Sansür ve Otosansür Aynı Zamanda Hafızayı Yok Etme Girişimi

Pinterest LinkedIn Tumblr +

 

PAINTelling projesi kapsamında Beyza İyitütüncü moderatörlüğünde gerçekleştirilen “Kültürel Üretimde Sansürün ve Otosansürün Etkisi” podcast serisinin, gazeteci ve sanat yazarı Özlem Altunok’un konuk olduğu ilk bölümünün metnini okurlarımızla paylaşıyoruz.  

Beyza İyitütüncü: “Kültürel Üretimde Sansürün ve Otosansürün Etkisi” podcast serisine hoşgeldiniz. Podcast serimizin ilk bölümünde gazeteci ve sanat yazarı Özlem Altınok’u ağırlıyoruz. Özlem, dilersen seni ve yaptığın işleri tanıyarak başlayalım.

Özlem Altunok: Teşekkür ederim. Ben 2000’den bu yana kültür sanat alanında çalışıyorum, gazeteciyim. OHAL dönemine denk gelen süreçte de 2016’da tam da OHAL’den önce kurulmuş olan Susma Platformu’nda üç yıl kadar çalıştım. Susma Platformu hala çalışmalarına devam ediyor. Sanat ve medya alanlarındaki ifade özgürlüğü ihlallerini raporlayan bir çalışma. O çalışmanın içinde de kültür-sanat gazetecisi olarak sansür vakalarını sahada takip etme, hukuki haklara başvurma avantajlarım oldu. Dolayısıyla ifade özgürlüğü ihlallerinin giderek ivme kazandığı son 20-25 yıla bizzat tanıklık etmiş oldum ki bu dönem biliyoruz ki AKP’nin iktidarda olduğu sürece denk geliyor. Özetle bu süreçten bahsedeceğim.

Beyza İyitütüncü: Dilersen konuya yavaşça giriş yapabiliriz. Hem sansür hem de otosansür dünya genelinde ve özellikle Türkiye’de sanatçılar ve üretimleri üzerinde büyük etkilere yol açan bir fenomen olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye’de son yıllarda yaşanan toplumsal kriz ve gerilimle de beraber sansür mekanizmalarının gittikçe artan etkisini görüyoruz. Bana kalırsa adeta kültürel bir yıkım ve dönüşüm söz konusu. Merak ettiğim şey bu sansür mekanizmaları nasıl karşımıza çıkıyor? Bu konuya dair yıllarca yayıncılık faaliyeti yürüten biri olarak birikimlerini ve düşüncelerini bizimle paylaşabilir misin? Özellikle güncel sanat alanında bu mesele nasıl tartışılıyor?

Özlem Altunok: Şimdi tabii sahada da gördüğüm vakalar üzerinden son 20-25 yıldan bahsedeceğim dedim ama bu demek değil ki sansür Türkiye’de sadece son 20 yıldır var. Türkiye gibi sorunlu ülkeler, tabulaştırılmış meseleleri olan ülkeler, yüzleşmeden eleştiriden kaçınan ülkelerde hep sansür söz konusu olmuş. Hem siyasete malzeme yapılmış hem de siyasetin dar bir alanda yapılmasına sebep olmuş. Çünkü fikri kısıtladığınız anda her şey daralıyor, düşünceler daralıyor. Kutuplaşmanın da sebebi aslında bu. Türkiye’deki ifade özgürlüğü yasaklarına bakarak bu ülkenin siyasi tarihine dair fikir sahibi olmak mümkün. Çünkü propaganda aracı olarak kullanılmış, iktidarların ideolojilerinin kamuoyuna aktarmada bir araç olarak kullanılmış. Tabu meseleleri üzerinden manipülasyon malzemesi olmuş, çeşitli TCK, TMK, 301gibi kanun ya da maddelerle devlet ya da iktidar tarafından ifade özgürlüğüne sürekli müdahalelerde bulunulmuş. Yeni bir şeyden bahsetmiyoruz. Ama tabii ki bunun son 20 yılda AKP iktidarıyla beraber arttığını söylemek çok mümkün. Özellikle de Gezi’den sonra OHAL sürecinde de zaten KHK’larla ifade özgürlüğü ihlalleri meşrulaştırıldı, zirveye çıktı. OHAL iki yıl sürdü. OHAL’in ardından 7145 sayılı kanunla KHK’lar yani kanun hükmünde kararnameler bir fiil yasaya dönüştürüldü ve bugün artık OHAL kapsamında uygulanan güçler normalleştirilmiş vaziyette devam ediyor. Tabii ki doğal olarak bütün bu uygulamalar sanatsal ifadenin kısıtlanmasında çok etkili oldu. Her türlü eleştiri, terörist propagandayla eş tutuldu. Keyfi sansür uygulamaları arttı.

Sansür biçimlerini, yöntemlerini sordunuz… Çeşitlendi, arttı. Daha çok devletten gelen sansüre tanık olurken bizler artık hem devlet organları tarafından hem de valilikler, kaymakamlıklar, belediyeler ya da BTK, RTÜK gibi devlet kurumlarının yanı sıra artık siyasi gruplar, partiler, medya, hassas vatandaşlar, troller, mahalle örgütleri tarafından da sansür uygulamalarına, daha doğrusu sansürün teşvik edildiğini, caydırma politikalarının uygulandığını gördük. Nedir bu yöntemler? İhbar ederek, hedef göstererek, tehdit ederek karalama ya da linç kampanyalarıyla, nefret söylemiyle yaygınlaştığını gördük. Biraz önce OHAL sürecinden bahsettim. Onun bilançosunu hatırlatmakta fayda var. Çünkü bütün bunlar aslında sansürün artmasını ve otosansürün yaygınlaşmasını da sebep olan bir tabloyu gözler önüne seriyor.

Bir günde 370 dernek, 15 haber ajansı, 20 televizyon, 25 radyo, 70 gazete, 20 dergi ve 29 yayınevi kapatıldı. Varlıklarına el kondu, gözaltına alındı. Bazıları tabii ki tutuklandı ve hepsi işsizliğe mahkûm edildi. Sansürün sadece ifadeyi yasaklayarak değil, aynı zamanda tutuklayarak, gözdağı vererek ya da işsiz bırakarak farklı şekillerde hayat bulduğunu da gördüm. Gazeteciler tutuklandı, yargılandı. Cumhurbaşkanına binlerce hakaret davaları açıldı. Özellikle de bunların içinde Kürt medyası, Kürt tiyatroları, Kürtçe oyunlar, Kürtçe yayınlar ve edebi eserler yasaklandı. RTÜK cezalarını, internet yasağını biliyoruz ve Wikipedia yasağını hatırlıyoruz eylem ve gösteri yasaklarını da… Denetim ve baskı çok geniş bir alana yayıldı. Bunun sanat alanına da kendi alanıma gelecek olursam, özellikle çağdaş sanata yansıması benzer şekilde oldu ama çok görünür olmadı. Çünkü devletten azade bir ortam, özel sermayenin devrede olduğu bir sanat ortamı çağdaş sanat dünyası. Ama bu kurumların otosansür yapmasına engel olmadı ya da dışarıdan gelen saldırılara engel olmadı elbette. Bu korku atmosferinden tabii ki sanat dünyası da nasibini aldı. Sanat kurumları, sponsorlar, fon veren kuruluşlar, galeriler, küratörler, sanatçılar dışarıdan gelebilecek herhangi bir tehdidi kendine sınırlayarak bertaraf etmeye başladı ve bu da otosansür demek oluyor. Kendini sansürlemek, sanatçısını sansürlemek, etkinliğinin aslında alanını daraltmak ve sözünü azaltmak demek oluyor.

Beyza İyitütüncü: Özlem rica etsem somut örneklerle konuyu dinleyicilerimiz için biraz daha detaylandırabilir misin?

Özlem Altunok: Farklı sansür biçimlerini de göstermesi açısından örnekleri biraz tasniflemeye çalıştım. Mesela şöyle bir örnek verelim. 2005’te 6-7 Eylül olaylarının 50. yılında Karşı Sanat’ta 6-7 Eylül olaylarını fotoğraflarla anlatan bir sergi açılmıştı. Sergiye milliyetçi bir grup tarafından baskın ve saldırı yapıldı. Aynı yıl Bilgi Üniversitesi’nde bir Ermeni konferansı düzenlenmişti ve konferansa katılanlara saldırılmıştı. Orhan Pamuk yine aynı dönemde yabancı basına verdiği röportajda sarf ettiği sözler yüzünden 30.000 Kürt’ü ve 1 milyon Ermeni’yi öldürdük demişti, 301’den yargılanmaya başlamıştı. 2007’de de bugün hâlâ sürmekte olan ve faillerinin cezalandırılmadığı AGOS Gazetesi genel yayın yönetmeni Hrant Dink suikastı yaşanmıştı. 2011’e geldiğimizde ise Ermenistan’daki soykırım karşı gelecek şekilde Mehmet Aksoy tarafından yapılmakta olan insanlık anıtı/heykeli vardı. Tayyip Erdoğan bu heykeli ucubeye benzeterek yıkılacağını söylemişti ve bu sözleri Sarıkamış şehitlerini anma törenlerine gittiği zaman sarf etmişti. En başta dedim ya bir propaganda aracı olarak da kullanılıyor ifade özgürlüğü ihlalleri, sansür, tabu konular… Meselemiz burada mesela Ermeniler, gayrimüslimler ya da Kürtler. Böyle bir örnek yığınından bahsedebiliriz. Bu tür tabu konularda zaten mahalle baskısıyla, medya aracılığıyla, çeşitli milliyetçi gruplar vesilesiyle bir şekilde düğmeye basılıyor ve öyle püskürtülüyor diyeyim karşısındaki işleyişler. İşte bu bir sergi olabilir, bu bir heykel olabilir, bu bir konferans olabilir. Yine hassasiyetler meselesinden devam edecek olursam 11. Contemporary İstanbul Sanat Fuarı’nın açılışında yine milli görüşe bağlı olduğunu ilan eden bir grup milliyetçi Ali Elmacı’nın İkinci Abdülhamid’in portresinin böyle bikinili bir kadın gövdesine oturttuğu bir heykeli vardı sergide. O esere saldırmışlardı ve olaydan sonra herhangi bir soruşturma yürütülmedi. Benzer bir vaka 2017’de Abdülmecid Efendi Köşkü’ndeki yine böyle bir çıplak bir erkeği temsil eden bir heykele Osmanlı halifeliğinin hatırasını zedelediği için saldırıldı. Bu tür saldırı örnekleri cezasızlıkla sonuçlanıyor hep. Yani hiçbir caydırıcılık yok ki bunu devletin yapması gerekir. Devletin ifade özgürlüğünü koruması gerekirken tam tersi bunları teşvik eden uygulamalarını görüyoruz. Mesela 15 Temmuz’un hemen ardından AKP Çanakkale Milletvekili Bülent Turan, Çanakkale bienalinin o dönemde genel sanat yönetmeni olan Beral Madra’yı sosyal medya paylaşımlarını gerekçe göstererek darbe destekçisi ilan etmiş ve hedef göstermişti. Bu olayın ardından Beral Madra istifa etti. Çünkü hedef gösterildi, hedef tahtasına kondu. Daha sonra bienal ekibi de kabinenin bienali yürüten ekip, onlar da bienali iptal ettiler. Aynı korkudan onlar da muzdarip olduğu için… Anadolu Kültürünün kurucusu Osman Kavala’nın 2017’de tutuklanma süreciyle başlayan yargılanması ve bugün müebbetle sonuçlanan davası Kavala gibi bu alanda kültürel çeşitlilik için, kültürel hakları vurgulayan etkinlikler yapan kurumlara da bir uyarın niteliğindeydi sadece Osman Kavala’ya değil. Caydırma stratejisinden bahsediyorsak bu bir caydırma stratejisi. Tam tersi ifade özgürlüğünü savunması gereken, koruması gereken devlet tarafından uygulanan işleyişler bunlar.

Tabii bir de bunun ekonomik yanı var: ekonomik sansür. Bir kurumun hedef gösterilmesi, tehdit edilmesi ya da kapatılması onların aynı zamanda ekonomik olarak da dara düşmesi anlamına geliyor. Sanat dünyasında da sayılı kurum var, onların olanakları etrafında işliyor oradaki hareket, dinamikler. Dolayısıyla bağımsız duruşun da zor olduğu bir ekosistem burası. Dar alanda az pozisyon var, az olanak var, sınırlı gelir var ve kurum sansürleri de bu yüzden ifşa edilemiyor. Aslında benim bahsettiklerim artık medyaya yansımış, çünkü saldırı hepimizin gözü önünde olan bir şey ama onun dışındakiler daha böyle hasır altı edilen şeyler. İşte yola devam etmek adına, sansür bertaraf etmek adına otosansüre razı gelinen vakalar oluyor. Aslında su yüzüne çıkmadığı için onları konuşamıyoruz.

Bir de işin şu yanı var tabii zaman zaman kurumlar devlet adına devlet gibi kontrol etmeye çalışıyor bu alanı. Devletin reflekslerini gösteriyor, onlar da git gide devlete benziyor. Yani kendi iktidarlarını ayakta tutabilmek için benzer yöntemlere başvuruyorlar. Bu çok acıklı bence. Bunu da 2016’da Akbank Sanat’ta açılacak olan diyeyim çünkü açılmadı sergi. Post-peace (barış sonrası) sergisinde gördük. Sergi iptal edildi ve doğru düzgün bir açıklama yapılmadı. Muhatap alınmıyor, şeffaf olunmuyor dediğim için bu örneği veriyorum. O dönemde İstanbul’da ve Türkiye’nin genelinde bombalı saldırılar oluyordu yoğun bir şekilde. Bu saldırıları gerekçe göstererek artan gerilim ve yaşanan yas sebebiyle sergiyi iptal ettiklerini söylediler. Ama kurumun diğer etkinlikleri devam etti. Sadece sergi iptal edildi nedense? Fakat sonradan öğrendik ki o sergide yer alan sanatçılardan birinin durumu ifşa etmesiyle öğrendik ki o sanatçının 90’larda binlerce Kürt vatandaşı öldürdüğünü itiraf eden Ayhan Çarkın üzerine bir video hazırladığı bir eseri sergilenecekti. O sanatçı eserini çekmeyince sergi iptal edildi. Fakat gerçeği, olayın nasıl işlediğini kurumdan duyamadık.

Devlet aynı zamanda sanatçılara, yaratıcı eserlere saldıran devlet dışı aktörler için de cezasızlık politikasını izliyor dedik ve toplumsal hassasiyetleri öne sürüyor. Hakaret gibi gerekçeler, terörle mücadele, gelenekler gibi… Bu hassasiyetleri dile getirenlerse yine çeşitli milliyetçi gruplar, dinci gruplar, Vakit, Yeni Akit gibi yayınlar oluyor hep. Onun son örneğini de Feshane’de yaşadık. Feshane’de Art İstanbul’daki açılan sergiye toplu-organize bir şekilde saldırıldığını gördük. Sosyal medyadan, fiziksel olarak mekâna giden, milliyetçi dinci gruplar tarafından… Milletvekili değildi sanırım ama devlet bünyesinde yer alan birtakım isimler tarafından serginin hedef gösterildiğini gördük.

Beyza İyitütüncü: Bizim için aslında çok geniş ve detaylı bir çerçeve çizmiş oldun. Ben seninle bu konunun başka bir boyutunu konuşmak istiyorum. Şimdi sansür dediğimiz şey Türkiye’de tabii ki de herkese eşit bir şekilde etkilemiyor. Somut verilere baktığımızda da ifade özgürlüğü bağlamında farklı coğrafyalarda bu sansür mekanizmasının şiddetinin çok daha fazla ve farklı olduğunu biliyoruz. Bu konuya dair düşüncelerin bizimle paylaşabilir misin?

Özlem Altunok: Bunu fırsat bulduğum her yerde özellikle söylemek istiyorum. Çünkü çifte standart uygulandığını düşünüyorum. Susma Platformu’ndayken sansürün etkisini ölçebilmek için bir çevrim içi ve anonim, birkaç tane araştırma/anket yapmıştık. Şu an yüzdeleri paylaşamayacağım sizinle ama sansürün belirli zamanlarda gerekli olduğunu, belirli konularda gerekli olduğunu ki bunlar işte o tabu konulara geliyor ya da Kürt meselesi gibi tabu konulara geliyor. Ya da dini meseleler, tabu meselelerden biri. Onlara geldiği zaman sansür olabilir gibi Türkiye’de hâkim bir görüş var maalesef. Tabii ki Kürt sanat dünyası da bundan nasibini alıyor. Buna daha somut olduğu için tiyatro dünyasından örnek vereceğim. Tiyatro dünyası gerçekten bu süreçte sansüre karşı bu arada çok daha kolektif ve gürültülü tepki verebildi. Zaten hâlihazırda devlet ve şehir tiyatroları, yani yerel yönetimler de AKP iktidarının belediyelerindeki şehir tiyatrolarından bahsediyorum. O dönemde yoğun işten çıkarmaları oldu, yönetmelik değişiklikleri oldu. Repertuarlara müdahale edildi ve bütün içerik boşaltıldı. Onlardan değil ama özel tiyatrolardan bahsediyorum, alternatif tiyatrolardan… Onlar çok hızlı örgütlenebiliyorlar, sahnelerden politik gündeme senkronize olabiliyorlar. Bunda da tabii Oyuncular Sendikası’nın varlığının da bir payı var diye düşünüyorum. Fakat aynı tiyatrolar, Kürt tiyatroları kapatıldığında ya da Kürtçe oyunlar yasaklandığında aynı hızlı refleksleri göstermedi ya da göstermekte tereddüt etti. Hızlı ve demin o bahsettiğim gürültülü tepkileri vermediler. Daha tekil şeyler yaşandı. Hepsi için söylemek istemem bunu. Sahnelerini Kürt tiyatrolarıyla paylaşmadılar. Bakın bu da bir çifte standart ya da otosansür olarak değerlendirilebilir diye düşünüyorum. Benzer durumlar Kürt medyası ve yayınevleri için de geçerliydi. Birçok kitap fuarına Kürt yayınevleri davet edilmedi. Davet edilmemesi sansür gibi görünmüyor ama neden davet edilmedi? Bir Kürtçe yayın yapan bir yayınevi bunu söylediğinde ancak öğrenebildik ama onlar için de bunu söylemek artık sürekli şikâyet etmek gibi olduğu için onlar da bundan rahatsız oluyordu. Bir şekilde sessizce görülmediler, görülmüyorlar. Bu yaklaşım ve zihniyet devam ettikçe de onlar kendi kavgalarını kendileri için verecekler gibi görünüyor üzücü bir şekilde.

Beyza İyitütüncü: Son temamızla kapanış yapmak istiyorum. Sansürle ve otosansürle mücadele konusu. Bu konuyu daha fazla ve çok daha yüksek sesle konuşmamız gerektiğini de düşünüyorum ve bir editör olarak fikirlerini merak ediyorum. Bu alanda kültür sanat yayıncılığının sence nasıl bir işlevi olabilir?

“Bir sansür tarihi varsa bunun karşısında bir de bir direniş tarihi var”

Özlem Altunok: Tabi seve seve, çünkü evet bu alanda yazıyorum, haber yapıyorum. Ya şey çok üzücü mesela bugün artık mesela İKSV üzerinden örnek verelim… 18. İstanbul bienalinde yaşanan yönetmeliğe dair bir usulsüzlük, kurumun şimdiye kadar tatmin edici bir açıklama yapmaması ki mesele 3 Ağustos’ta ortaya çıktı. 3 Ağustos’ta İKSV küratör seçimini açıkladı. Fakat seçilen küratörün aslında halihazırda danışma kurulunda olan bir küratör, bir isim olduğunu, danışma kurulunun başka bir ismi oy birliğiyle belirlediğini fakat yönetim kurulu onu (Defne Ayas) kabul etmeyip danışma kurulunda olan birini küratör olarak belirliyor. Danışma kurulu o süreçte kendi kararları tercih edilmediği için istifa ediyor. Ve İKSV danışma kurulunu açıklayamıyor şimdiye kadar ki önceki yıllarda açıkladığı hâlde. 3 Ağustos’ta bu açıklandı işte açıklanmadı ya da ve o günden beri İKSV’den tatmin edici bir açıklama duyamadık maalesef ve bunu haberleştiren bir basın da yoktu Türkiye’de ulusal medyada Önce uluslararası basından duyduk bunu. Bu alanda çalışan biri olarak benim adıma çok üzücüydü. Biz de öyle duyabildik. Bu alandaki haberciliğin, yani kültür sanat sayfalarının artık ilgi görmediğinin, yok edildiğinin işte yandaş medya tarafından başta yok edildiğini gördük. Ama alternatif yayınlarda bugün çok zor koşullarda var olabiliyor. Alternatif yayınların ve medyanın o yüzden kıymetini bilmemiz gerektiğini ve desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü sansür ve otosansür aynı zamanda hafızayı yok etme girişimi.

Bunlar konuşulmadığı, eleştirilmediği, kamuoyu bir baskı yapmadığı zaman ilerlemek ya da onların şeffaf olmasını sağlamak, hesap verebilmesini sağlamak mümkün olmuyor. Bu hafızayı yok etme girişimine karşılık kayıt tutmak, sansürlenen üretimleri, sansüre uğrayan sanatçıları, vakaları haberleştirmek, kamuoyuyla paylaşmak o yüzden çok önemli. Şimdi ne yapılabilir kısmında hepimiz biraz böyle hüsranla diyeyim umutsuzca cevaplar veriyoruz. Çünkü yıllardır bunun içindeyiz artık ama hep aynı cümleyi kuruyorum. Tekrar tekrar da kurmak durumundayız. Bence eğer bir sansür tarihi varsa bunun karşısında bir de bir direniş tarihi var. Sansüre direnen, ona karşı çıkan insanlar topluluğu var, kurumlar var. Bunun bir araya gelmekten başka yolu yok. Bu büyük geniş bir halka, yayıncılar olarak da biz onun zincirlerinden biriyiz sadece. Birtakım oluşumlar da yürümedi. Bu anlamda mesela Susma Platformu’nun sürekliliği çok kıymetli diye düşünüyorum. Orasının daha da canlanmasını, daha kalabalık bir ekip olmasını temenni ediyorum. Mesela Hrant Dink’i yitirdikten sonra 2007’de böyle güncel sanatçılar ve yazarlar 19 Ocak Kolektif adıyla bir araya gelmişti. Orada da sansür pratiklerinin bir haritasını çıkarmaya karar vermişlerdi. 2010’daysa Çağdaş Gösteri Sanatları Girişimi Derneği benzer bir çalışma başlatmaya niyetlendi. Siyah Bant’ı bilirsiniz, çok önemli çalışmalar yaptı 2011’de kurulmuştu. Onların çalışmaları da maalesef durdu. Altyazı’nın sansüre ayırdığı fasiküllerini de bilirsiniz muhakkak. Bir de şimdi yeni Reportare’nin Sanat Özgürlüğünü İzleme Platformu (SÖZ) diye bir oluşumu var. Bu tür aktif ağların artması gerekiyor. Onlar artarsa biz yazabiliriz, hep beraber ses çıkarabiliriz. Sanatçılar bu oluşumların çevresinde bir araya gelebilir diye düşünüyorum.

Beyza İyitütüncü: Çok teşekkürler, Özlem söylediklerine kesinlikle katılıyorum. Ortak bir tavır almaktan başka bir şansımız bence de yok ve bu konuyu çok basit seviyelerden başlayarak konuşmaya ihtiyacımız olduğunu da düşünüyorum. Türkiye’de yaşayan her bir bireyin ifade özgürlüğünün ne olduğunu tartışması ve bilmesi gerekiyor. Çünkü ifade özgürlüğü dediğimiz şey demokratik toplumların bana kalırsa en temel ilkelerinden birini oluşturuyor. Farklı görüşlere, kültürlere ve inançlara saat insanların bir arada yaşamasının çoğulculuğun temelini oluşturuyor.

***Bu podcast serisi Avrupa Birliği Sivil Düşün programı kapsamında Avrupa Birliği desteğiyle hazırlanmıştır. İçeriğin sorumluluğu tamamıyla Beyzanur İyitütüncü’ye aittir ve AB’nin görüşlerini yansıtmamaktadır.

Paylaş.

Yanıtla