Bir“Peer”i Masalı: Kimsin ben? (Peer Gynt Düzenleniyor – Tiyatro Pax)

Pinterest LinkedIn Tumblr +

                                                                                                           Ferhan Petek

Tiyatro her zaman var olacak. Belki arada sallanacak, belki karalanacak, belki yaralanacak, belki biraz küsecek ama bizi asla bırakmayacak. Her aldığı darbede yeniden şahlanacak hatta daha güçlü olarak yeniden doğacak. Yaralarını çabucak sarıp her seferinde ayaklanacak. Ne dijital dünyaya yenilecek ne yapay zekâya ne pandemiye ne karantinalara… Bu iddialarımı kanıtlayacak bir ekip ile daha tanışmanın haklı huzuru içindeyim.

İnsan denen varlık, daha kendi “var olmuşluğunu” anlayamadığı zamanlardan bu yana kendini aradı. Belki bile isteye belki farkına bile varmadan girdiği bu yoldaki en iyi rehberi can yoldaşı da hep tiyatro oldu. Faust boşuna kendi zamanından çok öteye taşmadı. Ya da Every Man bugün hala aramızdaysa bu durumun nedenini de tiyatrodan daha iyi açıklayan olamazdı. İstanbul’da, Kadıköy Çarşı’da bir grup genç de belki kendi varlıklarını sorgularken karar verdiler Ibsen’in Peer Gynt’sini sahnelemeye. Biz Goethe’nin Faust’u mu, Ibsen’in Peer Gynt’si mi derken onca yıl sonra yeni bir soru sordurdular seyirciye: Pax’ın “Düzenleniyor” olması mı?

Par’dan Pax’a giden yoldaki aydınlık yüzlerden ve sanatla bakan gözlerden bahsetmeden önce Peer Gynt’ye bir selam vermeden geçmek istemem elbette. Her yıl dünyanın dört bir yanında birçok ekip tarafından sahnelenen bir oyun Peer Gynt. 1867 yılında Ibsen’in kaleminden çıktığından beri el üstünde tutuluyor. Yalancılık ile hayalperestlik arasındaki ince bir çizginin üzerinde yürümeye başlayan Peer Gynt, oyunun aslında beş perde boyunca oradan oraya savrulurken kendi beyanına göre “kendi” olmaya ve öyle kalmaya çalışıyor. Kral olma hayali ile yanıp tutuşan bu genç, düğünden gelin kaçırıyor, köylüler tarafından dışlanıp dağlara yerleşiyor ve annesi öldükten sonra da doğduğu topraklarla tek bağı sevdiği kız Solveig onun peşinden dağlara çıkıyor. Ama Peer Gynt bu durur mu, maceradan maceraya koşmaya devam ederken kendini cinler âleminde buluyor. Faust’taki modern ve geleneksel savaşını Ibsen, Solveig ve Peer Gynt üzerinden hissettiriyor. Seyirci de onlarla birlikte oradan oraya sürükleniyor. E ecel gelip kapıyı çalıyor ama Peer Gynt’e yatacak bir yer bulunamayınca o da dünyaya geri gönderiliyor. Onun değerlerle yüzleşmesi, seyirciyi de kendi ile ve içinde yaşamaya zorunlu bırakıldığı düzenle yüzleşmesine vesile oluyor.

Gelelim bizim düzenlemeye. Oyunun sürprizi kaçmasın diye asla açık vermemeye çalıştığım aşırı eğlenceli ve bol göndermeli girişinde yer alan şarkının sözlerindeki gibi “Düşleri ve hayalleri bu dünyaya sığmayan” Peer Gynt, bizim çocukların elinde bambaşka bir biçimde ama yazıldığı ilk gündeki özünü koruyarak sunulmuş seyircisine. Tabir-i caizse Pax ekibi, Peer Gynt’yi elinden tutup onu Kadıköy Çarşı’daki kendi sahnelerine getirmişler sanki. İnatla sanat yapan kocaman bir ekip kurmuşlar ve neredeyse her şeyi birlikte yapmışlar. Beş perdelik oyunu iki perdeye düşürdüklerini ancak oyun arasındaki kendi beyanlarında fark edebildiğim oyun öyle sürükleyici ve gerçekten eğlenceli olmuş ki izlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamak çok zor. Her şey ortada, gizli saklı yok. Ne sözlerde, ne dekorda, ne kostümde… Çünkü oyun da sahnede kulis de… Oyunu bu hale getiren, uyarlayan, yöneten yetinmeyip bir de oyuncu ekibinde yer alan Batuhan Gelener. (Pardon eksik olmasın, bunlar da yetmemiş müziklerini de Batuhan Gelener üstlenmiş.) Zaten oyunda şarkıları canlı canlı söylüyorlar. Sesler, efektler her şey ortada, her şey insanda. Işık hariç teknolojiye çok da tamah edilmemesi beni bireysel olarak ayrıca mutlu etti. (İşine bak yapay zekâ!)  Ekin Kıvanç Kavurma, Fırat Kırca yardımcı yönetmenler. Her ne kadar kostüm diye geçse de o canlılık hissi ve bence fazlası ile “yaşıyor” olmasıyla oyuncu ekibinden olduğunu düşündürten kostümler de Elanur Yıldız, İnci Oğuz ve Öykü Çakmak emeği. Alperen Aldanmaz, Bekirhan Ak, Bora Akın, Can Çelik, Egemen Topcu da oyuncu kadrosundan. Oyunun broşüründe yer alan tanıtım yazısı da şöyle:

“Elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan, derme çatma bir kumpanya… Norveç’te annesiyle yaşayan hayalperest bir gencin macera dolu hikâyesi… Hakikat ve düşlerin iç içe geçtiği bir yolculuk…” 

“Hayat varsa umut da var demektir.”

Peer Gynt aslında iki yıldır “düzenleniyor”. Yeni bir oluşumun iki sezondur ayrıca gayet de iyi denilebilecek bir seyirci ile aynı oyunu sahnelemesi bu devirde ve buralarda bence iyiye işaret bir durum. Pandemi sürecinde sahneler teker teker kapanırken bu deli”can”lı gençler kolları sıvıyor ve “tarla sattıran” bu sanata gönül vermekle kalmayıp eyleme geçerek tiyatrolarını kuruyorlar. Önce “Par”lıyorlar. Tıpkı Peer Gynt gibi ilerleyen Par sonunda kendini buluyor, kendi oluyor ve bu sene “Pax” olarak tiyatroya “sulh” getiriyor. Ekibin büyük bir kısmı tiyatro aşkını, eğitimini, birikimini ve tüm deneyimini Bursa’dan İstanbul’a taşıyanlardan. Bursa Ekim Sanat ailesinden olan bu gençler, yuvadan uçup İstanbul’a konunca bu ruhu ve sanat ateşini oraya da götürmüş oluyorlar.

Oyun da kurulan tiyatro da tam anlamı ile bir ekip işi. Hem kurum olarak hem sahne olarak hem oyun olarak her şeyleri apaçık. Par ismini artık kullanmayacaklarını da öyle kılıf uydurmak, yok “öyle gerekti” yok “canımız öyle istedi” gibi bahanelere başvurmak yerine direkt sebebini belirterek açıkladılar. Bu açıklıkları oyunda da bolca var. Tüm oyuncular, iki perde boyunca kılıktan kılığa giriyorlar. “Sahnede öyle çok el kol sallanmaz” denir ama bu gençler kendilerini yerden yere atıyorlar. Hatta bazen de birbirlerini. İzlerken bir yerde durduğundan emin olunan bir oyuncu, bir göz kırpması süresinde başka bir yere “uçmuş” oluveriyor. Eğlendiriyor, hüzünlendiriyor, neşelendiriyor, çekiştiriyor, kolundan tutup oradan oraya sürüklüyor, acıtıyor ve derin düşüncelere daldırıyorlar seyirciyi. Teknolojiyle de çok muhatap değiller. Perdenin arkasında türlü şekillere giren basit bir ışıkla yıllar, yollar, mekânlar aştırıyorlar. Ha birkaç dış ses var tabi ama hani o da öyle çok bir teknolojik hissi vermiyor. Hatta kaldırsalar üzülmem, o derece. Oyunculuklardan tek tek bahsetmemeye çalışıyorum çünkü her biri sayfalar sürer. Gözlemlerimi özetlemeye çalışabilirim ancak: Her biri olması gerektiği gibi enerjik, anlaşılır, alçak ya da yüksek değil gerektiği kadar tempolu, kendini takip ettiren bir an bile kaybetmeden izlenilebilir, sevimli, doğal, gerçek… Ha bir de çok “yerel”. (Bu minnak vurguyu oyunu izleyince anlayacaksınız.)

Neyse ben kapatıyorum, çok yazdım yine. Cereyan yapacak sonra. Biraz daha uzatırsam oyundaki tüm sürprizleri ortaya dökeceğim diye çekiniyorum. Çünkü gidin, görün, izleyin, o yolculuğa kendiniz çıkın istiyorum. Ben şimdi gidip biraz “kendim” olacağım. Size şimdiden iyi seyirler diliyorum.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Ferhan Petek

Yanıtla