Savaşlar, Felaketler ve Göç Çağı

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Zehra İpşiroğlu

Göçmenler Avrupa’ya Avrupalılardan daha çok inanıyorlar.

Felaketlerin kıskacındakiler

Göç çağında yaşıyoruz. Yerlerinden yurtlarından olan insanların sokaklara döküldüğü bir çağda. Yaşanan her felaket, dehşet verici doğa felaketleri, savaşlar, popülist ve otoriter yönetimlerin, dinsel ve milli ideolojilerin tetiklediği baskılar, sürekli olarak yeni yeni göçlere yol açıyor, yeni göçler yeni öyküler üretiyor hüzünlü, acılı, trajik, zaman zaman da umut dolu öyküler…

Kim bilir 6 Şubat 2023 de ansızın kaç kenti ve kasabayı yerle bir eden ve on binlerce kişinin ölümüne yol açan Doğu Anadolu ve Suriye depremi ne tür yeni göç dalgalanmalarına yol açacak, depremden canını zar zor kurtarmış olanlar yaşayabilmek için nasıl mücadele edecekler, bu süreçte ne tür travmalar yaşayacaklardır. Son yıllarda ardı arkası gelmeyen felaketlerle göç öylesine baş döndürücü bir hızla gelişiyor ki göçün ürettiği yüz binlerce öyküyü ancak kenarından, köşesinden bölük pörçük alımlayabiliyoruz.

Exil

Köln Schauspielhaus’da sahnelenen Nuran David Çalış’ın Exil oyununda ülkelerini terk etmek zorunda kalanlar öykülerini anlatıyor. Ukraynalı tiyatro oyuncusu Oleksii Dorychevskyi zaman zaman heyecan içinde, zaman zaman ağır aksak konuşarak, yer yer tökezleyerek kendi öyküsünü anlatırken, dev bir cam yapının ardında göç edenleri görüyoruz, valizler, eşyalar, naylon torbalar, çocuk oyuncakları, insanlar, vedalaşanlar, bekleyenler, sesler…Alabildiğine geniş ve aydınlık bir bekleme odasını andıran cam yapı arafta olmayı simgeliyor; geçmişten kopan ama geleceği de olmayan insanların kapatılmış olduğu bu camekan göz alıcı bir kafes gibi. Bu mekânın yarattığı duyguyu belki de en güzel Cemal Süreyya’nın şu sözleri açıklıyor:”Nasıl bir his biliyor musun? Oda çok geniş ama sığamıyorsun, bak kapı orada ama çıkamıyorsun, pencere açık ama nefes alamıyorsun”.

Ailesiyle birlikte Almanya’da kalan Oleksii memleketine dönecek mi dönmeyecek mi, onu nasıl bir gelecek bekliyor? Oleksii camın ardında kendi öyküsünü bölük pörçük anlatırken Ukraynaca, Almanca, özgün dil ve çeviri birbirine karışıyor. Cam yapının üstüne ve içine yerleştirilmiş olan küçüklü büyüklü ekranlarda göçe zorlanan Ukraynalılar kendi göç deneyimlerini anlatıyorlar. Savaştan kaçanların vatanları için kendilerini feda etmedikleri için suçlanması, kadınların eşlerini bırakarak apar topar göç etmeye zorlanması, ailelerin parçalanması, öfke ve korkular…Nuran Çalış bu oyuna ön hazırlık olarak farklı ülkelerden gelen kırk kişiyle röportaj yapmış. Göçmenlerin özgün deneyimlerine yer veren film çekimlerinde de bu röportajlardan kesitler yansıtılıyor.

Katlanan acılar ve umutsuzluk

Her göç hem bir umutsuzluk öyküsüdür hem de umut, her göç travmatik yaşantılar ve acılarla doludur. Ama daha uzak ülkelerden sözgelimi İran, Suriye ya da Afganistan’dan geliyorsanız umutsuzluk katlanır. Çünkü varılmak istenen Avrupa ülkesi göçmeni sınır dışı etmek için bin bir dereden bin bir su uydurur, bürokrasi, araştırmalar, çapraz sorgulamalar çarkı içinde oradan oraya savrulan göçmenlerin aşmaları gereken engeller büyüdükçe büyür. Hiç bitmeyen bir kâbus gibi.

Bu sahnelemenin belki de en çarpıcı yanı çok boyutluluğu. Ekranlarda hem tek tek göçmenlerin öykülerinden özgün anlatımları izliyoruz hem göçmenleri geldikleri ülkeye ve ten rengine göre çekmecelere yerleştiren söylemleri dinliyor ve önyargılara tanık oluyoruz hem de cam yapının içinde bekleyenleri görüyoruz.

Oyunun bir süre sonraki aşamasında geriye doğru sararak 2015 yılına ilk göç dalgasına kadar uzanıldığında cam mekanın içindeki Ukraynalıların yerini uzak ülkelerden gelen tuhaf yaratıklar almaya başlıyor. Uzak ülkelerden gelen yabancılarla ilgili korkularımızı maskeli ürkütücü yaratıklar simgeliyor; sisli puslu bir dünyanın içinde belirginleşen sonra yine yok olan grotesk hayaletler… Ama ekranda konuşan göçmenler sözgelimi güvenlik güçlerinin durmadan aynı soruları sorarak kendisini nasıl sorguladığını anlatan İranlı bir kadın, Almanya’ya geldiğinden beri nasıl ötekileştirildiğini dile getiren bir Suriyeli öğrenci vb. gerçek insanlar. Oyunculardan biri çok uzaklardan kaç kez ölümü aşarak Avrupaya gelmeyi başaranların iç burkucu öyküsünü cama çizerek anlatıyor, batan bir gemi, oradan oraya savrulan insanlar, eşyaların görüntüleri birbirine karışıyor. Camekânın bir köşesinde ise kahve içilen şık bir mekan görüyoruz. Bir masanın çevresinde oturmuş sohbet eden insanlar kim? Göçmenleri gözlemleyen ve denetleyen görevliler mi? Onların boş kahkahaları kulaklarımızda çınlarken, birbirinden dramatik ve trajik öykü parçacıkları havada uçuşuyor.

Oyunun çok boyutluluğu

Öykü parçacıklarının, söylemlerin, kabus görüntülerinin birbirine karıştığı bu kaotik dünya belki de yaşanan felaketler zincirini algılamakta ne kadar zorlandığımızı gösteriyor bizlere. Oyunun çok boyutluluğu, sesler, görüntüler, öyküler şu an içinde bulunduğumuz dünyanın karmaşalığına gönderme yapıyor. Öte yandan sahnelemedeki soyutlama, öykülerin parça parça anlatılması, yeni bir geleceği hayal eden insanların cam vitrinin ardındaki bulanık görüntüleri izleyiciyle sahne arasına bir uzaklığın oluşmasına yol açıyor.Empatiye ve özdeşleşmeye hiç de fırsat tanımayan bu oyun belki de gerçeğin kendisi. Çünkü öylesine bir karmaşanın içindeyiz ki olup biteni anlamakta ve hissetmekte zorlanıyoruz, her şey bir rüya gibi geçip gidiyor. Oyunun sonunda Midilli Adasındaki bir göçmen kampına bağlanıyoruz. Kampta sivil örgüt çalışanlarından biri oradaki koşulları anlattığı gibi terzihane, marangozhane, aşçılık, telefon ve elektronik eşya tamirciliği alanında yapılan çalışmaları da uzun uzun açıklıyor. Bekleme sürecini kolaylaştıran bir umut ışığı mı? Filistinli bir genç ise oradaki yaşamını ve bekleyişini anlatıyor.

Empati aranıyor

Bu sahnelemeden çok etkilenmekle birlikte ekranda gördüğümüz göçmenlerin öykülerinin çok daha elle tutulur, somut, kısaca çarpıcı olmasını isterdim. Çünkü insanların birbirlerini dinleme yetisinin giderek azaldığı, empatinin geri plana itildiği bir ortamda çoğu kez başımızı çevirerek yanlarından geçtiğimiz bu insanların öykülerini can kulağıyla dinlemeye

her şeyden çok ihtiyacımız var. Öte yandan öylesine bir görüntü bombardımanın içindeyiz ki dikkatimiz, duygularımız çok çabuk dağılıyor. Sanatın belki de en güçlü yanı dikkat ve duygu yoğunlaşmasına fırsat vermesi. Ama bu sahneleme bu fırsatı bizlere tanımıyor. Öyküler bize gerçekten dokunabilseydi, soyut sahne tasarımı, stilize oyunculuk, metaforik anlatım ve göç olgusunu farklı açılardan ele alan söylemlerle sahnelemede çok anlamlı bir denge kurulabilirdi. Empati ile düşünselliğe dayanan bir yaratıcılığın kaynaştığı bir noktada tiyatro mucizeler yaratabilir. Ama Exil Almanya’da son yıllarda izlediğim bir çok oyunda olduğu gibi çok iyi bildiğimiz gerçekleri çarpıcı bir sahne tasarımıyla ve teknik bir kusursuzlukla yansıtmakla yetinen bir oyun olmanın ötesine geçemiyor.

Metnin zayıf kalması

Bu açıdan toplanan malzemeyi biçimlendiren, yoğuran, böylece tek tek seslere can veren bir yazarın eksikliğini bu sahnelemede çok hissettim. Kuşkusuz Nuran David Çalış çok yaratıcı bir tiyatrocu, sahnelemede yarattığı imgeler, profesyonel oyuncuların ustalığıyla gerçek öykülerin (film çekimleri) birbirine karışması çok çarpıcı, yine de metnin zayıflığını oyun boyu hissediyoruz. Bugün tiyatro metninin giderek ikinci plana itildiği bir tiyatro anlayışının geçerli olmasının yarattığı eksiklik duygusu özellikle belgelere ya da yaşam öykülerine dayanan oyunlarda daha da belirginleşiyor. Bu açıdan Nuran Çalış’ın gelecekteki projelerinde aynı frekansı yakalayabileceği usta bir yazarla birlikte üretmesinin çalışmalarına yepyeni bir boyut katabileceğini düşünüyorum.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Zehra İpşiroğlu

Yanıtla