olsa birileri tarafından görüldüğünde kalıcı olmasını sağlamış olabilir. Rulet’i, tiyatro nedir, nasıl yazılır bilmeyen Kosta sezgilerle, duygularla, birikimlerle, reflekslerle yazmış.  Şimdi önemli eserler arasında yer alıyor. O dönem hiçbir şey bilmeden yaptığım bir iş, ama en iyisini yazmam lâzım deyip geriye dönüp baktığımda bugün yazsaydım gene öyle yazardım diyebileceğim bir oyun. Sanırım her işimi de aynı şekilde yapmaya çalışıyorum.   

Bu kadar çok konservatuarın açılıyor olması sizce de bir dezavantaj mı?

Aslında bu sadece konservatuarlar içinde geçerli değil. Ülkede bir üniversite bolluğu var. Benim oturduğum bölgede beşer blok aralıklarla üç tane üniversite var. Ülkenin yarısı işletme mezunu mesela. Şimdi ben bir istatistikçiyim dedim ya o tarafımı da yadsımıyorum, çünkü beni çok besliyor. Üşenmedim, araştırdım. Neresi olduğunu tam hatırlayamıyorum. Fransa ya da Almanya olması lâzım. Yedi tane veterinerlik fakültesi var. Türkiye’de sayı elli… Ne yapacaksınız bu kadar adamı. Kaç tane hukuk fakültesi var? Asla kötü anlamda söylemiyorum. Ama bir nizam bir intizam içinde olmalı.  Tabii şu da var üniversite diploması aldığında iş bitmiyor. Benim yaptığım meslekte kimse bana nerede senin yazarlık diploman demedi. Ben yazarlık diploması sahibi bir insan değilim, ama benim yazarlığımı söz konusu edebilecek biri var mı? Yok… Burada kararı verecek olan seyircidir. 

Yukarıda anlattıklarınıza istinaden sanat nasıl gelişir?

Ben üstüme düşen görevi yapmaya çalışıyorum. Herkes işini yapsa gelişir. Herkes sorumluluklarını yerine getirse gelişir. Yazar yazarlığını yapacak, rejisör rejisörlüğünü yapacak, yönetici de adil, tarafsız, liyakat sahibi olacak. 

Önünüzde başka projeleriniz var mı?

2022 ve 2023 için kafamda bir yığın proje var. Tiyatro Rudius için yeni yazdığım “Sekiz Sonsuz Kadın” isimli oyun Cumhuriyet’e bir selam niteliğinde, kadınların deneyimleri üzerinden gene büyük Atatürk’ü, gene Cumhuriyet’in muazzamlığını aktarmaya çalıştım. Ben de Cumhuriyet sayesinde Kosta olabilmiş bir insanım. Cumhuriyet vermiştir bu hakkı bana. O yüzden bir kere daha teşekkür etmek lâzım.  

Röportajınızı okuyacak değerli okuyucularımız için neler söylemek istersiniz?

Tiyatro çok özel bir saha, bunu pandemide bir kere daha öğrendik. Öldü, ölüyor, can çekişiyor, hastalandı, komada, entübe edildi denildi tiyatro için. Yok. Her zaman var, var olmaya devam edecek. Her şey ölür, sinema bile ölür, tiyatro ölmez. Dolayısıyla içinde tiyatro barındıran her manşet, her kuruluş bir kere daha önemli. Hem yayın hayatında hem yaptığı bu önemli görevde hiç geri durmadan bu şekilde devam etmesini diliyorum. Okuyuculara da destek olmalarını ve teveccüh göstermelerini bütün kalbimle diliyorum. Bunun dışında herkes kendi işini yapmalı, iyi yapmalı, adil olmalı. O zaman dünya daha çabuk dönecektir.

Paylaş.

Yanıtla