Sinema ve Tiyatro, Politika İçin Bir Silahtır

Pinterest LinkedIn Tumblr +

(Evrensel Gazetesi’nden Şeyma Akcan’ın yazar ve senarist Petros Markaris ile yaptığı söyleşinin bir bölümünü okurlarımızla paylaşıyoruz.)

Angelopoulos ile Brecht deneyimlerini anlatan Markaris “Tiyatro ve sinemanın politika için bir silah olduğunu keşfettik. Ve bu silahı doğru kullanırsanız faydası büyüktür” diyor.

Petros Markaris 1937 yılında İstanbul, Heybeliada’da doğup büyüdü. Daha sonra Avrupa’nın bazı kentlerinde ve Yunanistan’da yaşadı. Önceleri edebiyatla, oyun yazarlığıyla ilgilenen Markaris; Yunan Yönetmen Theodoros Angelopoulos’un Sonsuzluk ve Bir Gün, Ulis’in Bakışı, Ağlayan Çayır gibi birçok filminin senaristliğini yaptı. Aynı zamanda Atinalı Polis Müfettişi Costas Haritos’un başrol oynadığı Yunan polisiye romanları yazdı.

Markaris’in hayatında özellikle sanata bakışını etkileyen meseleleri, çok kültürlü bir yaşam sürmüş biri olarak kentle kurduğu bağı, Angelopoulos sinemasını ve Brecht’in sanata bakışındaki rolünü konuştuk. Uzun yıllar Angelopoulos ile çok yakın çalışmış olan Markaris, onun sinemaya bakışıyla ilgili “Kendi zamanının gerçeklerini ve politikayı çok yakından izliyordu. Ama aynı zamanda bunu yaparken bir sanatçı olarak film çektiğinde bir gözü geçmişe, bir gözü geleceğe bakıyordu” ifadelerini kullanıyor.

‘EDEBİYAT BENİ DEĞİŞTİRDİ’

İstanbul’da Heybeliada’da doğup büyüdünüz. Avusturya Lisesine gittiniz. Viyana’da yaşadınız, sonra Yunanistan’da… Babanız Ermeni, anneniz Rum. Böyle çok kültürlü bir hayat yaşadınız, yaşıyorsunuz ve bu sizin yazarlığınızı, sanata bakışınızı nasıl etkiliyor?

Petros Markaris: Benim edebiyatla ilişkimi ve edebiyatla temasımı yaratan Heybeliada’nın ortaokuluna gittikten sonra kış aylarındaki yalnızlığıdır. O zaman ne Netflix vardı ne dizi vardı. Televizyon bile yoktu. Yalnız radyo vardı ve bu saatlerimi hafta sonunda geçirmek için tek çarem edebiyattı. Ben edebiyatı Türk edebiyatından keşfettim.

Kimi okudunuz, kimi seviyorsunuz ve sizi nasıl etkilediler?

P.M: Fazıl Hüsnü, Oktay Akbal, Mahmut Makal, Orhan Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar… Aynı zamanda şiir. Ben şu anda 86 yaşındayım ve hâlâ Oktay Rıfat’ın şiirlerini okuyorum. Benim için en yararlı tarafları gözümün ve aklımın bakışını değiştirmeleri oldu. Anadolu’nun, Fakir Baykurt’un romanları, Mahmut Makal’ın öyküleri yahut da İstanbul’un hayatı ve büyük kentlerin hayatı, Orhan Kemal’in romanları ve şiirler… Sonra ailem İstanbul’a taşınınca İstanbul’da hem Alman edebiyatını hem Yunan edebiyatını keşfedebildim. İkinci etken de İstanbul ile tanışmamdı. Adım adım İstanbul’u keşfetmek beni bir kent adamı yaptı.

‘BENİM ÜLKE OLARAK BİR YURDUM YOK’

Başka bir röportajınızda “Benim bir vatanım yok” demişsiniz mesela… Bu durum sizi nasıl etkiliyor?

P.M: Benim bir ülke olarak bir yurdumun olmaması, benim yurdumun bir kent olması benim kentle bağlantılarımı daha çok ilerletti. Yani Atina’yı tarif ederken bunun ne kadar romandan romana değiştiğini görebiliyorsunuz. Her roman aynı değil, sanki başka bir kentte geçiyor. Çok eskiden romanlarımda da İstanbul’u benim gördüğüm gözle tarif ettim. Eminim ki bir Türk yazsa çok değişik görecek. İnsanları, bir işi bu kentte gördüğümde nasıl değerlendiriyorum ve tepkilerini, hayatlarını nasıl dile getirebiliyorum, hangi taraflarını görüyorum da bana ilginç görünüyor vs.

Yıllar sonra tekrar İstanbul’a gelip önceden yürüdüğünüz sokakları yürüdüğünüzde ne hissediyorsunuz?

P.M: Büyük bir keder hissediyorum ama bu kederin doğru olup olmadığına daha karar vermiş değilim. Belki bu keder şahsen benim olan bir yerde. Çünkü kentler değişiyor ama aynı zamanda kenti içten yaşamış olan biri için bu değişiklik bir kayıptır. Yani şimdi eski Beyoğlu’nu ben artık göremiyorum. Eski İstiklal Caddesi’ni göremiyorum. Ben 1960’ta İstanbul’dan Viyana’ya gittiğimde şehrin nüfusu 3 milyondu, bugün 20 milyon. Değişecek tabii. Ama bu teselli değil. Akla yatan bir açıklamadır, bir tespittir evet ama bu acıyı azaltmıyor, acı acıdır.

‘ANGELOPOULOS GEÇMİŞE VE GELECEĞE BAKIYORDU’

Angelopoulos sinemasından bahsedince ilk aklıma gelen büyük tarih anlatıları içeriyor olması…

P.M: Bir kere bir Yunanlı olarak Angelopoulos kendi zamanının gerçeklerini ve politikayı çok yakından izliyordu. Ama aynı zamanda bunu yaparken bir sanatçı olarak film çektiğinde bir gözü geçmişe, bir gözü geleceğe bakıyordu. Geçmişe bakan gözü birçok filmde var. Tarih üçlüsünde var mesela: ‘36 Günleri (1972), Kumpanya (1975), Avcılar (1977). Aynı zamanda, 1991 yılında çekilen Leyleğin Çekingen Adımı’na bakın. Orada filmin başrolünde olan karakter diyor ki “Acaba kaç sene aşmalıyız ki yurdumuza varalım?”. Bugünkü durum bu gerçekliği taşıyor. Sonsuzluk ve Bir Gün’de (1998) tel örgülerin üstünde tırmanan çocukları görün. Bugün de böyle, çocuklar sınırları yalnız başına aşıyorlar. Bu göz gelecekteki olayların gözüydü.

Yunanistan sinemasında, özellikle Angelopoulos’un filmlerinde tiyatronun çok önemli bir yeri var. Tiyatroyu ve müziği sinemada kullanmanın önemi nedir sizce?

P.M: Tiyatro iki açıdan sinemaya yardımcı oldu. Birincisi tiyatro yazarlarıydı. Yunanistan’da senarist azdı, bazıları yalnız dışarıda çalışabiliyorlardı. Yönetmenler de öyleydi. Ama tiyatro yazarlarının birçoğu o zaman senaryoya bir dönüş yaptılar ve senaryo yazmaya başladılar. Bu en çok diyalogla aktarılması için etkili oldu. Diğer yandan yeni bir kuşak senaryo yazarları ortaya çıkardı. Aynı zamanda müziğin tiyatrodan fazla ilgilisi vardı ama ondan çok tanınmış müzisyenler (Bunların bazıları önceden sinemada çalışmış olanlar, örneğin Manos Hacıdakis) birçok filmde çalışmıştı. Bunların Yunanistan’da sinema bestecisi olarak katılmaları sinema müziğini yükseltti.

‘DUYGUSAL AMA MESAFEYİ KORUYAN FİLMLER YAPTIK’

Brecht sizin için de Angelopoulos için de önemli biriydi. Nedir Brecht’in önemi?

P.M: Bizim kuşağımızda Brecht’in oyunları politika için çok önemiydi. Çünkü tiyatro ve sinemanın aynı zamanda politika için bir silah olduğunu keşfettik. Ve bu silahı doğru kullanırsanız faydası büyüktür. Bence Angelopoulos’un benimle iş birliği yapmasının ilk nedeni benim Brecht’i çok iyi tanımamdı. Her zaman bana “Brecht bunu nasıl yapardı?” diye soruyordu. Hâlâ polisiye yazarı olarak Brecht’in çok faydasını görüyorum.

Nasıl bir faydasını görüyorsunuz?

P.M: Brecht her zaman diyor ki ‘Kendi duygularınızı, yazarken uzakta tutun. Yazı duyguda değil, kafadadır.’ Ben duygularımı yazarken hiç karıştırmıyorum. Brecht diyor ki ‘Her konunun, her gelişmenin açıklamasını sonuna kadar götürmeyin. Bırakın seyirci veya okuyucu kendi sorularını sorsun ve kendisi de bir kurgu yaratsın, kendi tecrübeleriyle.’ Romanlarımda bunu yapıyorum. Bazı romanlar her şeyi izah ediyor, sinir oluyorum. Pişmiş yemek gibi ağzına koymayın okuyucunun.

Angelopoulos’un filmlerinde nasıl yer ediyor bu?

P.M: Bir taraftan Yunanlılar ve trajediyle büyüyen nesiller için Brecht’in anlatımı soğuktur. Çünkü Brecht her zaman kafasıyla yaratıyordu, duygularını bir yana bırakıyordu.

Devamı için tıklayın.

Paylaş.

Yanıtla