Sadece “Küçük Bir Rica”mız Var!

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Rumeysa Ercan

“İstememe hakkı” üzerine daha önce hiç düşünmüş müydünüz? Eğer bir durum ya da bir olgu, kendi kişisel alanlarımızı veya sınırlarımızı, yaşamsal haklarımızı ya da emeklerimizi ihlal ediyorsa ona “hayır” diyebilme özgürlüğüne sahibizdir. Buna rağmen günlük hayatımızda hayır diyebildiğimiz, sınır çizebildiğimiz veya istemli bir şekilde mesafe koyabildiğimiz kaç kişi ya da kaç durum var? Bu konuda gerçekten yeterince özgür olabiliyor muyuz yoksa kendimizi kandırdığımız noktalar var mı? Örneğin sadece işverenimiz olduğu için birtakım davranışlarını hoşgörüyle karşılamak zorunda kaldığımız, sevgilimiz veya ailemiz olduğu için alanımızı ihlal etmesine izin verdiğimiz ya da toplumun bizim için biçtiği normlara uymak kaygısıyla herkes gibi davranmak zorunda hissettiğimiz anlar olmuş mudur? Ne yazık ki bir çoğumuz bu hakka sahip olduğumuzu unutup belirli normlar çerçevesinde hayır diyemeyenlerdeniz ya da bir şekilde toplum tarafından buna mecbur bırakılanlardanız… Oysa sadece küçük bir ricamız var: Sınırlarımıza saygı duyulması!

Turgay Korkmaz’ın yazdığı ve aynı zamanda yönettiği “Küçük Bir Rica” oyunu ‘istememe hakkı’ konusuna odaklanarak farklı bir pencere açıyor. Beyaz yakalı, başarılı bir editör yardımcısının psikiyatrist ile yaptığı görüşmeye şahit olduğumuz bu anları oyuncu Dila Yağcı canlandırıyor. Sahne açıldığında arka plana yerleştirilen hareketli ve imgesel görüntülerin olduğu üç ayrı ekran ve modern eşyalarla döşenmiş bir oda ile karşılaşıyoruz. Sahne tasarımına eşlik eden meditasyon müziği sayesinde odanın sakin ve dingin aurası sarıyor etrafımızı. Yasin Gültepe’nin yaptığı ışık tasarımı ile mekânın meditatif anlamı bütünleşmeye başlıyor. Bu sırada odanın bir köşesinde, ışık alan sehpanın üzerinde duran küçük bir detay dikkatimizi çekiyor: Saksıda bir sardunya! Oyuncu Dila Yağcı seyirciler tam olarak yerleşene kadar odanın içinde gidip geliyor, müziği dinlerken nefes alıp veriyor ve kendini telkin etmeye çalışıyor. Halinden anlayacağımız üzere içinden çıkamadığı bir durumla karşı karşıya…Hemen sonra müziğin kapatılmasını istiyor ve yaşadığı kriz üzerine konuşmaya başlıyor. Genç kadının bu odaya gelene kadar birçok şeye tahammül ettiğini ve kişisel alanlarının ihlalinden haklı olarak hoşlanmadığını duyuyoruz. Her şey oldukça normalmiş gibi görünürken yaşadığı krize sebep olan en önemli etken: hiç kimseye ya da hiçbir şeye “hayır” diyememesi oluyor. Ne ofiste üzerine yıkılan fazla sorumluluğa, ne de erkek arkadaşının sorumsuzca evini işgal etmesine karşı çıkabiliyor. Bu sırada müdürünün neredeyse sözlü taciz sayılabilecek davranışları da içinde biriken öfkenin artmasına neden oluyor. Temel olarak bir şekilde kendini ifade etmesine izin verilmeyen, sınırlarına saygı duyulmayan, tercihleri sorulmayan bir kadının onu her yerden sıkıştıran kapanın içindeki içsel mücadelesini izliyoruz. Oysa genç kadının tek ricası saksıdaki sardunyasının ışık alması için ofisteki pencere kenarında yer alan masada oturmak! Ancak eril ve emrivaki tavırlara sahip olan müdür o masaya ofise yeni gelen ve iş konusunda kendisine göre tecrübesiz gördüğü başka bir kadın çalışanın oturmasını uygun buluyor ve bunun üzerine ipler kopuyor. “Ben kimseyi kırmadan, kimseyi üzmeden, ait oldukları benlikleri asla zedelemeden sadece isteğimi belirttim. Rica ettim ya! Küçücük bir rica! Herkesin istekleri olabilir, buna saygı duyarım. Ama o istekler benim sınırlarımı ihlal ederse, işte o zaman sinirlenmekte haklı olmaz mıyım?” sözleriyle dile getiriyor isyanını.

Saksıdaki sardunya, şu evrende belki de onu anlayan tek varlık, o yüzden böylesine değerli. Sadece içini rahatlatan, ona iyi gelen bir yol arkadaşı olarak konumlanıyor hayatında. Oldukça basit ve insani olan bu istek, başkaları tarafından yargılanmasına ve ötekileştirilmesine neden oluyor. Sardunya ile kurduğu ilişki sakinlik ve anlayış üzerine kurulu olduğu için, ona oldukça hassas davranmaya çalışıyor ve bu da çevresi tarafından “takıntılı” biri olarak görünmesine neden oluyor. Sardunyasının ışık almasının engellenmesi ve masasından ayrılmak zorunda kalması üzerine onu sıkıştıran tüm duygular açığa çıkıyor ve ofisi birbirine katıyor. Bu kavga mesai arkadaşları tarafından videoya çekilerek sosyal mecralarda viral oluyor ve kriz gerçekten de kendini doğuruyor. Genç kadının asıl meselesi bu kavgada videoya çekilmesi, rezil edilmesi veya kariyerinin yerle bir oluşu değil: Sınırlarına saygı duyulmaması!

Oyunun sonunda krizin gerçekleştiği ve kaydedildiği anların videosunu arka planda yer alan ekranlarda izliyoruz. Bu anlar hem krizin trajikomik düzeyini hem de olayın çarpıcılığını anlamamıza yardımcı oluyor. Dila Yağcı, bu kadını canlandırırken hepimizin içindeki o sıkışmışlık hissine de dem vuruyor. Günlük hayatın içinde her zaman maruz kalınan ama sanki “normal” olanı buymuş gibi algılanan davranışlar teker teker açığa çıkıyor. Yine de çevresi tarafından “anormal” bulunan genç kadın oluyor. Yazar ve yönetmen Turgay Korkmaz, metni oldukça sade ve basit bir mesele üzerinden ele alarak insana özgü en temel haklardan biri olan “istememe hakkı”nın yanı sıra hem özel hem de kamusal alanda kişisel alanların sınırlarını vurguluyor. Oyunun içinde karakterin kısıldığı kapana şahit olurken, benzer bir durumun oyuncu Dila Yağcı için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Zira bir psikiyatristin odasında uzunca bir anlatımla bu duygu durumunu aktarırken, metinsel olarak kendisine tanınan bir alan yok. Buna rağmen seyircinin dikkatini sahnede tutmayı başarabilmek ve döngüsel bir biçimde tekrar eden olayları her seferinde canlı bir duygu durumuyla aktarabilmek oldukça zor bir iş. Bu açıdan oyun hem oyuncu hem de yönetmen tarafından sıkıcı bir anlatı oyunu olma riskinin altından kalkarak akıcı ve mizahi bir yere getirilmiş. Yer yer tekrar eden konular ve başa sarmalar olsa da bunların psikiyatrist görüşmesinde olabilecek tekrarlar olduğunu ve gerçeklik payı olduğunu düşünüyorum. Çünkü karakter bazı detayları hatırladığında her seferinde olayın bütününe yeniden dönüyor. Karakterin makale yazar gibi daha resmi ve akademik bir dille konuşması, bir anlamda mesleki deformasyonun ve o tipolojinin bir özelliği gibi dursa da bu durum ona belirli bir mesafe ile bakmamızı sağlıyor. Konuşma biçiminin doğallaştırılması, karakteri daha iyi anlamamıza ve onun içinde olduğu durumu, isyanını, öfkesini daha iyi anlamamıza yardımcı olabilirdi. Karakterde hissettiğimiz ciddi ve mesafeli tavır, onunla aramıza bir set çekiyor gibi. Oysa seyirciyle olan ilişkisi biraz daha samimi olsa, gerçek bir psikiyatrla konuşurken kendi psikolojisini daha katmanlı bir şekilde açsa ve bizi o şekilde kendi hikayesine ortak etse, çok daha etkileyici olabilirdi. Yine de görünmeyen meseleleri görünür kılarak kendi sınırlarımızı sorgulatan, seyircinin zihninde önemli soru işaretleri bırakan keyifli bir oyun.

Sahne 367’nin “Küçük Bir Rica” oyunuyla yeni metinlere ve yeni oyunculara alan tanıyan bir vizyona sahip olması, günümüz için oldukça önemli ve takdir edilmesi gereken bir çaba. Tüm ekibin emeklerinin karşılık bulması dileğiyle!

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Rumeysa Ercan

Yanıtla