Ödenekli Tiyatrolardaki “Toplu Histeri”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

 Hakkı Yüksel

Bir inanç ortalığı kana boyuyorsa, o inanca sarılıp kalmayın.

İnsanı canından eden bir yasa yanlış bir yasadır.”

(Cadı Kazanı, Arthur Miller- Çev. Sabahattin Eyüboğlu)

Belli bir grup, içinde bulundukları çıkmazdan kurtulmak ve kendilerini otoriteye karşı haklı göstermek için başkalarını “cadılıkla” suçlar ve bağlamından koparılmış delillerle toplumun genelini de ikna ederek toplu bir histeri yaratır. Bu histeriye kapılan muktedir güçler, suçluları yakalar ve onlara olmayan suçlarını itiraf etmeleri için türlü işkenceler yaparlar. Nihayetinde cezaları idam olur.

Arthur Miller’in pek çok kişinin “komünist” olmakla suçlanıp saldırgan soruşturmalara uğramasına neden olan McCarthycilik olayını hicvetmek için 1952’de yazdığı “Cadı Kazanı” adlı oyunun yukarıda yapmaya çalıştığım kısa özeti, ülkemizdeki politik konjonktürün içinden bakıldığında ne kadar da tanıdık bir senaryo. “Cadılık” kelimesini çıkarıp yerine terörize edilmiş gruplardan birini kasteden yeni literatürdeki başka bir sözcüğü koyduğumuzda, yukarıdaki paragrafın 2023 Türkiye’sini özetlediği söylenebilir. 17. yy’da Salem kasabasındaki cadı mahkemeleri üzerinden toplu histeriye kapılmış siyasi ve dini otoriteler ile bireysel vicdanın çatışmasını, doğru ile yanlışın çekişmesini anlatan oyun, bu çatışmanın kendi trajedimize dönüştüğü bir dönemde, bu yıl İBB Şehir Tiyatroları tarafından yeniden uyarlandı. Direklerarası Tiyatro Ödülleri’nden “en iyi prodüksiyon” ödülü alan oyun, Yiğit Sertdemir’in yönetmenliğinde sahneye taşındı.

Klişe mizansenler ve eskimiş sahne numaralarıyla meşhur ödenekli tiyatroların projelerine mesafeli bir duruşum olsa da günümüz dinamikleri içinden böyle bir klasiğin yeniden ele alınması beni heyecanlandırmıştı. Üstelik oyunun, kendi tiyatrosu Kumbaracı50’deki başarılı prodüksiyonlarıyla tanınan Yiğit Sertdemir’in rejisiyle sunulacak olması beklentilerimi daha da arttırmış oldu.

Ödenekli tiyatroların tiyatro sanatı ile ilgili algılarıyla, Salem kasabasının toplu histeriye tutulan halkına ne kadar benzediğini görmüş oldum yine. Bahsettiğim bu histeriyi yaratan meseleleri, başlıklar haline getirerek oyunun sahnelenişine eleştirel bir okuma yapmaya çalışacağım:

a)Metnin Kutsallaştırılması:

Ödenekli tiyatroların sabit huylarından biri olarak, oyun metninin tek başına başat unsur olageldiği zamanlardan bu yana sanki hiçbir şey değişmemiş; hiçbir tarihî, sosyolojik, sanatsal gelişim yaşanmamış gibi metni kutsallaştıran bir sahnelemeyle karşılaştım.

Metni yeniden ele almanın, bugünden okuyor olmanın anlamı hiçbir sahne unsuruna ne yazık ki yansıyamamıştı. Metnin önemini sarsması gereken ve metni içinde bulunduğumuz sosyolojik gerçekle ilişkilendirecek hiçbir sahneleme aracı mevcut değildi.

Oyuncular bazı repliklerini neredeyse bir aforizma ilan eder gibi haykırarak söylüyor, duygu yükselmelerindeki ses değişimleriyle Muhsin Ertuğrul’dan bu yana süregelen star mekanizması alışkanlığıyla rol kişisi yerine oyuncunun kendini görünür ettiği bir mizansen yönetimi tercih edilmişti.

Rozet Hubeş’in oyunculuğu göz dolduruyordu. Ancak sırf bu yüzden ve muhtemelen şehir tiyatrolarındaki hiyerarşik sebeplerden ötürü çok önemli bir rolde olmayan oyuncu fazlasıyla ön plana çıkarılmıştı. Bunun yanında oyunun baş kişisi John Proctor rolünü canlandıran oyuncuysa daha arka planda kalmıştı.

b) Sahne zenginliğiyle fakirleşen anlam:

Sahne düzeni, minimalizmden tamamen uzakta bir anlayışla hayli zengindi. Ancak bu zenginliğin birkaç hoş numaranın izleyici üzerinde yarattığı olumlu etki dışında oyuna herhangi bir katkısı olduğunu düşünmüyorum.

Oyun, perde açılmadan 5 dakika önce, perde arkasından gelen “cadı ayini” sesleri ve yüksek volümlü, ürpertici bir müzikle başladı. Bunun hoş bir başlangıç olduğunu düşünüyorum. İzleyiciler henüz perde açılmadığı halde, dikkatlerini sahneye verdi ve oyuna karşı bir heyecana kapıldı.

Perde açıldığında oyun boyunca değişmeyecek olan temel bir dekorla karşılaştık. Sahneyi üçe bölen, tahta plakalarla yerden yükselen oyun alanları bulunmaktaydı. Bir prolog olarak kabul edebileceğimiz ilk sahnede kızlar orta bölümde kazan başında dans ederek bir cadı ayini gerçekleştirirken Peder’e yakalanırlar ve sonraki sahnede Peder’i dua ederken görürüz.

Pederin evi için sahnenin orta ve sol bölümü kullanılırken, sahnenin sağı sokak olarak kullanılmıştı. Neredeyse oyuncuların hepsi bir şekilde sahnede bulunduğundan iç içe girmiş, karmaşık bir kalabalık görünüyordu. Bu kalabalıklık durumu, sahneye odaklanmayı yeterince zorlaştırmıyormuş gibi bir de nedense oyuncular sahneye giriş ve çıkışlarını sahne önünü bir yol olarak kullanıp gerçekleştirdi. Bunun oyuna hiçbir katkısı olmadığı gibi, hem sahnede devam eden oyunu fiziksel olarak kesintiye uğrattı hem de metni bilmeyen bir alımlayıcı için sahne üzerinde gerçekleşen olaylara odaklanmayı zorlaştırdı.

Oyuncuların 17.yy. dönem kıyafetleriyle oynadığı oyunda sahnenin iki köşesinde zaman zaman üzerine ışık düşülen ağaç maketleri vardı. Bu göstergeyle oyun sonu kurulacak dar ağacına işaret ediliyordu.

Sahnelemede beğendiğim bir başka unsur, oyunun ikinci perdesinde yine bir ses efekti ile sahnenin üstünden düşen ve cadı mahkemelerince idam edilen Salem halkını temsil eden kukla insan bedenlerinin ipe asılı olarak sarkıtılmasıydı. 150 dakika süren oyunda bu tarz numaralarla seyircinin heyecanı ve dikkati diri tutulmaya çalışılmış. Oyunun müziklerini yapan Emrah Can Yaylı’nın da bu konuda üstüne düşen vazifeyi layığıyla yaptığını düşünüyorum.

Sahnedeki yoğunluk zaman zaman anlamı bulanıklaştırsa da orijinalliği tartışmaya açık olan birkaç güzel numarayla sahneleme anlamında ortalama bir başarı yakalandığını söyleyebilirim.

c) Seyirci Dramaturjisi

Oyunu, bir Ramazan günü, Kağıthane’deki Sadabat Sahnesinde izledim. Görece uygun bilet fiyatlarıyla tüm koltukları dolu olan sahne, ilçenin sosyolojik durumu göz önüne alındığında çoğu seyirci için bir iftar sonrası eğlencesi olarak görülmekteydi. Bu sebeple de oyun arasında fuayede kulak kabarttığım seyirci sohbetleri oyun hakkında haksız yorumlarla doluydu. Oyunun ikinci perdesine katılım düşüktü. Sıkılan seyirciler salonu terk etti. Biraz daha sebatkâr olanlarının sohbetlerinden yaptığım çıkarımlarla oyunun anlaşılamadığına üzülerek şahit oldum.

Bu anlaşılamama durumunu sadece alımlayıcının sosyokültürel birikimiyle açıklayamayız. Oyunda dramaturjik açıdan bazı net problemler göze çarpıyordu. Örneğin oyunun baht dönüşleri yeterince vurgulanmamıştı. Kızların suçlamaları hiçbir zemine oturmuyor veya sadece kişisel ihtiraslara bağlanarak yüzeysel boyutta irdeleniyordu. Metindeki kölelik temasınaysa asla değinilmemişti. Marksist terminoloji ile baktığımızda alt yapıdaki problemler ve Peder’in para ile olan ilişkisi metin bağlamında dile getirilmiş olsa da anlaşılır bir görünürlükte değildi.

Özetle, kendine kurduğu bir post-truth evrende iktidarını kaybetmemek için gerçekliği çarpıtan siyasi ve dini otoritenin körüklediği ve toplumun geneline yaydığı toplu histeri haline karşı bireysel vicdanların pasif direnişini anlatan oyun, kendini yenilemek için müthiş bir direnç gösteren şehir tiyatrolarının onca maddi olanağa rağmen sıkıca sarıldığı eskimiş, klişeleşmiş sahne araçlarıyla ve belki de yeterince özgür olamayışlarıyla beraber yeniden yorumlanmış.

Dilerim ki ödenekli tiyatrolarımızın kendi içinde kurduğu ve herkesçe kanıksanan düzenin içinden bir gün bir John Proctor çıkar ve bu kısır çemberi kırar. Başarılı ve saygıdeğer tiyatro oyuncularımızın, sahne tasarımcılarımızın, dramaturg ve yönetmenlerimizin sanatlı, yaratıcı duruşlarını kendi ısısı içinde yavaş yavaş eriten kazana tekme atılır.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Hakkı Yüksel

Yanıtla