Bu Kaçıncı Son? “Son Çağrı” ve Bitmeyen Göçebeliğimiz

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Esra Dicle

Oğuz Atay’ın ölmeden önce Geleceği Elinden Alınan Adam ismini verdiği bir anlatının taslağı üzerinde çalıştığını biliyoruz. “Son Çağrı”nın başında hızlı bir Tutunamayanlar anıştırması-bileşimiyle Selim Özben olarak karşımıza çıkan anlatıcı-karakter de geleceği elinden alınan biri. 

Kapitalizmin doğurduğu yeni yoksullaşma biçimleriyle, ekolojik ve ekonomik krizler, savaş, göç gibi travmalarla sarsılan beyaz yakalılardan  Selim Özben’i, yaşadığı coğrafyada öngörülebilir, hayal edilebilir ve/ya güvenilir bir gelecek algısını tamamen yitirdiği noktada tanımaya başlıyoruz. Havaalanında, bir yanıyla kaotik bir yanıyla mekanik hayatını sürdüremez olmuşken, mevcut hayatından onu kurtarmayı vadettiği ölçüde cazip bir imge olarak beliren bir başka ülkenin kapısında. Yani göçebeliğin eşiğinde. Fakat o eşikten atlayış ekonomik, psikolojik, politik nedenlerle oldukça zorlayıcı bir hâle geldiğinde hikâye gelişmeye başlıyor.

Selim’i bir öte/ütopik mekân arayışına götüren koşulları görüyoruz önce. Yakın geçmişten uzak geçmişe doğru açılan anlatı geliştikçe kayıp ve yas duygusu belirginleşiyor. Selim’in önce aşk, evlilik, aldatma-aldatılma, terk edilme, boşanma döngüsüyle deneyimlediği ve oyun boyunca üstesinden gelemediği görülen kayıp duygusu ve aslında farkında bile olmadığı için sağlıklı bir şekilde deneyimleyemediği yas hâli, kişisel olan ile kamusal olanın kesiştiği yerde derinleşiyor. Çünkü sevilen yitirildiği gibi (Esra) sevilenle birlikte geçirilen zamanlar (geçmiş) ve o zamanları hıfzeden mekânlar (Emek Sineması, Rumeli Hisarı Sahnesi, Hasankeyf) da yitirilmiştir. Oyun boyunca sürekli birbiriyle yer değiştiren havaalanı-hastane imajları, Atatürk Havaalanının bir hastaneye dönüşmesini, yine aynı işleve gelen kokteyl/içki-serum şişesi de hastalığı reddeden bilinçaltının işidir. Değişim, yok oluş silsilesi öyle hızlı gelişir ki kayıp ve dolayısıyla yas, özne tarafından tam anlamıyla kavranamaz. Geçmiş, şimdi ve geleceği kendi yaşantısında birleştiremez hâle gelen Selim, kendi bütünlüğünü de koruyamaz. Şimdi’de yaşanan ekonomik kriz ile birlikte alım gücünün düşmesi ve yaşam standartlarını koruyamaz hâle gelmesi, politik krizlerle gelecek umudunu kaybetmesi, sosyal medya bağımlılığıyla sanal bir hesaba indirgenip kendi varlığına yabancılaşması Selim’i uzak geçmişin hatıraları ile yakın geleceğin hayalleri, kalma ve gitme düşünceleri arasında parçalar. 

Selim’in, 80’lerin sonu 90’ların başında geçtiğini anladığımız çocukluk-ilk gençlik yılları; walkman, blendax, tebeşir gibi çağrışım yükü olan nesnelerle, Fahriye Abla izdüşümü Tülin Abla’ya ve Mahmut Hoca izdüşümü ilkokul öğretmenine, kalabalık ama mütevazi sofralara dair hatıralarla; izlenen filmler, dinlenen şarkılarla, çok yoğun olmasa da nostalji duygusunun içinden sökün eder. Geçmişin, bir albüme bakarken kimi hızlı geçilen kimi saatlerce bakılan fotoğrafları, şairin dediği gibi, “güzel anılar gibi hüzünlü / hüzünlü şarkılar gibi güzel”dir. Kendini başka bir ülkede yeniden var etme hayalinin askıya alındığı eşik-mekânda, havaalanında Selim’in hayatının gözlerinin önünden film şeridi gibi geçmesiyle başlayan parçalı hatırlama edimi, yavaş yavaş kayıpların kavranmasına, geçmiş ve şimdi’nin mukayesesine, hayatın hesaplaşmasına dönüşür. Nitekim sinema bileti, konser bileti gibi küçük hatırlama nesneleri haricinde büyük bir boşluğu barındıran bavuluyla başka bir var oluş ihtimalinin kapısına dayanan Selim’in iki büyük çarpı şeklinde, yeşil neon ışıklı, geçiş iznini ve yasağı-engeli aynı anda ifade eden dekorun arasında hareketi ve hareketsizliği, bağlanma ve kopuşu, geçmiş ve geleceği arasındaki gerilim sergilenir.

Bu sürecin sonunda Selim kendisini yutmak üzere olan “içindeki boşluk”la yüzleşir, bu boşluktan kaçmak için kişisel gelişim kursundan yogaya, stand-up oyunculuğundan sinemada figüranlığa savruluşuyla ve  maddi-manevi sıfırı tüketmesiyle de. 

Burada tüm bu hatırlamaların-yüzleşmelerin geniş bir duygu ve temsil  repertuvarıyla sunulduğunu belirtmek gerekiyor. İlker Yasin Keskin, tempolu, özellikle Korkut Amca, Esra, Kayınpeder, Kayınvalide, Cengiz vs gibi yan-destekleyici-keskin hatlarla çizilmiş rollere geçişlerdeki akışkan ve kontrollü oyunculuğuyla  normalin akıl dışılığını, kaosun sıradanlığını, zenginleşenleri, yoksul düşenleri, hastalıklı bedenlere indirgenmiş var oluşumuzu sahnede bölünerek, çoğalarak, dönüşerek, temsil ve tetkik ediyor. Melodramdan farsa, hikâye anlatıcılığından drama, parodiden kara mizaha, sadece ofansif mizah yapamıyor, farklı üsluplarla kurulan ve seyircinin içeriğe yaklaşımını yöneten episodik yapı oyuncunun hakimiyetiyle ve ışık tasarımının desteğiyle birbirine bağlanıyor. Mizah da melodramda da en yüksek tonda kurulduğunda dahi bu kontrollü aktarım sayesinde, üzerine konuştuğu derdi, acıyı değersizleştirmeden veya patetik bir duygululuğa boğulmadan ele alabiliyor.

Evet, Selim’in cebi boşaldığı gibi iç dünyası da yoksullaşmıştır, düşünsel derinliği, estetik zevki, politik tutumu, yoktur. Vergi vermek, oy kullanmak gibi vatandaşlık görevlerine indirgenmiş bir ilişkisi vardır iktidarla. Kendi değerlerini ve yaşam alanını koruma mücadelesinin başlı başına politik bir eyleme dönüşmesi çerçevesinde Selim de politikleşir ancak. Devletin kendi kodlarını dayattığı, bu kodlara uyumlanmayınca dışarı attığı bir figür olarak, “içerdeyken bile göçebedir” ve politiktir. Diğer yandan nedamet getirmiş bir yetmez ama evet’çi olduğunu anladığımız Selim’in aktivizmi yüzeyseldir; Gezi Direnişine arka sıralardan katılmış, Boğaziçi Direnişi eylemlerine tesadüfen karışmış, yanlışlıkla gözaltına alınmış, karakolda olaylarla bir ilgisi olmadığını, devletine bağlılığını beyan etmiş, bir tek o salıverilmiştir.  Selim politik bilince, eylemliliğe sahip bir karakter değildir ama ekonomik ve psikolojik olarak yaşadığı yoksulluk politiktir, oyun da bunu görünür kılar. “Son Çağrı”, orta sınıfı yoksullaştıran mekanizmaya etraflıca bakmasa da, yoksulluğa dair politik bir bakış üretir. Ajitasyona, nostaljiye kapılmadan söz konusu kayıpların, en çok da gelecek fikrinin kaybının insanın bedeninde ve ruhunda yarattığı tahribatı araştırıp bunun ardındaki politik iklimi işaret eder.

Bu noktada, müzmin kararsız Selim’in ülkede kalma kararının, oyunun kaçış noktasında bize ne söylediğine değinmek istiyorum. Hayatı boyunca, belki de hiçbir şeyle derinlemesine bir ilişki kur(a)madığı için hep iki seçenek arasında kararsız kalan Selim ilk defa tüm koşullara rağmen bir “yer”de ısrar etme kararı alır. Peki tüm bu süreç ve alınan kararın sonrasına dair ne ima edilir? Selim bu süreçten ne öğrenmiştir? Yaşam pratiklerinde, davranış biçimlerinde küçük  değişikliklerden fazlasını öngörmek zor, annesini daha çok görecek, hakkını daha kuvvetle arayacak, belki yeniden âşık olacak, iç dünyasını besleyecek kültürel faaliyetlere daha çok zaman ayıracak, işe Budala romanını okuyarak başlayacak (Eyvahlar olsun)  Sistemin kodları ve dayatmalarıyla uyuşmadığı için sersemlemiş, gündelik hayatın acemisi olarak sürekli bocalayan, bazen küçük hesaplara, bayağılıklara bulaşsa da iyiliğin, saflığın, ruh temizliğinin temsilleri olan, üzerinde durmaya çalıştıkları zemin sürekli kaydığı için tutunamayan, aylaklıkla budalalıkla, enayilikle, boş romantizmle itham edilen Selimlerin Mişkinlerin, tam da bu nitelemelerle sağlaması yapılan erdemleri, hasta toplumu iyileştirmeye yetecek mi? Pekiyi, bu reçeteyle sistemin böylesine dışına itilmiş öznelerin, kendilerini bir şekilde ve bir yöntemle “özgürleştirseler” dahi politik olarak özgürleştirici, dönüştürücü bir işlev üstlenmeleri mümkün olabilir mi? Son çıkışların, son seçimlerin, son çağrıların bitmediği bir coğrafyada yeni bir dil, eylem, politika üretebilirler mi? 

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Esra Dicle

1 Yorum

Yanıtla