Tutkulardan Düşlere: “Hardlove”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Rumeysa Ercan

Tutkular, düşler ve tabular… Tabu ya da tabu olarak atfedilen bazı meseleler aslında sadece kamusal alanda değil, bireysel alanlarımızda hatta kendimizi biricik hissettiğimiz konularda bile var. Bir nevi otosansür de denilebilir buna. Peki bunları yıkmak, yıkabilmek neden bu kadar zor? Ne kadar özgürüz ilişkilerimizde? Beklentilerimiz, hayallerimiz, yapmayı isteyip yapamadıklarımız ve düşlerimizdeki dünya gerçek hayatla yüzleşebilir mi korkmadan? Ne kadar dürüst olabiliriz ilişkilerimizde ya da diğerlerine yansıttığımız kimliklerimizde? Bu tabu ya da otosansürün başladığı ana konu neresi sizce?

Tiyatro dünyasına yeni bir oluşumla katılan Artalan Kolektif ekibi, Hardlove oyunuyla bu sorular üzerine düşündürdü beni. Anılcan Beydilli’nin yazıp yönettiği, Dicle Şengül’ün yardımcı yönetmenliğini, Yaşam Özlem Gülseven’in dramaturgluğunu yaptığı ve Atakan Yılmaz ile Tuğba Sorgun’un sahneyi paylaştığı oyun, gündelik hayattan bir kesiti alıp barda tanışan bir kadın ve erkeğin birlikte geçirdikleri geceyi anlatıyor. Sevişmek için eve gelen ikili, kendilerinden ve karşılarındakinden hiç beklemedikleri davranışlarla karşılaşıyorlar. Bu derin karşılaşma yüzeyde sadece cinsellik amaçlı görünse de onları kendi hayatlarındaki çıkmazlarla yüzleştiriyor. Yetersizlik ve yetinememe halini, modern dünyanın sıkışmışlığını karakterlerin yalnızca duygularında değil, hayata karşı bakış açılarında bulmaya başlıyoruz yavaş yavaş. Adlarından, kimliklerinden, etnik kökenlerinden veya yaptıkları mesleklerden bağımsız olarak o gece tek amaçları “gerçek” bir haz yaşamak. Ancak bu haz beklentisi her ikisinde de farklı bir formla karşılık buluyor. Türkiye Tiyatrosu’nda görmeye çok alışkın olmadığımız sevişme deneyimleri Gülnara Golovina tarafından tasarlanan stilize koreografiler ile sembolik bir düzlemde sahneleniyor. Hazzı yaşamak için gelen ikilinin ilk denemesi başarısız olunca kadınlığın ve erkekliğin normları üzerindeki kırılmalara şahit ediyorlar bizi. Birbirlerinden beklentilerini karşılayamadıkları anlarda her ikisi de kendilerini cümlelerle ifade etmeye kalkışsa da asıl ifadenin beden dillerinde gizli olduğu yavaş yavaş göz önüne çıkıyor. Çünkü o cümleler düşündükleri kadar kolay olmuyor hatta bir türlü uzlaşmaya varamadıkları seksten bile çok daha zor bir hale gelmeye başlıyor. Karakterlerin iç dünyalarında gizli kalan işlerinden, evlerinden, toplumdan, baskılardan, normlardan ama en çok da sıkışan benliklerinden özgürleşme istekleri stilize edilen bedenleriyle adeta bir dışavurumu imgeliyor.

Cihan Aşar’ın tasarladığı sade bir yatak ve içi boş tablolarla görselleştirilen ev dekoru, sınıfsal olarak erkeğin bulunduğu yeri temsil ediyor. Erkek karakter beyaz yakalı ve orta sınıfın tatmin olamamış bir örneği. Tıpkı tablolar gibi evine yaptığı yatırımların ne kadar boş olduğunun farkında olsa da sürekli bir arayış halinde olması onu hiç olmadığı bir insan rolüne büründürmeye yetiyor. Konfor alanından çıkmayı, işini ya da evini kaybetmeyi hiçbir zaman göz önüne alamayan bu adam, aynı zamanda tek gecelik bir ilişkide bağ kurabilmeyi de düşlüyor. Çünkü içinde sıkışıp kaldığı bu hayat yalnızlığı ve samimiyetsizliği de beraberinde getiriyor. Kadın ise oyun sonuna kadar kimliği ile ilgili gizemini korumaya devam ediyor ve hiçbir şekilde ana odağından sapmıyor. Kadın isteklerini ve arzularını daha yoğun bir şekilde yaşamaya odaklanmışken, erkekte gördüğümüz prototipin tam tersi bir izlekte tanıtıyor kendisini. Kadının yetinememe hali cinsel hayatındaki tatminsizlik hissiyle de paralel olarak ilerliyor. Temelde bu duygu durumu onu sanki bir yerlere, bir şeylere sığınma isteğine itiyor gibi. Yazarın günlük hayatta oldukça sıradan ve gerçekçi bir şekilde ele aldığı bu durum hem kendilerinden hem de birbirlerinden gizlenen karakterlerin fantezi dünyasını cesur bir dille ifade etmelerine olanak tanırken, onların iç dünyasını da açıyor. Hayattaki sıkışmışlıkları sanki bu gerçekleşmeyen fantezileri gerçekleştiğinde sona erecek ya da tüm arayışları son bulacak gibi bir hisse götürüyor bizi. “Tabular”ı ya da “oto-sansür”ü yıkmak meselesi de tam da burada başlıyor bana göre. Çünkü tabu meselesi sadece kamusal alanda bu meseleleri konuşamamaktan değil, kişisel olarak bu eylemin içinde özgür olamamaktan, kendine karşı dürüst olamamaktan ve tatmin olamamaktan geliyor. Oyunda birbirine yabancı olan iki karakterin o gizli dünyayı bu kadar açık ve cesur bir şekilde konuşmaları belki de ilk defa kendilerine bu kadar yakınlaşmalarını sağlıyor. Hem mizahi hem de ironik bir dile sahip olan oyun, sanki gerçekten bir yatak odasının içine anahtar deliğinden bakıyormuşuz hissini veriyor. İçlerinde dizginleyemedikleri kimine göre “hard” kimine göre “soft” istekler, masum gibi görünse de bambaşka bir yola yönlendiriyor onları. Bu anahtar deliğinden bakma hali ve gerçekten tabusal kabul edilen bir meseleye tanıklık etme hali, aslında konunun ne kadar sıradan ve olağan olduğunu da kanıksatıyor. Sadece özel bir deneyim paylaşımını değil, toplumsal, ekonomik ve siyasi durumların da ironik yansımalarını izliyoruz ikili arasında. En sonunda her ikisi de ya gerçekte oldukları kimliğe ya da aslında olmak istedikleri kişiliğe bürünürken buluyorlar kendilerini. Birinin diğerinin vücudunda bıraktığı herhangi bir iz, bir nefes açıyor onların dünyasından hayatın içine. Zor da olsa içinde sıkıştıkları partinin çıkış yolunu böyle buluyorlar birlikte. Yazarın ve aynı zamanda yönetmenin herhangi bir cinsiyet tarafında olduğu ya da onu haklılaştırdığı gibi bir durum görülmese de “nahif” olmakla itham edilen ve zaten normların tersine bir çizgide duran erkek karakter, metnin ana ekseninde yer alıyor. Dolayısıyla çoğunlukla erkek tarafından yaşanan durumlara odaklandığımız için kadın karakterle çok empati kurabildiğimiz ya da onu daha net anlayabildiğimiz bir çizgiye sahip değiliz. Ancak kadının tatminsizliğinin sadece hormonal ya da fiziksel olmadığı ve -oyunun sonunda anlayacağımız üzere- arka planda bütün bu arzularının farklı bir dayanağı olduğu için, karakterinin biraz daha derinleşmesi metne başka bir katman kazandırabilir diye düşünüyorum.

Oyuncular Atakan Yılmaz ve Tuğba Sorgun hem metin hem de reji bakımından oldukça cesur olan bu işi sahnede birlikte göğüslüyorlar. Ancak ikilinin farklı oyunculuk tarzları nedeniyle zaman zaman aralarındaki etkileşim zayıf kalabiliyor. Atakan Yılmaz’ın dışsal oyunculuğu kimi yerlerde egzajere dururken, Tuğba Sorgun’un içsel oyunculuğu o dinamiği tam olarak yakalayamamamıza neden oluyor. Golovina’nın tasarladığı stilize koreografi ile hareketlenen anların oyunculardaki hissini daha fazla görmeyi bekliyor seyirci. Gerçekten de yaşamayı bekledikleri o hazzın, beklentilerin ve hayal kırıklıklarının duygusal karşılıklarını seyirciye daha fazla hissettirmeleri gerektiğini düşünüyorum. Çünkü oyunun gerçekçi atmosferi ve diyalogları o stilize anlarda daha gerçekçi hislerin beklentisini oluşturuyor.

Türkiye gibi sansürle ve “tabu”laştırılan birçok meseleyle boğuşan bir ülkede böylesi bir oyunu ortaya koymak gerçekten cesaret işi olduğundan yazar ve yönetmen Anılcan Beydilli’nin oyun tasarımını takdir etmek gerek. Yaşam Özlem Gülseven’in yaptığı dramaturjik dokunuşlarla metin, sahneleme, ışık ve müzik tasarımları bütünleşip oyunu çağdaş bir yoruma taşımış. Mekin Sezer ile Arkadaş Deniz Koşar’ın müzik tasarımı ve Yasin Gültepe’nin ışık tasarımının sahnede birleşerek güçlü bir aura oluşturduğuna da değinmek gerek. Müziğin akılda kalan tınısı ve oyundaki heyecanlı anlarla bağdaşan ritmi ile ışık tasarımında kullanılan sıcak tonlar özellikle stilize edilen sahnelerde seyirciyi içine çekmeyi başarıyor. Diğer taraftan oyunun son zamanlarda konu ve metin bakımından birbirini çok fazla tekrar eden oyunlardan ayrılıyor olması, onun özgünlüğünü de ortaya koyuyor. Artalan Kolektif sezon boyunca farklı işleriyle adından söz ettirecek gibi, yolları açık olsun!

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Rumeysa Ercan

Yanıtla