[Nesrin Karadağ’ın bianet‘te yayımlanan yazısının bir kısmını okurlarımızla paylaşıyoruz.]
Toplumun tüm katmanlarına açık bir tiyatro, bireysel ve kolektif ruhun beslenmesinin, hayal gücünün ve eleştirel düşünmenin en güvenilir kaynaklarından biri olmaya devam edecektir.
İstanbul Tiyatro Festivali, ülkemizin kültürel hayatında uzun yıllardır en önemli sanat olaylarından biridir. Tiyatro meraklıları için yılın bu dönemi, yalnızca yeni oyunlar izlemek değil, aynı zamanda dünya tiyatrosunun güncel eğilimlerini gözlemlemek ve kendi kültürel ufkunu genişletmek için eşsiz bir fırsattır. Çok değil yakın zamana kadar festivale katılım görece daha kolay ve daha erişilebilirdi.
Bilet fiyatları, asgari gelirli bir seyircinin bile birkaç oyun izlemesine imkân tanıyacak düzeydeydi. Festival boyunca her akşam farklı bir salonda yerini alan izleyiciler, tiyatronun büyüsüne kapılır ve yeni sezon için biriktirdikleri tiyatro özlemini bir anda giderirdi.
İnsan Ruhunu da Besleyerek Ayakta Kalır
Bugün ise ekonomik kriz, gelir adaletsizliği ve alım gücündeki dramatik düşüş, bu coşkunun yerini giderek artan bir hayal kırıklığına bıraktı.
Gelir adaletsizliği, gündelik yaşamın her alanına olduğu gibi sanata erişime de doğrudan etki eder. Sanat çoğu zaman “lüks” bir tüketim kalemi gibi sunulsa da aslında toplumsal varoluşun ayrılmaz bir parçasıdır. İnsan yalnızca karnını doyurarak değil, ruhunu ve zihnini de besleyerek hayatta kalır.
Tiyatronun, toplumsal hafızayı diri tutan, estetik ufku genişleten ve hayal gücünü çoğaltan bir ihtiyaç olduğu gerçeği çoğu zaman göz ardı edilir. İnsanların açlık sınırında yaşam mücadelesi verdiği bir ülkede, tiyatroya gitme arzusunu dile getirmek önemsiz bir ayrıntı gibi görünse de mesele aslında kültürel hakların en az temel ihtiyaçlar kadar yaşamsal olduğudur. Sanata ulaşamamak yalnızca bireysel bir eksiklik değil, toplumun bütünsel yoksullaşmasının da bir göstergesidir.
Yaşadığımız düzen düşünüldüğünde, bugünkü tablo aslında şaşırtıcı değildir. Kültür-sanat alanı da tıpkı diğer sektörler gibi piyasa mantığının belirleyiciliğine teslim oldu.
Oyunların niteliğinden çok sponsorların beklentileri, seyircinin kültürel ihtiyacından çok etkinlik ekonomisinin getirisi ön planda tutulur.
Festival afişleri çoğu zaman birer “prestij kataloğu”na dönüşür. Bu durum, tiyatro festivallerinin bir tür lüks tüketim etkinliği olarak algılanmasına yol açar. Halbuki festival, toplumun en geniş kesimlerine hitap etmeli, sanata erişimdeki eşitsizlikleri azaltacak politikalarla desteklenmelidir. Tiyatro, yalnızca ayrıcalıklı bir sınıfın erişebileceği bir alan hâline geldiğinde toplumsal işlevini yitirir.
Tiyatro eleştirmenlerinin konumu bu bağlamda önem kazanır. Bir eleştirmenin oyunu kendi biletini alarak izlemesi, kişisel bir tercih değil, mesleki etik açısından bir zorunluluktur. Nasıl ki bir gazeteci ile siyasetçi arasındaki mesafenin korunması, demokrasinin sağlığı için vazgeçilmezse, eleştirmen ile oyuncu veya yapımcı arasındaki ilişkinin de aynı mesafeyi taşıması gerekir.
Devamı için tıklayınız.