Okan Bayülgen’in “Dracula”sı

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Hasip Akgül

Son bir ay içinde hem Devlet Tiyatroları yapımı olan ve başrolünü Tamer Karadağlı’nın oynadığı Dracula oyununu ve sonrasında Okan Bayülgen’in Dracula’sını art arda seyredince yine vampir olgusu üzerine kurulu Jim Jarmush ve Dracula uyarlaması Francis Copolla filmlerini de tekrar izlemek şart oldu. Böylece Okan Bayülgen’in Dracula’sı dolayısıyla “Vampir” üzerine düşüncelerimi biraz daha derinleştirebileceğimi umuyorum. Şöyle: sanatçılar bir metafor üzerinde bu sıklıkta duruyorsa bunu yeniden ve derin düşünmek gerekiyor demektir.

Aşikar olanla, göz önündekiyle düşünmeye başlamanın, insanı gerçeğe doğru götüren bir doğası vardır. Gerçek, derinde olabilir; görünmez halde de olabilir ama ilk gözlemler orta yerde duranlar üzerine olmalıdır. Oyun üzerine düşünmeye buradan başlayabiliriz: Neden vampir olgusu bu kadar öne çıktı?

Antropologlar, insanlığın erken dönemlerinden beri “kan içme”nin var olduğunu söylüyorlar. Bu sıvı, yaşamın kendisi olarak düşünülüyor. Neolitik öncesi döneme kadar izi sürülebilen bir inanç var: “Güçlü bir varlığın kanı içildiğinde onun özellikleri ele geçirilir.” Bu, günümüzde kurban törenlerinde hâlâ sürüyor. Binlerce yıldır söylencelere konu olan bu olay, yazılı edebiyatta değişik bir boyuta taşınıyor ve 1890’larda Bram Stroker’in Dracula romanıyla en etkili anlatımına kavuşuyor. Dracula romanı günümüzde de bir kültür ikonu. Romanda dünya düzeninin değiştiğini gösteren iki dönemselleştirme var: Şovalye Vlad’ın hikayesi ile ilgili kısım ortaçağı bitiren 15. Yüzyıl’da geçer. Kont Dracula’nın Londra’da kan içmeye doyamayan serüvenleri ise 19. yüzyıl’da. Romanın ve yazarın şimdisi olan bu bölümde kahramanımız artık neredeyse 400 yaşındadır. Vampir olmasının yanı sıra çok güçlü bir büyücü ve simyacıdır. III. Vlad’ın torunu olduğunu iddia etmesine rağmen aslında  III. Vlad’ın ta kendisidir.

 1890’lar bir yanıyla “belle époque”in (güzellikler çağı) getirdiği yeni buluş ve üretim tekniklerinin doğurduğu yüksek yaşam ve konfor dönemidir. Diğer yanıyla da Endüstri Devrimi ve makina üreten makinalarla üreticilerin emeğine, kendi değerlerine, varlığına yabancılaştığı bir çağdır. Rasyonel akıl; tüm hurafeleri, inançları, öte dünyayı sorgularken tinsel, manevi bütün insani değerleri de yok etmektedir. Bu arada aristokrasi de can çekişmektedir; üstelik ikinci kere. Şimdi periyodları bir kez daha tekrar edelim: İlki Ortaçağ biterken romanda Vlad’ın yaşadıkları ile verilmiştir. İkincisinde dönemselleştirme Stroker’in de yaşadığı döneme ilişkindir: 19. Yüzyıl’ın Transilvanyalı kontu “Kont Dracula”.

Ortçağ çıkışında devrimci genç burjuvazi doğmakta ve yükselmektedir. 19. yüzyıl sonunda Burjuvazi; artık iktidarını güvenceye almış, tüm dünyayı kendi kar maksimizasyonu ekseninde zincirlerinden boşalmış şekilde değiştirmekte, öte yandan tutuculaşmakta ve yaşlanmaktadır. Burjuvazinin yaşlanmamak için, bir tür ölümsüzlük için, “yeni hayat” için artık kan içmeye ihtiyacı vardır. Vampir, etimolojik olarak “ubir”, “obur” sözcükleriyle ilişkilendiriliyor. Bir yanı doymakbilmezlikliğe ve diğer yanı buna bağlı olarak dünyada maddi olarak ölümsüzlük isteğine uzanıyor.

Okan Bayülgen’in Dracula’sının dönemselleştirilmesi ise 1970’lerdeki dünyanın yeniden tanzimine genişliyor. Ama ona geçmeden bu tarihi anlamamızı sağlayan ve tarihçilerin “periyodizasyon” da dedikleri “dönemselleştirme”olgusu üzerine küçük bir soru sormak yararlı olabilir: Kopuşları ve yeni oluşum hallerini anlatan “dönemselleştirme” bizzat popüler kültürün içinden mi neşet etmektedir yoksa bu kültürün hem dışında hem de ona etki eden etmenlerle mi şekillenmektedir?

Stroker’da tarım kapitalizmini ve ardından sanayi kapitalizmi dönemlerini ve bu dönemlerde “popüler çalışan sınıflarla” “yönetici/elit sınıfların” karşılıklı kamplaşan kültürel alanlarını görürüz. Burada; gerek rıza ve reform ile gerekse zor, şiddet ve kan ile meydana gelen –bazen de direnme ve direnenlerin kazanımı ile yeniden şekillenen– popüler kültür zeminini hissederiz.

İşte Okan Bayülgen’in Dracula’sının zemini olan 1970’li yıllar şu an içinde olduğumuz neoliberal dönemin başlangıç yıllarıdır. Şili ve Türkiye’deki darbeler,  İngiltere ve ABD’de uygulamaya konulan yeni ekonomik politikaların laboratuvarıdır. Sendikaların etkisinin sınırlandığı, ücretlerin aşağı çekildiği yeni bir dönemselleştirme. Şimdi popüler kültürün zemini değişiyor: Halkın alışkanlıkları, yaşam biçimleri, müzik zevkleri, yeme-içme-tüketmeye yönelik davranış kalıpları yine-yeniden tanzim edilmektedir. Ancak bunun hep üst sınıflarca belirlendiğini söylemek hem yanlış hem de alt sınıfların gücünü, iradesini ve zekasını eksiltmek olacaktır. Bu değişim, bazen rıza bazen de direnişle yürüyen bir süreçtir. Bu yüzden “popüler kültür” denilen olguyu, elitler ve halk kitlelerinin gidiş gelişleriyle şekillenenen tektonik bir yerbilim hadisesi gibi düşünmek gerekir. Magmadaki( magmayı sınıflar arası çatışmanın ısıttığı popüler kültür zemini gibi düşünelim) haraketlerin dünya kabuğunu yükseltmesi ve çökertmesiyle yüzeyi yeniden ve yeniden şekillendirmesi gibi. Elitleri egemen yapan; bugünün kültürel kırılmalarını, yarının değerler sistemini inşa edecek şekilde yeniden ve yeniden şekillendirilip ıslah edebilme potansiyelleridir. Ama 1970’li yıllarda popüler (çalışan) sınıfların da kendi içinden çıkardığı bir yenilenme, yaratıcılık ve isyan kültürü, müthiş ürünleriyle, popüler kültür zeminini egemenlerin belirleyiciliğine terketmeyecek bir yükseliştedir.

Okan Bayülgen’in yazıp yönettiği Dracula’da kültürün asi çocuklarının 1970’li yıllarda müzik alanında yaşadıkları büyük patlamayı oyunun müziği olarak sürekli duyuyoruz: Davul ataklarını, elektro gitar yükselişlerini her türden itirazlarını anlatan (Genesis, David Bowie, King Crimson v.d) o muhteşem soloları. Bayülgen’in bu döneme taşıdığı Dracula biraz daha entelektüeldir; Nietzsche’ci güç istencini biraz çarpıtarak kendine uyarlamıştır, Camu’nun “intihar olgusunun dünyada varılabilecek en yüksek bilinç” olduğu meselesini tartışabilmektedir, Caravaggio’daki aykırı, amaçsız, sanatı kutsayan eserler üzerine düşünmekte, varlığını sanat yoluyla çekilir kılmaya çalışmaktadır… ancak sanat yaparak değil de bir biriktirici olarak. Biriktiriciler, varlıklı olmanın olanaklarıyla sanatla ilişki kurarlar ama bu aslında yeni bir yatırım olanağı da demektir: resimde koleksiyonerlik, müzikte prodüktörlük ve yine varlıklı olmanın yoludur ama varlıklı olma ile varoluş apayrı şeylerdir. Dracula lanetlidir; çünkü “draculalar” dünyevi ölümsüzlüğün ve kan içiciliğin müptezelliğidir.

Okan Bayülgen’in Drakula’sında egemenler, popüler kültür zemininde, insanlık başarısını “performatiflik”e, “tesadüfilik”e ve güç dengelerinin izin vermesine indirgeyerek alt kültürlerin yaşamını yeniden düzenlemişlerdir. Okan Bayülgen’in Drakula’sında; artık hangi dahice eseri ürettiğini unutmuş, kanı emilmiş ölümsüz sanatçılardan oluşan bir koroyu, sürekli sürünür şekilde dans ederken izleriz. Buradaki Drakula; sanattan, sanat seviciliğinden ve sanatçı kanından beslenmektedir. Ve Bayülgen’in kalabalık sahnelerde kurduğu dans düzenleri gerçekten seyretmeye değerdir.

Yazının başında aşikar/gözönünde olandan hareket etmenin gerçeği bulmada kolaylaştırıcılığından söz etmiştik. Şimdi düşünen seyirci için bu müthiş bağlantıları öyle hemen bulmanın da pek kolay olmadığından söz edebiliriz. Bu yanıyla artık şu “aşikar olanı görme” meselesini, Okan Bayülgen’in yazıp yönettiği oyun için, doğrudan bir eleştiri olarak da okuyabiliriz; çünkü oyunun hikayesini yukarıdaki gibi özetlesek bile hikâyeyi sahne üzerinde takip edebilmek neredeyse imkansız. Oyun bizi, aşikar olandan, göz önündeki durumlardan hareketle gerçeğin görünmeyen yanlarına değil olguların günümüzdeki kavram ve imgeleriyle doğrudan karşı karşıya getiriyor. Böyle olunca da düşünsel değerini hissettiğimiz ama peşi sıra sürüklenebileceğimiz hikaye ve olay örgüsü olmadığı için anlamları birbirine bağlamakta zorlandığımız bir oyunla karşılaşmış oluyoruz.

Seyircilerle oyun sonunda yapılan söyleşide Okan Bayülgen bu eleştiriye dair “Düşünmenin unutturulduğu, yasaklandığı, değersizleştirildiği bir dönemde seyircimizi düşünmeye zorlamak istiyoruz.” dedi. Yaklaşımı beğenmekle beraber, aslında bu yanıtıyla, yönetmenlik ve oyunculuğuna nazaran gölgede kalan yazarlığını eleştiriden koruduğunu da düşündüm. Çünkü yazarlığın iki önemli niteliğinden biri parlak düşünce düzlemleri bulmaksa diğeri tıpkı Stroker’in yaptığı gibi onu ince ince nakışlarla, anlaşılır sade bir olay örgüsüyle, herkesin anlayabileceği bir dil işçiliğiyle yoğurmak ve yıllara yayılabilecek bir sabırdan kaçınmadan yazmaktır. Yazarlık bir enzimleme, karmaşık entelektüel olguları indirgemeden yaşamın sadeliğine ulaştırabilme maharetidir.

Oyunun söyleşi kısmında sorulan bir soru üzerine Okan Bayülgen’in açıklıkla aktardığı bir şey daha oldu ki onunla bu konuda aynı düşüncede olduğumu fark ettim: Oyunun çalışmaları sırasında Yönetmen Yardımcısı Nihal Usanmaz’la günümüz dünyasını tartışırlarken bir ara “Kim bu Dracula?”diye sorduklarını, Nihal Usanmaz’ın da “Her numara sende, tabiiki sensin!” dediğini söyleyen Bayülgen samimiyetini de gösterdi. Kültür endüstrisinin, televizyonun bir starı olarak “dracula” yanının farkında olduğunu ama 60 yaşından sonrasına yüzünü döndüğü bu günlerde artık yalnız ve gerçek tiyatro yapmak istediğini söyledi. Aynı düşüncedeydim ama ona hemen inanabilir miydim? Yani Okan Bayülgen gibi show dünyasının ana figürlerinden birinin karşısındaydık. Zeki, konuşmayı çok seven ve hemen herkesi kendine kolaylıkla çekebilen bu cerbezeli “dracula”ya hiçbir ihtiyat payı koymadan hemen inanmalı mıydı? Yoksa onun oyunu yoluyla söylediği gibi biraz düşünmeli miydi? Hatta yazarlığındaki eksikliklere bu bağlamda daha yakından mı bakmalıydı?

Çağdaş resim sanatının yaratıcı ressamlarının hiç figür kullanmadıklarını, konu ya da olay örgüsü gibi şeyleri tanımadıklarını, nesnelerin üzerine kavram isimleri koyarak analitik düzlemler yaratabildiklerini biliyoruz; ama o ressamların çizgi, desen ve figürü gözleri kapalı yapar hale geldikten sonra üst düşünce düzlemleri kurduklarını da biliyoruz. Belki mertçe ve Türkçe daha net söylemeliyiz: Oyun kitapçığında, Napoleon ve Medusa’nın Salı gibi sıralı projelerinden söz ediliyor. Bayülgen bu tekstleri oluştururken ya yazarlık yanını geliştirmeli ya da projede iyi yazarlara yer vermeli, diye düşündüm. Evet, tüm bunları oyunda “hikayenin izlenemediği” eleştirisi ile ilgili olarak yazıyorum. Ancak bu uzun oyundan çıkarken hiç  sıkılmadığımızı ve yüksek bir tiyatro zevki aldığımızı da söylemeliyim.

Peki bu duygu, yaptığım eleştiriyle çelişmiyor mu?

Oyunun bütününe tekrar baktığımda beğenilerimi şöyle sıralayabilirim: İyi oyuncular, imge değeri yüksek görsellik ve anlam’a odaklanan reji, olayları olmasa da anlamları birbirine bağlayan bir dramaturgi, çok nitelikli müzisyenlerle rock tarihinin en iyi müziklerinin canlı icrası… Sanıyorum bunlara mutlaka eklenmesi gereken bir de Okan Bayülgen ile Hayko Cepkin’in sahneden seyirciye yağdırdıkları enerji tsunamisi var. (Desmond Morris’in, oyun duygusunun canlılarda ilk ortaya çıkışını, enerji fazlası ve enerji fazlasını dengeleyecek dışavurumlarla açıklayan hipotezini burada hatırlamak gerekir.) Hayko Cepkin, büyük müzisyen yanına büyük bir oyuncu performansı da ekliyor. Oyun boyunca tüm bedeni ve gestuslarıyla ve diğer oyuncularla bağlantıda kalmayı başaran bir konsantrasyonla Van Helsing’i bize bir başrol olarak yaşatıyor.

Hayır çelişmiyorum, eleştirilerim baki ama ben bu oyundan keyif aldım.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Hasip Akgül

Yanıtla