En Kötü Karar Bile Kararsızlıktan İyi (Mi Acaba)

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Pınar Erol

Biz bu Selim Özben’i tanıyoruz. Kimimiz onu BGST’nin “Yeni Bir Hayat İçin” oyunundan tanıyor, kimimiz etraftan, konu komşu, eş dosttan, kimimiz de kendinden… Doğru şeyi, doğru anda söyleyen Thespis gibi, tarihin en doğru anında öne çıkan adamlar hep olacaktı ama çoğunluğu oluşturmak için de “Selim” gibilere ihtiyaç vardı. Aman ha bunu maruz kaldığımız “doğru zaman doğru adam” sözüyle karıştırmayın. Öz-hakiki-gerçek benliğini arayan herkes “Özben” soyadı altında toplanabilir. Ne gam! Dünyayı değiştirenler, bu kararsız çoğunluktan değil; ısrarlı ve tutarlı kişilerden çıkıyor.

2001 yılında Cüneyt Yalaz’ın Uluç Esen ile birlikte kaleme aldığı ve tek başına oynadığı “YBHİ” oyunu, “Son Çağrı”ya ilham oluyor. Bir anlamda ona ağabeylik yapıyor. İlker Yasin Keskin, oyunu izlediği gün aklının bir köşesine yazıyor. Bir gün bu oyunu oynayacaktır. (Meğer yazacakmış da.) Aradan yirmi sene geçiyor. Bazı şeyler değişirken bazı şeyler fena halde aynı kalıyor. Kaçınılmaz olarak “ YBHİ”ye de güncelleme geliyor. Dönemin koalisyonu, tarihe geçen “anayasa kitapçığı, yazar kasa, kara çarşamba” olayları ile AKP’yi başımıza musallat ediyor. Oyun, bu geçiş döneminde (bu da bir araftır) sahnelenmeye başlıyor. Öncenin “Süleyman Hep Başbakan” şarkısının illallah dedirten ruh hali, “Beraber Yürüdük Biz Bu Yollarda” ile tavan yapıyor. O dönemin ortadirek Selim’i de şimdinin müşkülpesent Selim’ine dönüşüyor. Gelin biz onları I. Selim ve II. Selim olarak analım. 2000’de kendini arayanlar, 2022’te havalimanının dolambaçlarında kendini kaybediyor. Eskiden “eğlenenler” şimdi “nefes almak” için çıkışı arıyor. “Herkese iki anahtar” vaadiyle kurulan ev, araba hayali o hükümetle birlikte tarihe gömülürken; Emek Sineması’nı, Rumeli Hisarı’nın sahnesini, Atatürk Havalimanı’nı, Hasankeyf’i gömmek çılgın projeleriyle müstesna yeni hükümetin icraatlarından oluyor. Baki olan hüzün ve hayal kırıklığı ise anonimliğini koruyor.

Tüm gidişleri, birey olma yolculuğuna yorarsak eğer, havalimanları buna güzel mekân olmaz mı? Zira modern zaman hapishanelerinin en havalısı onlar. Kulağımıza çalınan müzik Frank Sinetra’dan geliyor. “Leaving on a jet plane” kadar temaya uygun bir açılış şarkısı olamaz. İşte yine o kadim soru: Gitmek mi zor, kalmak mı? (Anti) kahramanımız, “Terminal” filmine atıfta bulunarak arafta kalmayı seçiyor ve havalimanında yaşamaya karar veriyor. “Gitmek isteyip de gidemeyenler kervanına katılıyorum” derken işaret ettiği seyirciyi de o kervana katıyor. Böylece seyircinin empatisini kazanıyor. Mutlu olmak ve “yeni bir hayata” başlamak için gitmek istediğini söylerken ilk oyunun izinden gittiğini anlayan seyirciye de göz kırpıyor. Prömiyer tarihi, pandemi sebebiyle 20 Mart 2020’den 8 Mayıs 2022’ye alınırken “Yeni Bir Hayat İçin: Son Çağrı” da birbirinden ayrılıp nihai ismini alıyor. Artık sadece “Son Çağrı” duyuluyor. Bari buna kulak vermeli. Bu arada insanda tat-neşe bırakmayan Covid-19, oyunun yeniden yazım sürecini ele geçirip metne kendinden izler bırakıyor. Var olan sıkışmışlığı, ataleti iyice görünür kılıyor. Yetmezmiş gibi, zamanında sahnelenebilseydi o uçağa binecek olan Selim’e o şansı da çok görüyor.

Havalimanı dekoru çapraz şeritlerle stilize edilmiş. Sakın gülmeyin ama o x şekli gözüme x-ray olarak görünüyor. Hem ne demiş ünlü bir düşünür? “Görülmeyeni görürsen, görülmeyen görünür olur”. Bizimki engelli koşuda mübarek. Güvenlikti, pasaport kontrol noktasıydı, iç hatlardı, dış hatlardı derken her geçişinde o elektromanyetik alanı hissettiriyor. Saatini ve kemerini çıkarma detayını atlamayalım. Check-in’in check-up’a karıştığı bir yerdeyiz. Oyuncunun arada içinden geçtiği, kaçtığı, kovalandığı, arp gibi çaldığı soyut dekor, beklemediğimiz bir anda hastane de oluyor. Selim, elinde sarı kabin bagajıyla oradan oraya savrulurken ülke üzerine bir epitom resmediliyor. İşte bu noktada anlatılanlar bana fazla geliyor. Hepsi yerinde gözlemler, doğru saptamalar, haklı eleştiriler olsa da toplumsal olaylar, nostaljik özlemler, siyasi kararlar, ekonomik krizler, sanal kuşatmalar, hobi arayışları, olumlama varyetesi, evrilip çevrilen özlü sözler, dünürlük müessesesi, göç unsurları, Gezi olayları, Susurluk kazası ve daha fazlası üzerimize boca ediliyor. Bir oturuşta üç oyun izlemiş gibi hissediyorum. Şikâyetçi değilim, izlediğim acıklı güldürüden, İlker Yasin Keskin’in kıvrak, sempatik yorumundan çok zevk alıyorum. Selim karakteri üzerinden Korkut amcayı, eski eşi Esra’yı, Akp’li kayınpederini, kayınvalidesini, annesini, iş arkadaşı Cengiz’i, İvana’yı, patronunu, Hintli yogiyi, Joshua’yı ve mirketi canlandırırken ne değişik bir içtenliği var. Ama oyunun gezindiği konu başlıklarını doğaldır ki burada açamıyorum.

Aklıma Macide Tanır geliyor. Lelo Belon’un “Öyle Bir Sevgi ki” oyununda taşıdığı bir bavul var. Oyun bitince, bavulun yeterince dolu olmamasından duyduğu üzüntüsünü dile getiriyor. “Olsun, kimse anlamadı” cevabı üzerine “olur mu hiç! Ben anladım, yetmez mi?” diyerek bavulu taşıma gestus’unun oyunculuk ölçeğini nasıl etkilediğini beyhude anlatmaya çalışıyor. İlk bakışta Türkiye’den Almanya’ya göçen birinin, o kadar küçük ve yeterince dolu olmayan kabin bagajına sığmasını yadırgasam da oyun ilerledikçe bu kabul edilebilir oluyor. Gitara, İvana’ya dönüşmesiyle işlevselliği zenginleşiyor. Peki ya “You Can Leave Your Hat” şarkısının ortamı ısıttığı ana ne demeli? Üff! Yer yer de bir müzik kutusunun açılıp ortama eskinin huzurunu, mutluluğunu yaydığını hissediyorum. Berke ve İlke Hatipoğlu’nun dikkat çekici seçimlerini ve tasarılarını beğeniyorum. Havalimanın dinamik (yeşil, mor) renkleri kısılınca bir bakıyoruz Umut’un evinde muzur işler peşindeyiz. Işık seyirciyi de aydınlatınca hoop bu sefer bir komedi kulübüne ışınlanıyoruz. Işık tasarımı, operatörlüğü ve efekti üstlenen Levent Soy ve Günkut Güven, ellerinize sağlık. Deniz Aydın, Kenan Özcan, oyun fotoğraflarına baktıkça her birinin hangi sahnede çekildiğini söyleyebilirim artık.

Hiç olmazsa şu stand-up konusunu açmak istiyorum. Tek kişilik oyunların stand-up’a kaçma tehlikesi ve fenası öyle sanılma yanılgısı şurada dursun, onun has tiyatrocuları fark ettiren katalizörlüğüne odaklanalım. İsteyen herkesin kendini attığı o sahne, belli ki tiyatro sahnesi değil. Bakmayın buranın güldürü platformu olmasına. En esaslı konular burada konuşuluyor. Göç meselesinin marjinallikleri yüksek sesle burada tartışmaya açılıyor. Oyunda kullanılan bu biçem, onca konuyu birbirine bağlamakta, derleyip toplamada iyi iş görüyor. İlk oyunda, otuz beş yaşına kadar herhangi bir işte meşhur olmazsa intihar edeceğini söyleyen I. Selim’in şöhret arzusu, II. Selim’de “Açık Mikrofon”da, kamera önü oyunculuk kursunda tezahür ediyor. II. Selim, seyirciyle interaktif bir ilişki kuruyor. Ne ki 8. Amed Festivali’nde ilginç bir şey yaşanıyor. “Aranızda vize başvurusu yapan var mı” sorusuna hiç yanıt gelmiyor. “Nasıl yani, aranızda bu ülkeden gitmek isteyen hiç kimse yok mu?” ısrarına ise vurucu açıklama geliyor. “Hepimizin yurtdışı yasağı var!”

Hep tek kişilik diye andığım oyunun aslında bir de eşlikçisi var: Olmadık yerlerde, olmadık kişiler olarak karşımıza çıkan Tuba hanım. Ona sesini veren Zeynep Okan, oyuna radyofonik bir lezzet katarken sahnedeki oyuncuya da yön veriyor. Cüneyt Yalaz, bu sefer iki yüzden fazla oynanan ve Avrupa görmüş oyununun sahnesinden inip Duygu Dalyanoğlu ile birlikte rejiye geçiyor. Yalın bir sahnede oyuncusuna yer açan bu dil onlara ait. BGST’nin bir geleneği var. Tiyatroyu birbirinden öğrenip yine birbirine öğretiyorlar. Oyun çalışırken önerilerle ilerliyorlar ama her zaman sahnede yeniden yazıyorlar. Bu oyun da çıktıktan bir süre sonra, Eylül 2022’de bir kez daha yazılıyor.

Oyunu 12 Mayıs’ta Boğaziçi Üniversitesi Demir Demirgil Salonu’nda izliyorum. Biraz önce deniz manzarasına karşı kahvemi içtiğim yer, şimdi oyunda karşıma çıkıyor. İyi ki buradayım. Mekânın uzamı nasıl da anlamlandı. Rol aldığı kısa filmde Boğaziçili bir akademisyeni canlandıran Selim’in, kazara kahraman oluşunu izlerken, gençlerin niçin aşağı bakmayacağını hatırlıyoruz. Apolitik bir beyaz yakalıdan kahraman çıkaramadığımız gibi, ondan beklediğimiz hesaplaşmayı da göremiyoruz. Belki de o kaçıp/kalkıp buralara kadar gelen Hintli yoginin dediği doğrudur. Ne yapsa değiştiremediği dünya yerine, acaba bilincini mi değiştirmeli insan? Artık seçimden seçime oy kullanmanın yeterli olmadığı asgari vatandaşlık bilincine, sandığını korumak da ekleniyor. Ey kararsızlar, “boşuna uğraşmayın, atı alan Üsküdar’ı geçti, haberiniz yok” cümlesini bir kez daha kurmaya yeltenmesinler diye; bahar bir daha rötar yapmasın diye; size müstahak demesinler diye; boğazımızdan şöyle rahat bir nefes geçsin diye ya da sadece mutlu olalım diye karar verin, oy verin. Özlediğimiz o rahat uykuya sonra dalabilmek için şimdi uyanmamız lazım. Yoksa yeni bir hayat için bu gerçekten son çağrı olabilir.

P.S.: Sevgili yurtdışına kapağı atan, kaçıp kurtulan seçmenler, siz de oy verin. Yoksa sizin yerinize ülkeyi istila eden Arapların saçını ekmek de Araplara kalacak! Seçim sizin.

Yazar: İlker Yasin Keskin

Yönetmen: Cüneyt Yalaz, Duygu Dalyanoğlu

Seslendirme Sanatçısı: Zeynep Okan

Ses & Efekt Tasarım, Sahne Tasarım: Berke Hatipoğlu, İlke Hatipoğlu

Işık Tasarımı: Levent Soy

Işık Tasarımı, Işık Operatörü: Günkut Güven

Fotoğraf: Deniz Aydın, Kenan Özcan

Oynayan: İlker Yasin Keskin

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Pınar Erol

Yanıtla