Tanışabilir miyiz?

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Pınar Erol

Bu Yapım’ın ilk oyunu “Uyandığımda Sesim Yoktu”nun etkisi geçmeden ikinci oyunları “Kutular” geldi demeye kalmadan “Miyav” sesi eklendi sahnelere. Bu onlarla ikinci sohbetim, kim bilir kaçıncı sevişim. Kutuları beraber açarken bakın neler döküldü içinden…

Geçmiş, bir kutuya konup koli bandıyla sımsıkı kapatılamıyor; illa sızacak. O anlara ait her bir obje, göz göze gelmemek için ücra yerlere saklansa da zamanlı zamansız karşımıza çıkacak. Bize kendini hatırlatacak. Dileyelim ki kimseyi rahatsız etmeyecek kadar süre geçtiğinde olsun bu. Hazırlıksız yakalamasın insanı. Hiç olmazsa içli bir komedya kıvamına gelsin yaşananlar. Devam etme kararına denk gelsin zamanlama. Koli bandı yara bandına, eski fotoğraflar tebessüme dönüşebilsin. Öyle bir zamanda olsun ki bu, insan içindeki acıyı uğurlayabilsin. Yeni birine merhaba diyebilsin ve zarafetle eklesin “tanışabilir miyiz” diye.

Sanki biz de partideyiz de o an Jack and the Weatherman’ın “Being Me” şarkısı çalıyor. “Herkesin bir hikâyesi vardır. Benimkini anlatmayacağım…” diye devam eden şarkının sözlerindeki gibi herkesin hikâyesinin, sırlarının olduğunu görüyoruz. Oyunun jeneriği gibi olan ve oyuna çok yakışan o tematik şarkı kimin seçimiydi?

Ekrem Can Arslandağ: Oyunda kullanılan bütün şarkılar, oyunun başlamasını beklerken seyirciye dinletilen şarkılar da dâhil, yönetmenimiz Semih’in (Değirmenci) seçimi. Dediğiniz gibi şarkının sözleri oyuna çok uygundu. Ama aynı sözler, farklı bir müzik türünde de olabilirdi. Semih melodinin, ritmin de oyuna uyumunu gözetti.

Madem Semih Değirmenci’den bahsettik diğer yönetmeniniz Balım Kar ile devam edelim. İkisinin de ilk yönetmenlik deneyimi sanırım. Zorlu’dan mı tanışıyorsunuz?

Burcu Görek: Onlarla Mehmet Ergen vasıtasıyla tanıştık. Daha önce Zorlu’da yönetmenlik atölyesinde kısa oyun yönetmişler ama ilk uzun oyun yönetmenlikleri bizim “Kutular” ile oldu. Sonrasında ikisi de başka oyunlar yönettiler. Öncesinde de yönetmen yardımcılığı, asistanlık gibi deneyimleri vardı.

İlk oyununuz “Uyandığımda Sesim Yoktu”da ikiniz birlikte oynuyordunuz. Bu sefer size Ekrem Can Arslandağ katıldı. Ve içinde bulunduğu durum komedisiyle oyunun en çok gülme alan oyuncusu oldu.

Dilara Gül: Güldüren cazibe.

Ekrem Can Arslandağ: Söyleyeceğim şeyi mütevazılık gibi görmeyin. Bence içinde bulunduğum durum çok komik ve bu durumu hep beraber sağlıyoruz. Yani iyi bir organize ile atılmış golün öncesini iyi kuruyoruz. Böylece mizah kendini iyice belli ediyor. Ben istediğim kadar iyi olayım, istediğim kadar komik olayım, o içine düştüğüm durumu hep beraber oluşturmadıysak iş zorlama bir komediye dönüşürdü. Galiba benim iyi yaptığım şey, fırsatları kaçırmamak. Arkadaşlarımın yaptığı şey de, bana çok iyi fırsatlar yaratmak. Oyunumuz zaten çok eğlenceli. Oyun bittiğinde “çok eğlendik, hiç başımız ağrımadı, keyifle eve gideceğiz” gibi dönüşler alıyoruz.

Burcu Görek: Ya da “buraya bozuk bir moralle, düşük bir “mod”da gelmiştik ama şu an çok iyiyiz” diyorlar.

Ekrem Can Arslandağ: Kıymetli oyuncu ve yönetmen büyüklerim bana bunun farklı bir oyun olduğunu söylediler. Galiba buna da ihtiyacımız varmış. Çok büyük meseleleri gündeme alıp onunla uğraşıp yapılan oyunlar da olmalı tabii. Ama bizim yaptığımız daha çok iyi bir dizinin ilk bölümü gibi.

“Kutular” pandemi sırasında yazdığın sekiz bölümlük mini diziden mi doğdu? Oyun kişileri o dizinin karakterleri mi?

Burcu Görek: Bu oyun, onların beş yıl sonrasını anlatıyor. Dizide Korhan karakteri vardı; Ali yoktu. Eylül’ün daha sonra tanışacağı kişi olarak yazarken belirdi Ali karakteri. Ben de hayat gözlemlerim, okuduklarım ve yazdıklarımla bu sosyo-ekonomik ve yaş durumlarını incelemek istedim. Ama asıl, “içini açmakla” ilgilendim. Biriyle muhabbetin tutup sabaha kadar sürerken; başka biriyle tutmuyor. Bu buluşma anı nasıl doğuyor araştırmasının sonucu bu oyun. Bu çok özel bir an. Ve o anda yaş, meslek seçimleri, aile yapıları arasındaki fark ortadan kalkıyor. Birbirlerine açılmak için istekli hale geliyorlar.

Buna “ilişkiler” oyunu diyoruz ama ben daha çok “devam edebilme” oyunu demeyi uygun buldum.

Ekrem Can Arslandağ: Doğru, devam etmeye karar veren iki karakter onlar. “A bir saniye, sen de devam etmeye çalışıyorsun, ben de devam etmeye çalışıyorum. Evet, sosyo-ekonomik olarak farklı noktadayız ama yaralarımız aynı, ne yapsak acaba” diyorlar.

Burcu Görek: Ece Temelkuran’ın “Muz Sesleri” kitabında “İnsan yarası yarasına denk geleni seviyor” diye bir cümlesi vardı. Bunu anlatan bir diğer cümleyi de Balım provalarda söylemişti. “Aynı kayıkta olmak” demişti. Yani normalde asla anlatmayacağı bir şeyi karşısındakine anlatıyorlar ve aynı kayığa binmek istiyorlar. Yani onları bir kayıktan diğerine atlatan, “dur bekle ben de seninle geliyorum” dedirten şey ne acaba?

Sanırım bu oyundaki sıcaklığın yakalanması için mekânın (yani ev partisinin) önemi var. “Kutular Gecesi” diye tabir doğmuş hatta.

Burcu Görek: Evet mekân o rahatlamayı sağlayacak bir yer. Onlara gecenin ilerleyen saatlerinde, elekten geçirmeden konuşabilme hali veriyor.

Bir partinin sonunun nasıl biteceği hiçbir zaman kestirilemez ve sürprize açıktır ya, bu da öyle. Yani olayların da beklenmedik biçimde gelişeceğinin göstergesi gibi. Oyun beklenmeyen, öyle olmayacağı sanılan yönlere gidiyor. Ali mesela evine döneceğini sanıyor. Biz o yakınlaşmayı onlara yakıştırmıyoruz. Ve yine o itirafları da beklemiyoruz.

Dilara Gül: Tabii oyunun alametifarikası o zaten. Onun üzerine kurulu oyun.

Ekrem Can Arslandağ: “Yeni ev, yeni umutlar…” Benim böyle bir repliğim var. Eylül, eskiyi bırakıp yeni bir hayata başlamayı seçiyor. Eski kocasıyla yaşadığı evden çıkmaya karar veriyor. Ali de geçmişinden kurtulup kafede çalışmaya karar veriyor. Aslında iki tane yaralı karakter, yeni kararlar alıyorlar ve o gün karşılaşıyorlar. Karşılaşıp karar vermiyorlar yani. Nice de bu karşılaşmayı sağlayan ortak noktaları.

Peki insan niye kutuların açılıp yerleştirilmediği, her şeyin yerli yerinde olmadığı bir evde parti verir? Parti de çok başarılı olmuyor zaten. Erken bitiyor.

Dilara Gül: İşte biraz da hazırlıksız yakalanma hali o.

Farklı acıları olan üç benzemezin ortaklaştıkları bir gecede, birbirini tanımayan bu ikilinin sohbeti başlarda havadan sudan ve birbirini tartarak ilerlerken sonradan derinleşen bir paylaşıma dönüşüyor.

Ekrem Can Arslandağ: Çok doğru söylediniz, “tartarak” başlıyorlar. Bunu söylemeye iznim var mı diye birbirlerini küçük küçük tartıyorlar.

Burcu Görek: Atışmaları geliyor zaten. Ali’nin evde bekleyeni var mı anlamak için küçük şakalar yapıyor Eylül.

Ekrem Can Arslandağ: E unuttuk be tanışmayı! Nasıl tanışıyorduk biz? Mesela Nice “Bumble”dan tanışıyor erkeklerle. Ben 93’lüyüm, yani ne şimdiki gençler gibiyim, ne de eski sayılırım. Ama “Arkadaşımın arkadaşı var, sen de gel, tanışırsınız” denilen dönemleri hatırlıyorum. O yok mesela şimdi. Şimdi instagram’ını gösteriyor. O da bakıyor, ya yok kanka diyor ya da “story”sine ateş atıyor. Benim ve üst kuşağımızın içimizi ısıran yeri, bize nasıl tanıştığımızı hatırlatmasında yatıyor bence. Ya biz böyle tanışıyorduk. Biz önce göz göze geliyorduk, tartıyorduk birbirimizi. Çıktığın var mı diye çaktırmadan soruyorduk. Sonra olmadığını anlayınca arsızlaşıyorduk, şakasını yapıyorduk. Sarhoş oluyorduk. Sohbetimiz koyulaşıyordu, sabaha kadar susmak bilmiyorduk. Sonra o numarayı isteme hali bambaşka bir şeydi. Oyunda bunları hatırlıyoruz. Oyunun sıcaklığı bence bu özlenen tanışma sohbetinde yatıyor.

Oyunda incelikli gözlem ve saptamaların gülümsettiği çok an var. Ali’nin kadınların yaş duyarlılığı karşısındaki tavrı, gaf yapmama çabası onlardan bir tanesi. Bir diğeri de Ali’nin “önce tanışırsın sonra eve çağırırsın” demesi ama bir biçimde Ali ve Eylül’ün de evde tanışması.

Burcu Görek: Hayatın ironisinin esprisi sanırım beni en heyecanlandıran şey. Buradan çıkan komediyi olabildiğince oyunlara yansıtmak istiyorum. Burada da dediğin gibi bir durum var. Hatta konuşmanın birçok yeri böyle anlarla dolu. O da oyunun şakası.

Nice’nin partneriyle yakın olmasını beklerken (o amaçla buluşuyorlar) asıl bizimkiler sürpriz yapıyor. Döküldükçe dökülüyorlar. Bu da ironik.

Dilara Gül: Tam da günümüz ilişkileri gibi.

Ekrem Can Arslandağ: Benim anladığım Nice de o gün karar veriyor. Hani bu oyun dizi olsa, bir sonraki bölüm Nice’nin bölümü olacak sanki. Ve onun karar verdikten sonraki dönüşümünü göreceğiz.

Burcu Görek: “Bumble” uygulamasını silecek mesela telefonundan.

Dilara Gül: O gece eve giderken takside sildi bile.

Nice gibi niceleri var. Hiç derinleşmeyen ilişkiler yaşayan, yalnızlıktan kaçan ama kurtulamayan.

Dilara Gül: Bu, yalnızlık korkusuna karşı bir savunma mekanizması sanırım. Nice hep ilk adımlarda kalıyor, en fazla ikinci adımı atabiliyor. Dolayısıyla ilişkileri hep yüzeysel oluyor. O yüzden de Nice hayatına yalnız bir karakter olarak devam ediyor. Ama o akşam iki ayrı uçtaki insanın böyle “cozzy” bir partide yakınlaşmalarını görünce, ben ne yapıyorum diyor ve bir dur deme ihtiyacı duyuyor. Günümüz hepimize sanal olma zorunluluğu getiriyor. Hatta çoğu mesleğin yapay zekâ yüzünden yok olacağından bahsediliyor. Belki ilişkiler de “Her” filmindeki gibi bambaşka bir şeye dönüşecek. Ama özünde bizim insani değerlerimizi korumamız önemli. Nice’nin kırılma noktası o gece gerçekleşiyor. Yakınlaşacağı adamın içeride uyuyakalması, çok yakın dostunun bir buhran içinde yeni bir şeye başlıyor olması, bir sonraki aşamaya geçmeden önce birbirlerini tanımak istemeleri Nice’ye de o değerleri hatırlatıyor.

Samimi bir oyun izliyoruz derken, farkında olmadan bir bakıyoruz gündeliğin basitliğinde ve akışkanlığında bir kayaya çarpıyoruz.

Ekrem Can Arslandağ: Bunun dengesi için çok uğraştık. A ne güzel rast gelmiş değil yani. “Hakikat” ve “samimiyet” hep provalarda konuştuğumuz ve birbirimize hatırlattığımız “motto”lardı. Tanıştığın gün, birine hayatının en büyük yarasını anlatmaya karar verdiğinde, öyle ağlayıp zırlamazsın. Yoksa karşındaki kaçar. Hepimizin travması var. Mevzu hangisini, kime, ne kadar açmaya karar verdiğin.

İnsan niye böyle ağır yükleri, tanımadıklarına daha kolay açar peki?

Ekrem Can Arslandağ: Bırakma beni diye.

Dilara Gül: Sürdürülebilir mi acaba o? Bir de o var tabii. İlişkilenme biraz o değil mi zaten? İlişkiye başlarken şuna karar veriyorsun: Karşı tarafın derdini, tasasını alacak mısın ve sen de derdini, mutluluğunu karşı tarafa verecek misin? Ve bu, iki paydada sürdürülebilir bir şeye dönüşecek mi?

Oyunun adı ile müsemma bir dekoru var. (Ilgaz Kasapoğlu) Yine kutuların metaforik olarak da sakladığı gerçeklik var. Pandoranın kutusu gibi, insan açmaya korkuyor ama o açıp yüzleşmeye cesaret edenlerse yeniden nefes alabiliyor.

Ekrem Can Arslandağ: Çok doğru bir tespit. Biz de kendi kutularımızı açıyoruz. Finalde de simgesel olarak bir kutu açıyoruz zaten.

O sır gibi herkesten -ve dahi kendimizden- sakladığımız gerçekler dile gelebildiğinde, kişi o zayıflığı saklamadığında, kırılgan halini ortaya koyduğunda olanlar oluyor.

Ekrem Can Arslandağ: Ve bütün karakterler cesur adımlar atıyor.

Tuhaf değil mi, insanın unutmak istedikleri ile unutmamak istedikleri iç içe geçiyor. Biri mutsuz olmamak; biri mutluluğu hatırlamak için istiyor bunu.

Burcu Görek: Ali, “Unutmak istemem bugünü” diyor. Bir de “Unutmaya çalıştıkça daha çok hatırlıyorum” diyor.

Ekrem Can Arslandağ: Kız arkadaşım Tuğçe hayatımda gördüğüm en güçlü hafızaya sahip kişi. iki-üç yaşındaki anılarını bile hatırlıyor. Fil hafızası var. Hep bana “Allah benim hamurumu unutmayı koymamış” der. Ben bu cümleyi oyunda kullanınca yönetmenimiz Balım da çok sevdi. Oyuna iki gün kalmıştı ve bunu Tuğçe’ye söyleme fırsatım olmamıştı. Oyundan sonra Tuğçe demek “Allah senin hamurunu unutmayı koymamış” dedi. Kendi cümlesini yakaladı. Unutmak da bizim oyun başlıklarımızdan birisi.

Oyunun bir başka cümlesi de “insanın neye ihtiyacı var, anlaşılmaya” oluyor.

Ekrem Can Arslandağ: Yine oyundan örnek vereyim. İnsanlar kafede oturup konuşuyor. Ama herkes konuşuyor, kimse birbirini dinlemiyor. Birazdan ne söylesem diye düşünüyor. Birinin beni anlamasına, beni dinlemesine ihtiyacım var.

Dilara Gül: Evet, biri bir şey anlatırken “ben de” diyebilmek, “bende de böyle olmuştu” diyebilmek için dinliyoruz. Prova süresinde üzerine düşündüğümüz, dert yandığımız konulardan biriydi bu.

Bu sefer geceyi sabah ettiklerinde, -uyandıklarında yani- kendi sesleri olacak mı/olmayacak mı? O korkulan soruyu sorayım: Ertesi gün pişmanlığı olacak mı? Eylül, Ali’yi de sokak kedisi gibi dışarı atacak mı?

Burcu Görek: Uyanana kadar bunu bilemeyeceğiz. Schröndinger’in kedisini de oyunda geçirmek istiyordum ama hiç gerek kalmadı. O kutuyu açana kadar kedi hem ölü hem diri yani. Yine de hissiyat olarak kayık çarpa çarpa da olsa gidecekmiş gibi geliyor bana.

Ekrem Can Arslandağ: Eylül’ün içini seviyor Ali. Ama insan oraya ne kadar tutunabilir onu bilmiyoruz. Umarım devam eder ama aralarında büyük engeller var.

Oyundaki kediden (her bir karakterin kedisi var) bir sonraki projeye “Miyav”a geçmek istiyorum. Uluslararası bir aile tiyatrosu geliyor. Bakalım evden kaçan Van kedisi nereden çıkacak?

Burcu Görek: O işte dört ülke yer alıyor: Çin, Bulgaristan, Arjantin ve Türkiye. Biz bu işe “üzerine güneş batmayan oyun” ismini taktık. Çin’de gece oluyor, yönetmenimiz uyurken biz provaya devam ediyoruz. Bizden sonra Arjantin’de öğlen olurken onlara devrediyoruz. Herkes bu projeye katılım göstermek istedi. Oyun da artık hazır. Kuklalar Bulgaristan’dan yola çıktı. Şarkı söz ve müzikleri Arjantin’de yapıldı. Tito Lorefice ile geçen sene Prag’da sanat etkinliğinde tanıştık. Kafalarımız çok uyuşunca da birlikte bir şey yapmaya karar verdik. Dilara ile de konuşurken o “Cenk Hikâyeleri” dedi. “Şahmaran”a, “Binde Bir Gece Masalları”na, “Gılgamış Destanı”na baktık. Biraz otantik olsun, Mezopotamya’yı anlatsın istedik. Hikâyeyi Arjantin’e nasıl bağlayabiliriz derken bunu kedilerle yaptık. Çünkü yurt dışında, “İstanbul” deyince hep kedilerden bahsediyorlar. Dışarıda kedilere çok saygı gösterdiğimiz algısı var. İstanbul gerçekten kedilerle özdeşleşmiş bir şehir. Bu fikri Tito da çok sevdi. Bir hayvanın bir insanın hayatını nasıl değiştirebileceği üzerine bir oyun oldu böylece. İki tane kukla var. Ayrıca karton kuklalar kullanılıyor. İki kedi ve iki insan arasındaki aşk anlatılıyor. İnsanların başına gelen şeyleri kediler belirliyor. Bir de haklar üzerinde durduk. Ev kedisi ile sokak kedisinin haklarını anlatıyoruz.

Ekrem Can Arslandağ: Altının çizilmesi gereken şey, aile tiyatrosu olması. Çocuk oyunu ile aile tiyatrosu arasında ince bir çizgi var. Algı olarak çocuk tiyatrosu aileler için zulüm, çocuklar için de basit görseller gibi canlanıyor. Aile tiyatrosunda ise çocuklar kadar ebeveynlerin de oturup keyifle izlediği bir hikâye olması önemli.

Dilara Gül: Yani aileler çocuklarını tiyatroya bırakıp AVM’ye gitmeyecek. Onlar da izleyecekler bu oyunu.

Ekrem Can Arslandağ: Aile tiyatrosu demişken ben “Semaver”in oyuncusuyum, “Çimri”de oynuyorum. Orada “Nasrettin Hoca” diye bir oyunları var. Türkiye için örnek göstermek gerekirse bu oyunu söyleyebilirim. Yani Prag dendi, Avrupa dendi. Bizde de “Semaver”de yapılıyor bu. Üstelik oyun 35-40 yıldır aynı reji ile oynanıyor.

Burcu Görek: Eklemek gerekirse “Atta Festivali” yapıyor mesela. Sadece çok fazla örnek yok gibi.

Dilara Gül: Tabii kötü örneklerinden korkardık, gitmek istemezdik. Bir de o var!

Burcu Görek: Oysa başlangıç olarak çok dikkat etmemiz, gözetmemiz gereken bir yaş. Kötü oyun izleyen bir çocuğu sonradan tiyatroya çekebilmek çok zor hakikaten.

“Miyav”ın kadrosu bir önceki oyuna göre daha geniş. Sırayla iki, üç derken bu oyun dört kişilik. Birer birer büyüyor Bu Yapım.   

Burcu Görek: Biz her zaman yeni metinlere yer veriyoruz. Sahne arkasında da daha çok kadınlarla çalışmaya özen gösteriyoruz. Ayrıca arkadaşlarımın tekliflerine hayır demek şöyle dursun -yapımcıyım ben- yapmak, gerçekleştirmek için uğraşıyorum.

Deprem bölgesini önceleyen bu obje tiyatrosu nerelerde oynayacak?

Burcu Görek: “Miyav”ı 10-16 Haziran’da Adıyaman’da konteyner kentlerdeki okullarda ve bazı köylerde oynayacağız. Sömestr tatilinden önce, karne haftasında buluşmak istedik oradaki çocuk ve ailelerle… Sonrasında bölgenin farklı şehirlerinde oynamaya devam edeceğiz. Festivallerde olmayı umuyoruz.

Çok teşekkür ederim. Yine çok keyif aldığım bir buluşma oldu.

 

 

 

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Pınar Erol

Yanıtla