Panel: Tiyatroda Taciz

Panel: Tiyatroda Taciz[1]

Yayına Hazırlayan: Pınar Gümüş

Bu metin, Mimesis Tiyatro/Çeviri-Araştırma Dergisi’nin 16. sayısında (Kasım 2009) yayınlanmıştır.

13. Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali kapsamında 22 Kasım 2008 tarihinde Ankara TAKSAV (Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat için Vakıf) Toplantı Salonu’nda düzenlenen bu panel Yeraltı tiyatro topluluğu üyesi Fulya Paksoy tarafından modere edilmiştir. Panele konuşmacı olarak ilk oturumda Meltem Keskin, Cangül Uygur, Burak Acıl, Pınar Gümüş, Gülcan Küçük, Korcan Perçin, Özge Mersin, Aynur Özuğurlu; ikinci oturumda ise Serpil Sancar, Güzin Yama­ner, Elif Dumanlı katılmıştır.

1.Oturum

Fulya Paksoy (Yeraltı): Öncelikle açılış metnimizi okuyacağım. Ko­nuşmalar bittikten sonra tartışma kısmına geçeceğiz, böylece birinci oturumu bitireceğiz.

“Tiyatro ve taciz nasıl bir araya geldi? Erkek egemen yapının kalıp yargıları içinde sıkışan birçok kadın ve toplumsal cinsiyet bağlamında erkliğini/erkekliğini kabul etmeyen birçok erkek tacize maruz kalıyor. Ancak tacizin açığa çıkması konusunda ya tacizi tanımlayamama ya da tacizi açığa çıkarmaktan çekinme söz konusu.

Biz bir süre önce tacizi dışarıdan bir etkiyle yaşadık. Bilgisini bizimle paylaşabileceğini söyleyen bir adam düzenlediği atölye çalışmasında bazı arkadaşlarımızı taciz etti. O dönem tavır olarak o adamla ilişki­mizi tümüyle kestik. Sonrasında yine kısa bir süre önce tiyatroda ta­ciz gündeme geldi. Fakat o tartışmalarda durum bireysel düzeye in­dirgenme olasılığı barındırıyordu; yani o adamın sapık olup olmama durumuna. Biz de bu yüzden tartışmayı indirgemeci olmayan bir or­tamda gerçekleştirme ihtiyacı duyduk. Çünkü uzun süre gündemimi­ze taşıdığımız tartışmalar sonunda bunun yapısal bir sorun olduğu üzerine yoğunlaştık. Yani erkek egemen yapı ve ondan kurtulamadı­ğı oranda da tiyatronun yapılanma sorunu. Bu noktada elbette birey­selliğe indirgeme konusundaki tavrımız durumu kişinin seçiminden uzak bir noktaya taşımak değil. Evet, bizce bu yapısal bir sorundur ama bu yapısal sorunu görmezden geldiği, hiyerarşinin kendine verdi­ği olanaklardan yararlandığı, reddetmediği ve buna tavır almadığı öl­çüde bireyin sorumluluğu vardır.

Tiyatroda tacizin varlığı aslında her yerde görülen tacizden farklı değil. Ataerkil zihniyetin sızdığı her yerde tacizi açığa çıkarmak için çalışı­yorken tiyatroda da tacizi ortaya dökmek gerekiyor. Bu noktada top­lumsal cinsiyet olarak erkeğin kadın üzerine kurduğu hiyerarşik ilişki bir taciz alanı yaratıyor. Bunun yanında tiyatrodaki tacizin açığa çıka­rılmasının önünde kutsal bir duvar örülüyor. Bu kutsal duvarın için­de tiyatroda taciz meşrulaştırılıyor ve olağanlaştırıyor. Bu duvar tiyat­roya çöreklenen, özellikle bilgi ve statü hiyerarşisi üzerine kuruluyor. Yönetmenin en tepede olduğu bu hiyerarşi zincirinde eskinin yeni üze­rindeki baskısı da olağanlaşıyor ve meşrulaştırılıyor. Diyaloga dayalı bir iletişim yerine “üst”te olanın monologuyla kurulan bir ilişki gelişti­riliyor. Tacizin başladığı alan tam da burası işte. “Üstteki”nin “alt”taki üzerindeki her türlü hakkı burada başlıyor. Çünkü artık “yukarıdaki” “aşağıdaki”nin sahibi olarak algılanıyor. Bu taciz, kadınları tiyatrodan uzaklaştırdığı ya da ehlileştirdiği ölçüde büyük oranda tiyatronun en tepesine yerleşen “tiyatro abileri” için son derece sıradan görülen bir cinsel taciz alanı oluşturuyor.

Ataerkil yapılanmanın tiyatronun başına nasıl musallat olmaya baş­ladığını anlamak için kısaca tiyatro tarihine bakmamız gerekir diye düşünüyoruz: Erkek egemen yapı tiyatrodaki varlığını çok eskilerden beri göstermeye başlıyor. Tiyatro tarihinde kadınların tiyatroya alınmadığını ve tiyatroda olduklarında da nesneleştirildiklerini görüyoruz. Bunun örneklerini hem doğuda hem batıda görmek mümkün. Tabi bu bilgi tiyatronun üstünde hemen görülüverecek bir yerde. Bunun yanında kadınların tiyatro yaptığı, pek tabi tiyatronun özneleri de ol­duğu pek çok durum var. Bir yandan da gerek batıda gerek doğu­da tiyatronun dişil dönemden kalan pek çok özelliği ataerkil yapının içinde direngen bir şekilde varlığını sürdürüyor. Kolektif üretim biçi­mi, antihiyerarşik yapılanma işte bu dişil dönemden kalan ve tiyatro­da uzun süre varlığını direngen bir şekilde gösteren özellikler. Fakat Rönesans’la birlikte batıda baş gösteren burjuva sanat anlayışının et­kileri hızlı bir şekilde tiyatroyu da kaplamaya başlıyor. Uzmanlaşma, merkeziyetçi yapılanma, seyirci ile kurulan ilişkinin değişimi bu dö­nemle birlikte başlıyor. Bir yandan sanat hayattan kopartılırken, bir yandan da hiyerarşi tiyatronun başına çörekleniyor ve giderek içine nüfuz etmeye başlıyor. Batının baskısı altında kalan bu coğrafyanın tiyatrosu da bu olumsuz değişimden etkileniyor ve aslında buraya hi­yerarşi tepeden inme bir şekilde getiriliyor. Uzunca bir süredir halk ti­yatrosunun yerini alan amatör tiyatrolar da bu hiyerarşiyi kabul ettiği ölçüde kan kaybediyor.

Tiyatro yaşamın içinde ve yaşamın dışında. Biz tiyatronun kalıp yargı­ları yıkabileceğimiz, değişmez gerçek diye yutturulan dışarıdaki haya­ta kafa tutulabileceğimiz ve hayatı dönüştürebileceğimiz bir alan oldu­ğunu düşünüyoruz. Ama bunu yapabilmek için önce tiyatro içindeki taciz sorununu çözmeye ihtiyacımız var, hem de ivedilikle. Üsttekinin monoluğuyla örülen “değişmez gerçek”, tiyatro içinde bir diyaloğa ve tiyatronun var oluşu gereği çoklu ve renkli bir üretim haline dönüştü­rülmezse; tiyatronun her şeyden önce kendi kanını emen bir zombi­ye dönüşeceğini düşünüyoruz. Bizim Yeraltı olarak öncelikle yapmak istediğimiz tiyatrodaki tacizi açığa çıkarmak ve bu durum ile ilgili bir farkındalık yaratmak.”

Panel sonunda bir söyleşi ortamın oluşmasını umuyoruz. Yeraltı ola­rak birbirimizi dinleyerek ve birbirimizin sözünü kesmeden gerçekleş­tireceğimiz bir ortam oluşmasına çalışacağız. Konuşmacılar sırasıyla: Devlet Tiyatroları’ndan Meltem Keskin, Yeraltı’ndan Cangül Uygur ve Burak Acıl, Tiyatro Boğaziçi’nden (TB) Pınar Gümüş, Boğaziçi Üniver­sitesi Folklor Kulübü’nden (BÜFK) Gülcan Küçük, Tiyatro Gazi Mü­hendislik Mimarlıktan (TİYAGAM) Özge Mersin ve Korcan Perçin, son olarak da Kadın Tiyatrosu’ndan Aynur Özuğurlu.

Meltem Keskin: Merhabalar, hepiniz hoş geldiniz. Tiyatroda taciz de­yince benim aklıma hiç cinsel taciz gelmedi. Çünkü hiç böyle bir şeyle karşılaşmadım hayatımda. Tabii karşılaşmadım demek bunun olma­dığı anlamına gelmez, ama ben şöyle düşünmüştüm: tacizi anlatan tiyatro metinleri, bir de tiyatro bir sanat dalı olarak taciz etmeli mi seyirciyi? Ve de, kötü tiyatrolar, kötü metinler ya da kötü oyunlar se­yirciyi nasıl taciz eder? Tiyatroda karşılaştığım herkese soruyorum: “Tiyatroda taciz deyince aklınıza ne geliyor?” Özen Yula’ya sordum, o dedi ki; “Ben sana tacizle ilgili tiyatro metinleri söyleyeyim.” Bir sürü insana sordum, kimsenin aklına “cinsel taciz” gelmiyor, benim etra­fımda ya da benim sorduğum insanlarda. Aklımıza gelenler seyirciyi taciz etmek için kullanılan yöntemlerdi daha çok; mesela 60’larda se­yirciyi taciz etmek üzerine bir akım başlatılmıştı. Soyunuyorlardı, dışkı atıyorlardı seyircinin üzerine, çişlerini yapıyorlardı sahnede, sınırı zorluyorlardı ve diyorlardı ki “Bu bir manifestodur. Biz taciz ediyoruz, rahatsız ediyoruz, hepsini de sahnede yapıyoruz. Biz bir şey söylüyo­ruz. Gitsin düşünsün sonra evinde bizim bu yaptıklarımızı.”

Sonra bir baktım, durum hiç öyle değil… İstanbul’daki arkadaşlarımız çok ciddi cinsel tacize maruz kalmışlar.

Meslek hayatım boyunca ya da öğrencilik hayatım boyunca katıldı­ğım onlarca atölye çalışmasında ne cinsel taciz ne cinsel ima gördüm. Profesyonel tiyatroda çalışırken, diyaframa bakılacaksa evet bu doku­narak yapılır. Cinsel tacizi hissetmek bıçak sırtı gibi bir şeydir. Böyle sarılırsınız, öpüşürsünüz, birbirinize dokunursunuz bir şey hisset­mezsiniz de o bizim anladığımız cinsel taciz anlamında, terzi bir ölçü alır, bütün tüyleriniz diken diken olur, bilirsiniz tacize uğramışsınız­dır, şu kadarcık bir şeyden… Bir şey de diyemezsiniz, deseniz, “hanı­mefendi ölçü alıyorum, siz hasta mısınız?” diyebilir. Ama siz bilirsiniz ki dokunmuştur işte, kadınların kesin bildikleri, hissettikleri bir şey­dir bu. Otobüste fazla yaslanarak dokunanlar, küçük bir kızken yo­ğurt almaya gittiğinizde sırtınızı sıvazlayanlar ya da yanağınızdan ma­kas alanlar… İş yerinde arkanızdan sürtünerek geçenler… Yanlış bir şey olduğunu hissedersiniz. Bütün bunlar yalnızca hissedilen boyutu­dur. Ciddi ciddi eyleme dönüştüğü zaman da verilecek cevap bellidir.

Ama bu tarz insanlarla yalnız tiyatro mesleğinde değil, her meslek­te karşılaşabiliriz. Karşı tarafın size gönderdiği bir sinyal vardır ve kadınlar bunu çok net anlar. Böyle davrananların ciddi kişilik prob­lemleri vardır. Erklerini kullanma biçimidir ve bunu yalnızca cinsel anlamda yapmazlar. Karşı tarafa üstünlüğünü kanıtlamak için “azar­lama, küçümseme, alay etme, yok sayma, sürekli hata bulma, baskı kurma” gibi farklı yöntemleri de kullanırlar. İnanın bana yaptığı tah­ribat hayal edemeyeceğiniz kadar büyüktür. Çalışma yapıyoruz diye vücudunuza sizin istemediğiniz bir biçimde dokunanı uzaklaştırabi­lirsiniz ama duygusal tacize karşı koymak daha zor olur çünkü daha zor tanımlanır.

Tiyatro yapmak isteyenler, özellikle gençler, eğitmen kisvesi altında karşılarına çıkan insanlara doğru sorular sormayı öğrenmeliler “Be­nim orama burama elleme metodu kime ait?” diye sorabilir. “Böyle motive etme metodu kaçıncı yüzyılda, nerde ortaya çıktı?” diye sorabi­lir. Hepsinden önemlisi, nasıl haberdar olacağız birbirimizle ilgili? Be­nim şahit olmamam ve benim başıma gelmemiş olması bunu yaşamış arkadaşların yanında yer almamamı gerektirmez, aksine iyice taraf ol­mamı gerektirir çünkü ben hiç böyle tuhaflıklar olmadan profesyonel tiyatro yapıyorum. Bir sürü atölye çalışmasına katılıyorum. Birbirimi­ze dokunuyoruz, sarılıyoruz. Böyle kişisel dürtülerle mıncık mıncık ol­manıza gerek yoktur atölye çalışması yaparken. Tiyatro beden dilidir doğru, ama zeka ile yapılan bir şeydir. Bu iş bilinçsizce, kendimi attım dağıttım diyerek yapılacak bir şey değildir. Çünkü zekaya dayanan, sağlam alt yapı isteyen, ciddi matematik gerektiren bir hesapların bü­tünüdür sahnede yapılan. İster klasik tiyatro yapılsın, ister sokak ti­yatrosu, ister Brecht; tiyatro çok ciddi bir meslek dalıdır. Burada sözü edilen cinsel taciz, üst olmanın, erki kötü kullanmanın yöntemlerin­den biridir. Madem böyle durumlar vardır, doğru adresler ve eğitmen­ler için birbirimizden daha sık haberdar olmalıyız. Donanımlı olmak için bilgiye, farkındalığa ve doğru soruları sorma alışkanlığa sahip ol­mamız gerekiyor.

Cangül Uygur: Hoş geldiniz. Tiyatroda taciz meselesi üzerine konu­şur ve tartışırken “tiyatroda taciz diyorsunuz da, hayatın içerisinde ta­ciz yok mu, hayatın her alanında taciz yok mu?” sorularıyla çok karşı karşıya kaldık. Meselemiz bunu bir tarafa koymak, bunu bilmemek, bunu atlamak değil; tiyatroda bunu irdelemeye çalışmak, tabi tama­men buraya kilitlenmeden. Hayatın içinde, işyerinde, okulda, hasta­nede taciz, baskılansa da bir biçimde dile geliyor, ama tiyatroda taciz niye dile gelmiyor? Tiyatroda buna dair niye örnek yok? O kadar steril ve temiz bir alan mı?

Gündelik hayat ve tiyatro derken, ikisini birbirinden ayırdığım için değil, gündelik hayatı tırnak içerisine almak istedim. Çünkü tiyatro birçok defa bizim akan rutin hayatımızdan, tam da o göbekten bes­lenirken, oradan ayrılıyor ve bambaşka bir yere koyuluyor, tacizin de kendini katladığı yere. Tiyatro hayatla etkileşiminin, bağ kurma­nın yöntemlerinden biri; bazı toplumsal meselelere değinmek, eğilmek üzerine kendini oturtmaya çalışsa da, aynı zamanda “hayatın göbeğin­den beslenme” noktasında kendini taciz meselesinden de bağımsız kıl­mıyor. Sanki tiyatro kapısından içeri taciz hiç girmezmiş, giremezmiş gibi görünüyor, böyle algılanıyor ya da böyle algılatılıyor. Tiyatroda ta­cizin sürekli üstünün kapatılmasının var olan hiyerarşi ve o hiyerarşi içerisinde iktidarın altını çizen bir yerde durduğunu düşünüyorum.

Sahnede olmak isteyen ya da bir tiyatro yapılanmasının, topluluğu­nun ya da kurumun içerisine giren kişi genelde bilgi almak, paylaş­mak üzerinden bağını kurmaya çalışır. Bu bilgi almak ve paylaşmak meselesi, tacizi destekleyen bir mekanizma haline dönüşebiliyor. Bilgi sahibi, yönetmen, eğitmen, yönlendirici; bilginin varlığını kullanarak genelde o baskıyı sezdirmekle başlayıp, baskının varlığını iyice hisset­tirip, kendi iktidarını devam ettirme ve onun üzerinden bir taciz me­kanizması geliştirme sürecini başlatıp, sürdürebiliyor. O sürecin içe­risinde olan insan da diyor ki “bu herhalde böyle bir şey”; ama hayır. Bu baskı mekanizması, disiplin kisvesi altına gizleniyor. Ama süreç çok açık bir biçimde psikolojik baskı ve bundan doğan taciz oluyor. Buraya kadar söylediklerimi de, bunu da teorik bir şey üzerinden söy­lemiyorum, bir deneyimleme süreci içerisinden çekip aldıklarımı söy­lüyorum. Kişi tacizi ifade etme boyutuna geldiğinde, eğer o topluluk ya da kurum kişinin mağdur olduğu durumu dışarı vurabileceği bir ze­minde durmuyorsa, onun kendini başka bir yere taşımasına izin ver­miyorsa, o noktada psikolojik baskı ve taciz, yaşayan kişi için bir kat daha artıyor.

Genel olarak tiyatroya bakış açısında –benim de son dönemde kişisel olarak gözlemlediğim– yanlış işleyen bir şeyler olduğunu düşünüyo­rum. Bir ifade alanının yaratılmasının yanında, şöyle bir yere gidiyor; ‘fazla fazla’ kendine ifade alanı yaratma, başkalarının ifade özgürlü­ğünü kısıtlama ve hani sınırların kalktığı, özgürlük gibi kavramların birbirine girdiği böyle bir çerçeveyle bir sanat formunu algılatır ve be­nimsetmeye çalışırsanız, bir takım insanlara çekici gelmeye başlıyor. “Yönetmen”i kutsallaştırma, “oyuncuyu” kutsallaştırma meselesi söz konusu; ki bu mesele de kutsallaşan kişinin, kendini tutup, başka bir yere koymasıyla, tacizde bulunduğu kişinin de, tacizi içselleştirmesine sebep olmakta. Fakat bütün bunların farkında olan ve bir defa olsun ‘hayır’ diyen birey, tiyatro yapmaktan uzaklaştırılıyor ve en azından o noktaya getirilmeye çalışılıyor. Kendi içinde bu sefer başka bir meka­nizma işlemeye başlıyor; çok ahlakçı olduğuna dair, arkadaşlıktan an­lamadığına dair, espriden, şakadan anlamadığına dair.

Fakat tiyatroyla bağ kurma, hayatla bağ kurma, bunun üzerinden in­sana ulaşma gibi bir dert ediniyorsak, bunun farkına varan insan, “ti­yatro kendini böyle var etmeyi öngörmüş, kendi içinde böyle işleyen mekanizmaları var…” demek yerine; “hayır, bunun alternatifi de var! Ya da yoksa bile ben yapabilirim!” demek gerekiyor.

Burak Acıl: Merhaba, 2000 yılından beri amatör tiyatrolarda çalışı­yorum. Dolayısıyla bu işle sekiz senedir uğraşıyorum. Ben daha çok yaşadığım deneyimleri, pratikleri anlatacağım. Üniversite tiyatroları, her sene yeni insanların dahiliyeti ile yenilenen yapılanır. Her sene birileri geliyor ve onlardan önce gelenler, onlardan eski olmuş oluyor. Yeni-eski ayrımı hemen kurulmaya başlanıyor. Bu yeni olma hali, be­raberinde bir sürü şeyi getiriyor. Mesela ilk geldiği zaman yeni biri ti­yatromuza, “biz beraber giyinip soyunacağız, soyunuyoruz.” diyoruz. Tanışma toplantısında çok rahat söylüyoruz; “zaten biz beraber giyi­nip soyunuyoruz…” laf arasında geçiyor geçmiyor. Bir yandan da o ta­nışma toplantısına katılmayıp çalışmaya gelenler de olabiliyor; “nerde soyunulur acaba?” diyenler, arayış içinde olanlar. Dolayısıyla birden tüm o özgüvenle donla kalınıyor, çırılçıplak. “İlk önce şunu çıkarayım, şunu giyeyim…” edep anlamında söylemiyorum ama gözetmek anla­mında söylüyorum. Ahlakçılık kısmı da tartışılabilir söyleşi kısmın­da özellikle. Benim deneyimleyebildiğim bir olay vardı: Benden daha yeni bir arkadaştı, ama çok fütursuz bir arkadaştı, bir kadın arkadaş. Giyinip soyunduğumuz salonda herkes her yerde giyinip soyunuyor, o da işte geçti, her şeyini çıkardı, sutyenini de çıkardı. Ben de sinir­lendim, çıktım. Benim sinirlenmemde “bu kadar yapma, bu kadar in­sanın arasında…” falan gibi bir şeyim de vardı. Sadece benim kendi rahatsızlığım değildi o. Benim orada eski olmam, oranın kurallarını bi­raz daha benim biliyor olmam gibi şeyler de vardı.

Psikodrama üzerinden çalışmalar var ya da işte bir şekilde gün bo­yunca tüm yaşadığımızı aklımızdan geçirme ve onları çöp kutusuna atmak gibi… Tüm o toplumsal baskılarımızdan falan çöp kutusuna atıp kurtulurduk. Dolayısıyla, bu giyinip soyunduğumuz, bizim jestle­rimiz, hareketlerimiz, her şeyimiz, güya yok tiyatroda. İlk çalışmalar; “dokunarak birbirini tanıma çalışması.” Mesela ben kendi yaptığım bir şeyden bahsedeceğim. Bunun adı tabi ki taciz değil, ama bunun adı gözetmeme, ama tabi biri taciz ediyor, karşı taraftan düşününce. Göz­lerini kapatıyor bir yeni, özellikle yenilere yaptığım bir şeydi benim, özellikle biraz da “Kezban” gibiyse, biraz açılması için. Çünkü ben es­kiyim, onu açacağım ya, ben her tarafını elliyorum. Yani hiç gözetme­den memesini, kalçasını elliyorum ki o da yapsın bana, rahat olalım. Benim niyetim aslında taciz değil, yani o sırada cinsel hiçbir şey dü­şünmüyorum ve bu yüzden de onun rahatsız olma ihtimali sıfırdır ya yani öyle bir şey olamaz. Bıraktı ya bütün özgürlüğünü, bırakması ge­rekiyor ya… Şimdi ben kendime dair kötü şeyler anlatıyorum da, kötü niyetli biri değilim. Ama işin niyetle alakası yok çok fazla ve sadece bi­raz gözetmekle alakalı.

Mesela bir de taciz edilen erkek vardı. Daha çok mağdur, tacize uğra­yan kadın değil de, daha çok taciz edenin “erk” olması mevzuu daha önemli bence tiyatroda. Ben yine üçüncü senemdeyim –bunları özel­likle vurguluyorum, hiyerarşik yapıyı ara ara hissettirmek için–, yeni gelmiş biri var ve tirad çalıştıracağım ona. Bir monolog, bir sayfalık Comedia dell’Arte’den Arlecchino’nun tiradı. Hareketli, vücut kullanı­mına dikkat edilmesi gereken bir çalışma. Zaten ona da, o tirad vücut kullanımını biraz daha geliştirsin diye verilmişti. Sonra ben onu çalış­tırırken arkadaş hep, oynarken, dudaklarını yalıyor. Benim tiplemem gerektirmiyorsa, benim dudaklarımı yalamam gereksiz. Oyuncu oy­narken yoruluyor herhalde, arada dudağını yalıyor. Ben de ilk başta normal konuştum, samimiyetimiz de var, tanımıyor da değilim; “du­daklarını yalama, yalamaya devam edersen ben gelip yalarım” dedim. Şimdi ben samimiyetine güvenerek dedim, dedim ama o kişi zaten sahnede, ışıklar üzerine binmiş, öyle bir konumda ki, ben zaten gö­rünmüyorum, karanlıkta bir yerdeyim, bir erk, iletişim kuramıyoruz, bir de ben “dudaklarını yalama, yalamaya devam edersen ben gelip yalarım” dedim. Bunu, tirad sırasında her yaptığında, işkence gibi yir­mi kez yaptım. En az yirmi kez yaptım. Burada tacize uğrayan erkekti, ama değişmeyen bir şey var, taciz eden yine “erk”ti.

Oyunculuk eğitiminin ilerleyen zamanlarında striptiz çalışması diye bir çalışma var. Bir takip ışığı var, takip ışığı da sadece bir yuvarla­ğı aydınlatır, kenarları aydınlatmaz. Bu çalışmada şöyle bir kural var, eğer herhangi bir şeyini çıkarırsan tamamen soyunmak zorundasın. Çıkarmazsan, mim yapacaksın, soyunuyor gibi yapacaksın. Burada da şöyle bir durum oluyor; bir kadın arkadaş striptiz yapıyor ya da “mış gibi” yapıyor. Erkekler de arkada gelip, biraz daha kuytu köşede fısıldaşıp, sürekli gülüyorlar ve dalga geçiyorlar. Zaten gergin bir şey striptiz çalışması, bir de üstüne üstlük kadınla alay edilince… Böyle bir durum var ve o yüzden çok gergin geçen ve sürekli o kişiyi zaten hiçbir şey göremediği için tamamen metalaştıran bir çalışma haline dönebiliyordu. O yüzden ben şöyle bitiriyorum; çalışmalarınızı seçer­ken dikkatli olun, teşekkürler.

Pınar Gümüş: Merhaba, cinsel taciz ve tiyatro konusunu konuşmanın birçok yolu var. Bu, sizin cinsel tacizi nasıl kavramsallaştırdığınızla çok ilgili. Biz burada öğrenciyken Boğaziçi Üniversitesi’nde yaptığımız ve mezun olduktan sonra Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nda (BGST) sürdürdüğümüz sanat çalışmalarında cinsel taciz, sanat ça­lışması ve tiyatro konusunu nasıl ele alıyoruz anlatmaya çalışacağız, deneyimlerimizden bahsedeceğiz. Konuşmaya başlarken şunu söyle­menin faydası var diye düşünüyorum: Cinsel taciz ve tiyatroyu birlik­te ele alabilmek için zaten tiyatroya ve tiyatro çalışmasına yaklaşımın da toplumsal cinsiyet duyarlı bir yaklaşım olması gerekiyor. Aksi tak­dirde tiyatroda cinsel taciz var mı yok mu diye bir sorgulamaya gire­miyorsunuz.

Çalışma sürecini ele alıp toplumsal cinsiyet açısından nasıl sorgularız? Ben kendi deneyimimiz üzerinden şunu söyleyeceğim. Biz BGST’de aslında şöyle bir ön kabulle yola çıkıyoruz: Buradaki bütün üyeler sa­nat çalışması yaparken cinsiyetçiliğe karşı duracak ve toplumsal cin­siyet duyarlı bir bakış açısı geliştirecek. Tabi bunu gündeme getirenler çoğu BGST içinde de konumlanan Feminist Kadın Çevresi’nden örgüt­lü feminist kadınlar. Karma grupların içinde örgütlü bir feminizmle hareket etmek ileri bir nokta oluyor. Konuyu nasıl öncüllerle ele al­dığımızdan bahsettikten sonra cinsel tacizin kavramsallaştırılmasına değineceğiz. Bu kısmı Boğaziçi Üniversitesi kampüsünde Kadın Araş­tırmaları Kulübü’nde yaptıkları çalışmalardan referansla Gülcan an­latacak.

Gülcan Küçük: Merhaba. Şu an her yerde kabul edilen ya da en mi­nimum haliyle ortaklaşılan taciz tanımı şöyledir: İçerisinde cinselliği barındıran, rahatsız edici davranış, tutum ya da söz. Ancak, sizin top­lumsal cinsiyet duyarlılığınız varsa cinsel taciz sadece cinsellik içe­ren bir olgunun ötesine geçmelidir. Biz, cinsel tacizi cinsiyet kimliği­nizden ötürü maruz kaldığınız tüm ayrımcılık içeren davranış, tutum, uygulama ve teknikler, yani cinsiyetçiliğin kendisi olarak tanımlıyo­ruz. Bir topluluk düşünün, bu topluluk içerisinde yapılan konuşmalar sırasında sistematik bir şekilde kadınların sözü erkekler tarafından kesiliyor. Burada cinsiyetçi bir tavır olduğunu yani cinsel tacizin ya­şandığını söyleyebiliriz ve bu da cinsel tacizin gündeme getirilmesi ve sorunsallaştırılması için bir sebeptir. Tabi devamlı/sistematik olması gerekmemektedir, bir kereye mahsus olsa da rahatsız edici bir davra­nışa maruz kaldığınızda bunu cinsel taciz olarak gündeme getirebilir­siniz. Üzerinde durulması gereken bir diğer nokta, konuşmalarda da geçtiği gibi güç ilişkileri, yani güç eşitsizliğidir. Kadınlara ve erkeklik tanımına tam olarak uymayan erkeklere veya eşcinsellere karşı bu güç eşitsizliklerinin cinsel taciz için bir zemin oluşturduğunun farkında olunması gerekir. Bu, tam da feminist perspektifle cinsel tacizi nasıl gündeme getirmeliyiz, hangi alanlarda uyanık olmalıyız kısmında bizi uyaran bir farkındalık oluyor. Cinsel taciz aslında kadınların sistema­tik olarak dezavantajlı konuma gelmesine neden olur. Bu yüzden de aslında özellikle feministlerin bu konuda duyarlı olmaları gerektiğini düşünüyoruz. Diğer bir taraftan yasalar önünde dahi farklı ülkeler­de cinsel taciz tanımında farklılıklar oluşabiliyor. Cinsiyetçiliğin cinsel taciz tanımına eklenmesi aslında birçok ülkede yasalarla hayata geçi­rilmiş durumda. Ancak, şu an dünyada cinsiyetler arası bir eşitsizliğin var olduğu ve özellikle kadınların cinsel tacize maruz kalmasının çok daha olası olduğunun unutulmaması gerekir. Bu noktada pozitif ay­rımcılığın uygulanması gerektiğini söyleyebiliriz. Kendini muhalif ola­rak tanımlayan bir grup içerisinde bu pozitif ayrımcılık nasıl olabilir? Örneğin, bir kadın cinsel tacize uğradığında ve bunu gündeme getir­diğinde grup, “aslında sen de o gün kısa etek giymişsin” gibi ataerkil önyargılardan sıyrılabilecek mi? Bunun ötesinde cinsel tacizde bizim en büyük vurgu noktamız, bu eylemi gerçekleştiren kişinin ne hisset­tiğini dikkate almamaktır. Biraz önce konuşmacı arkadaşlardan biri­nin “ben aslında hiç böyle bir şey düşünmüyordum” demesi bizim için hiçbir anlam ifade etmemektedir. Evet, düşünmemiş olabilir ama taciz olgusunda bizim dikkat ettiğimiz nokta, tacize maruz kalan kişinin ne hissettiği ve beyanatının ne olduğudur.

Pınar Gümüş: Sanatta cinsel taciz meselesi nasıl daha zor tartışılıyor veya nasıl daha zor tanımlanıyor? Sanat yaparken, sahneye çıkarken normal hayatta içinde davrandığımız normlardan, kalıplardan, toplu­mun bize çizdiği sınırlardan vs. kurtulma ön koşulu ile çıkıyoruz. Ne­den? En basitinden oynadığımız rolü iyi icra edebilmek için, kendimiz olmayan bir tiplemeyle daha yakından ilişki kurabilmek için veya ya­ratıcılığımızı kısıtlamamak için, bunu bir noktaya kadar yapmamız ge­rekiyor. Ama bu nokta cinsel taciz söz konusu olduğunda bir istismar alanı haline geliyor. Aslında özellikle eğitim kısmına vurgu yapmak istiyorum. Birçok açıdan ele alabiliriz dedik ama özellikle güç eşitsizliği konusu çok önemli. Tiyatro açısından bakarsak en büyük güç eşitsiz­liği ne zaman oluşuyor? Çalıştırıcı ve çalıştırılan arasında oluşuyor. “Abi”, “tiyatro abisi”, “yönetmen abi” vs. Nedir bu, neden bu kadar önemli? Böyle bir insandan tacizvari bir hareket görüldüğü zaman ka­rar verilemez. Taciz mi değil mi, ne yapmak gerekir acaba diye düşü­nüldüğü noktada aslında şu durumu görüyoruz: Bu taciz edip etmedi­ği karar verilemeyen insanların politik duruşu, sanat çalışmasındaki karizması, insanlarla kurduğu ilişkilerde yüceltilmesi, saygı duyulan bir insan olması vs. bu konduramama durumunu çok güçlendiriyor. Özellikle sanat alanında bu böyle oluyor. Sokakta birisi sizi taciz et­tiğinde çok rahat tepki gösteremediğiniz zaman bile o hareketin veya sözün taciz olduğunu o an anlayabiliyorsunuz. Ama bu ailenizden biri veya yakın ve saygı duyulan biri olduğunda çok zorlaşıyor. Yönetmen ya da çalıştırıcı tacizi de biraz böyle bir şey sanırım.

Bizim deneyimlediğimiz ve üzerinde tartıştığımız bir vaka üzerinden şu soruları soracağım: Bir grupta yaşanan bir taciz meselesi nasıl açı­ğa çıkarılır? Nasıl tanımlanır? Birinci aşama olarak bu. İkinci aşama­sında, grup içinde ve grubun ilişkisi olduğu diğer gruplarla nasıl tartışılır? En son aşamasında da, eyleyiciler nasıl takip edilir?

2000 yılında Amatör Tiyatrolar Çevresi’nde (ATÇ) bir grup, Özgür Sah­ne Oyuncuları, yaşadıkların bir dizi taciz vakasını gündeme getiriyor. Mehmet Esatoğlu adında bir yönetmen, sistematik taciz icraatlarında bulunuyor gruptaki kadınlara. Bir süre sonra kadınlar bu durumdan rahatsızlıklarını tartışmaya açıyorlar. Bir kadının böyle bir tacize uğ­radığını açıklaması durumu kritik ve bu noktada kadın dayanışması çok önemli. Bu konudaki tartışma ATÇ açısından bir dönüm noktası oldu. Tacizi tartıştırmama yöneliminde, bu tip iddiaların tartışılması­nı grupların iç sorunları olarak tanımlayan bir eğilim vardı. Bahaneler ise çeşitleniyordu: “Bu bir özel hayat meselesidir” ,“Aynı insan birçok kişiyle ilişki içinde olabilir” gibi… Diğer gruplar ise “Burada böyle bir beyan var, kadın mağduriyetleri söz konusu, ve bunu tartışmamız ge­rekiyor” şeklinde tavır aldılar. Bu noktada bir ayrışma yaşandı: Böy­le bir platformda temel bir insan hakkı, kadın hakkı üzerinden, cin­sel taciz üzerinden ortaklaşamıyorsak zaten ortaklaşamayız. Buradaki tartışma özelinde, tartışmayı hangi ilkelerle yürüttüğümüz çok önem­li. Yani kadın mağduriyeti sizin için ne kadar önemli, toplumsal cin­siyetle bakmak ne kadar önemli? Bir tacizci var, bir taciz edilen var. Taciz edilene “acaba sen taciz edildin mi bir daha düşün” diye sormak ona bir kere daha şiddet uygulamaktır. O yüzden onun beyanını esas alıp, aslında karşıdakinin bir şey kanıtlamasını beklemek önemli. Bu tartışmada da iddiaların aksini kanıtlama yönünde bir çaba olmama­sı, “bir şey yaptıysam özür dilerim” gibi geçiştirici ve üst kapayıcı tavır­lar örgütlenmesi sebebiyle bu şekilde bir ayrışma yaşanmıştı.

2007 yılında bu tacizlerin eyleyicisi BarışaRock ortamında görülüyor. Bu olaylardan sonra 2005 yılında başka bir öğrencisini taciz etmesi ve BarışaRock ortamında bu öğrencisinin o adamla karşı karşıya gel­mesiyle aslında orada ciddi bir tepki örgütleniyor. Alandan çıkması sağlanmaya çalışılıyor. BarışaRock bu konuda toplantılar yapıyor. So­nuçta şu karar çıkıyor: O zaman bu adam alandan çıksın. Ama çıka­rılamıyor, çok sürünüyor konu. Aslında BarışaRock organizasyonu da bu konuda kararlı bir tavır gösteremiyor. Yani ne bir deklarasyon ya­pıyor ne başka bir şey. Cinsel taciz meselesini gündemleştirmek, özel­likle kitlesel olarak gündemleştirmek zor olabilir. Bu sebeple burada sadece BarışaRock organizasyonuyla da alakalı değil, o olay yaşandı­ğında mesela özellikle tiyatro sitelerinde çıkan haberlere baktığınızda, taciz meselesini “iddia” olarak ele alıyor ve “objektif” davrandıklarını söyleyip bu taciz konusunda net tavır almaktan kaçınıyorlar. Ama as­lında olgular ortada, olaylar ortada, onaylanmayacak bir durum yok. Dolayısıyla objektif olma iddiasıyla tarafsız olmak, aslında taciz me­selesinde kadınlarla dayanışma konusunda ciddi bir geri adım atmak oluyor. Burada kendilerine alternatif, muhalif diyen, özellikle cinsiyet­çiliğe karşı olduğunu iddia eden kurumların daha kararlı tavırlar al­ması gerektiğini düşünüyoruz.[2]

Gülcan Küçük: Ben kampüsteki deneyimlerden biraz bahsedeceğim ama bahsederken sadece Folklor Kulübü değil, Tiyatro Kulübü, Kadın Araştırmaları Kulübü gibi sahne sanatları ve kültür alanında eğitim-araştırma çalışması yapan grupların deneyimlerinden de bahsedece­ğim. Aslında üniversite yılları, öğrencilerin liseden çıkıp geldiği, er­genliğin devam ettirildiği bir süreç. Peki, bu geç ergenlik döneminin entelektüel adayları olarak geldiğimiz üniversitede ısrarlı bir şekilde de­vam ettirilme çabası bizim kültür sanat faaliyeti yaptığımız alanları na­sıl etkiler? Liseden getirilen ilişkilerin/ilişki ağlarının/biçimlerinin veya zihniyetin üniversitedeki kültür-sanat faaliyeti örgütlenen alanlarda cinsel ve duygusal spekülasyonlara ortam hazırladığını söyleyebiliriz.

Tartışılması gereken şey; yaşanan bu ilişki ağlarının bizim eğitim araş­tırma çalışmalarımıza, yani sanatsal örgütlenmemize nasıl yansıdığıdır. Bu tartışmaların sonucunda alınan kararlar gruptan gruba değişebilir. Ancak, bir cinsel taciz vakası yaşandığında bunun nasıl ele alındığı, kulüp içindeki feministlerin veya toplumsal cinsiyet duyarlılığına sahip olan üyelerin nasıl tepki oluşturduğu da çok önemlidir. Liseden getir­diğimiz cinsel tacizi normalleştiren anlayışın, cinsel tacizle karşılaşıldı­ğında oluşturulan tepkilerde de kendisini gösterdiğini görüyoruz.

Bu akşam, Okul Yolu dans tiyatrosu gösterimizi sergileyeceğiz burada. Bu gösteri, insan hakları ihlalleri temasından yola çıkarak hazırladığı­mız bir gösteridir. Temel vukuatımız: “Başörtülü bir öğrenci okula gir­mek ister ama giremez.” Boğaziçi Üniversitesi’nde başörtüsüyle ilgili yasa tasarısından ve okul yönetimindeki değişiklikten sonra başörtü­lü öğrenciler okula giremez oldular. Bir kadın inancından ötürü başını örtmek istiyor ve bu sebeple okula giremiyor. En temel eğitim hakkı­nı alamayan kadın “dezavantajlı konuma düşürülüyor.” Kadın olduğu için maruz kaldığı bu uygulamayı cinsiyetçi olarak tanımlıyoruz. Ba­şörtülü bir öğrencinin eğitim alamamasını cinsel taciz kapsamında ele alabilir ve tartışabiliriz.

Bununla birlikte cinsel tacizi sadece cinsiyet üzerinden tartışmıyoruz. Cinsel yönelim ve kimlik de duyarlı olma iddiası taşıdığımız konular. Örneğin, sahnedeki ürününüzde eşcinsellere hakaret içerecek bir tip­leme çizdiğinizde burada cinsiyetçi bir tavrı da sergilemiş olursunuz. Ya da eşcinsel birisinin kendi grubunuz içerisinde desteklenmeden yer almasını (ki bu bir aşamadan sonra yer alamaması anlamına gelir) cinsiyetçi bir tutum olarak değerlendirebilirsiniz. Teşekkür ederiz.

Korcan Perçin: Merhabalar. Biz bu daveti aldıktan sonra kendi ara­mızda toplandık, tiyatro ve taciz nasıl birliktedir, ya da faşizmi tiyatro­da nasıl görüyoruz tarzında konuştuk. “Tiyatroda taciz”, böyle bir şey var mı gerçekten? Böyle bir şey var da hiç duymadık mı? Nasıl böyle bir cehalet içinde kaldık diye kendimizi sorguladık biraz da.

Özge Mersin: Biz ilk önce tacizin tanımını yaptık ve tacizi bir kişinin sınırları içerisine istenmeden girilmesi olarak tanımladık, ve tacizin ne­denlerini yorumlamaya başladık. Taciz, ahlaki ve toplumsal bir prob­lemdir. Taciz bir güç ilişkisi içinde olur, güçlü güçsüzü taciz eder. Ta­ciz sadece kadına yapılan bir problem değildir. Erkek de bu olaydan mağdur olabilir. Tacizin birçok nedeni vardır, bunları üç başlık altında topladık: Taciz psikolojik faktörlerden kaynaklanabilir, örneğin çocuk­luğunda tacize uğramış bir insan ileriki yaşlarında bunu bir öç alma duygusuyla karşısındaki insana yapabilir. İkincisi, evlilik öncesi cinsel­liğin ciddi bir şekilde yasaklandığı, tabu sayıldığı bir ülkede yaşıyoruz ve bu şekilde kişinin üzerinde toplumsal bir baskı oluşuyor ve bu bas­kıyla kişi cinsel duygularını bastırıyor, bunu bir balon olarak gördü­ğümüzde bu baskılar şişiyor şişiyor ve patlıyor. Sonrasında kişi kar­şısındaki, çevresindeki kişilere zarar vermeye başlıyor. Üçüncü olarak da çocukluk dönemlerinde cinsellikler asla konuşulmaz, eğitimi okul­larda verilmez, bir ebeveyn karşısına alıp da çocuğuyla bu konularla ilgili konuşmaz. Çocuk soru sorduğunda ayıp diye azarlanır ve böyle durumlarda çocuk cinselliğin düşüncesini açığa çıkaramaz. Bunların hepsini bir araya topladığımızda bu toplumsal baskı, tabular (dinsel vb.) tacizin en önemli nedenlerinden birinin cehalet olduğunu söyleye­biliriz. Tacizin saklanma nedenlerine bakarsak; aile baskısı yönünden nedenleri vardır veya bir kişi toplumsal baskıyla mağdur olur ve mağ­dur suçsuz iken suçlu duruma düşer. Örneğin tacize uğrayan bir kadı­na şöyle söylenebilir: Kuyruk sallamasaydı kimse taciz etmezdi.

Hukuksal mücadele boyutuna da bakmak istiyorum, hukukun taciz­ciye karşı caydırıcı olmadığını düşünüyorum. Örneğin yılbaşında ya­şanan bir taciz vardı; turistlere yapılan bir taciz ve bu tacizi yapan kişiler 57 YTL ceza ile kurtuldular. Bunu duyan insan, “57 YTL’yi veri­rim taciz de ederim” diyebilir. Bu nedenle hukuksal açıdan kanunların caydırıcı olmadığını düşünüyorum. Taciz bir şiddet midir? Şiddet ne­dir diye bakarsak şiddet bir bastırılmışlıktır, bu yüzden tacizi bir şid­det olarak ele alabiliriz.

Korcan Perçin: Tacizi genel anlamda ele aldık, peki bunu tiyatroda nereye koyabiliriz? Tiyatroda da çok bariz bir şekilde görülebilir bu ta­ciz eylemleri. Ama ilk başta düşünüldüğünde şöyle bir şey geçebilir, herkes açısından, bütün halk açısından; sanki tiyatroyla uğraşan her kişi tacizcidir sonucu çıkıyor ama yani aslında öyle değil, tacizci olan bir insan tiyatroyla uğraşabilir. “Tiyatroda pozitif ayrımcılık olmalı mı­dır olmamalı mıdır?” sorusuna gelirsek, tabii ki olmamalıdır çünkü tiyatro sahnesinde oyuncu cinsiyetsizdir. Bir topluluk sahnede cinsi­yetsiz olduğunu iyi kavrayabilirse onu iyi sindirdiyse zaten kendisine yeni gelen katılımların da bu yolda ilerlemesini sağlaması gerekir. Di­ğer taraftan bakarsak, oyuncu da cinsiyet yoktur maddesinin arka­sına sığınıp da “ben cinsiyetsizim ama taciz yapmıyorum” diyerek bu tür eylemlerini de savunabilir. Üniversiteye yeni insanlar geldiği için bizim topluluğumuza da yeni katılımlar gerçekleşiyor, yeni düşünceler geliyor. Fakat eski olarak adlandırabileceğimiz insanların da bu yeni gelen arkadaşlarımıza bir öncülük yapıp her konuda onları o topluluk adına şekillendirmesi gerekir diye düşünüyorum ve bunun içinde belli bir kıstasta ast üst ilişkisi var olabilir. Bunu yine tacize getirirsek işte tiyatro ağabeylerinin düşünceleri ortaya çıkıyor. Birçok tiyatro toplu­luğu tiyatro ağabeylerinin hiyerarşisi ile işliyor, bu topluluklara her yıl yeni insanlar katılıyor, dolayısıyla bunları kötüye kullanıp taciz boyu­tuna taşıyabiliyorlar, fazla olmasa da bunları duyuyoruz etrafımızda. TİYAGAM açısından bakarsak, TİYAGAM’da ilk dönem oyunculuk ça­lışmaları yapılır genelde. Bu çalışmaları yaparken o sene gelen yeni ki­şilere bu çalışmaları niye yaptığımızı anlatıyoruz. Örneğin yüz ısındır­ma çalışmasında eşler oluşturuluyor ve insanlar birbirlerinin yüzlerini “mıncıklayarak” ısıtmaya çalışıyorlar mimikleri daha iyi kullanabilme­si için. Topluluktaki anlayış biçimi tam oturmamış insanlarda “ya na­sıl ya, ben onun yüzüne dokunamam ki birbirimizi mi elleyeceğiz” tar­zında tepkiler oluşabiliyor. Bu yüzden çalışmaların yeni katılımcılara iyi anlatılabilmesi gerekiyor.

Aynur Özuğurlu: Yaklaşık 15 yıldır feminist sokak tiyatrosu uğraşı­nı sürdüren bir grubun parçası olarak ilk defa tek başına kendimiz­den söz ediyorum. Bunu özellikle şunun için söyledim: Birazdan “biz” diye çağıracağım bir deneyimden söz edeceğim. Anlatacaklarım sade­ce bunca yıldır paylaştığımız o deneyimin benim tarafımdan nasıl al­gılandığını değil, kişisel algımın o deneyimin bir parçası olarak nasıl yaratıldığını da içeriyor. Bu yüzden “biz”, bir grup olmaktan çok ortak bir deneyim inşa etmenin her birimizi getirdiği yeri içinde taşıyor.

Aslında epey şaşkınım. Bu tartışma için çağrıldığımızda doğal olarak –neden doğal dediğimi tahmin etmişsinizdir– kadın kadına bir gru­bun cinsel tacizin ne olduğunu bilmeye en uzak topluluk olacağını varsaymıştık. Meğerse değilmişiz. Biz cinsel tacizin ne menem bir şey olduğunu şüphesiz ki iyi biliyoruz, ömrümüzü onun bir nesnesi ola­rak tükettiğimize göre. Toplumsal hayatta böyleyken tiyatroda böy­le olmaması için doğrusu geçerli hiçbir nedenin olmadığını da iyi bi­liyoruz. Buraya kadın tiyatrosu olarak cinsel tacizi bilmemenin nasıl bir bilgi alanı oluşturduğunu tartışmak üzere gelmiştim aslında. Ama “bilmek”ten söz etmek sanırım daha doğru olacak. Çünkü kolaylıkla şöyle varsayılabilir: Kadın tiyatrosu nasılsa oyunculuk iddiaları olma­yan ama niyeyse yine de tiyatronun kapasitesini kendi sorgu ve itirazını geliştirip yükseltmek için kullanan bir grup kadından ibarettir. Ve böyle bir grup olarak nasılsa dışarının/erkek dünyasının bütün teh­didi ve tehlikesinden uzak sığınabileceği bir ev yaratmıştır. Mümkün ama yine de bizimki kadın kadına olmanın sağladığı kolaylıkla kendimizi tacizden uzak tutabildiğimiz bir ev ya da yuva değildi. Hayat cin­siyete dayalı güç eşitsizliği etrafında örgütlenmişken bir yeryüzü cen­neti de yaratmış olamayız. Evden daha berbat bir metafor olamazdı, hele cinsel tacizi konuşuyorken; cennetten de…

Tacizi “doğal olarak” bilmenin ve buna rağmen ondan nispeten uzak bir ilişki yaratmanın neye benzediğini tasavvur edebilmek için kanım­ca feminist eleştirinin niteliğine bakmak gerekir. Kastettiğim bu eleşti­rinin neleri içerdiği değil. Feministler çok uzun zamandır temsil biçim­leriyle toplumsal cinsiyet arasındaki bağı, teatral bir gösterge olarak bedenin anlamlandırılma biçimlerini tartışıyorlar. Anlaşılan o ki, cin­siyete dayalı tâbiyet, eğer feminist bir eleştiriden söz ediyorsak, met­nin kendisinden sahnelenme biçimine kadar tiyatronun her yerinde var. Beni ilgilendiren içerikten çok neyi gösterdiği –özellikle de kendi tiyatro pratiğimizi düşündüğümde. Aslında temel, bu yüzden de basit bir şeyi gösteriyor: Cinsel tâbiyet toplumsal hayatın örgütsel yapısına içseldir. Eğer cinsiyetçilik toplumsal hayatın örgütlenişinin, örneğin tiyatro dahil bütün kurumsal yapıların mantığının kurucu unsuru ise bundan çıkarılabilecek en önemli sonuç, cinsel şiddetin bir sapma, sapkınlık ya da biraz fazla cinsiyetçi karakterdekilere has bir marifet olmadığıdır. Aksine hayatın hiyerarşik örgütlenme biçiminin içkin bir prensibidir. Bu prensip, altta kalan herkesi kadınlaştırabilir.

Kadınların kendi sözlerini yükseltme deneyimleri ister istemez bu tâbiyetten azade olabilme pratiğini aramanın ve onu kurmanın da bir parçası olagelmiştir. Biz de bunu yaptık. Ama ne feminist söz bir lafa­zanlık, ne de feminist pratik kuru bir aktivizm. Bizim gibi sokak tiyatrolarının az-çok şöyle kodlandığını biliyorum: “Bunlar kendilerini teat­ral olarak ifade eden siyasal protesto grupları, amaçları sadece politik eylem gerçekleştirmek…” Bu geçerli şüphesiz ama çok yetersiz. Sö­zün tabiyetten uzak bir deneyim haline gelmesi, kurduğunuz ilişkinin içinde cismani bir şeye dönüştürülmesi gerekiyor. Feminist sözün fe­minist bir fiil olabilmesi ise şu iki ironiyi içeriyor: İlki, kısmileştirilme. Bu, hayatın örgütlenmesinin kurucu prensibine dair temel bir eleştiri­yi sadece kadınların sorunlarını anlatan ek bir söze dönüştürüp mar­jinalleştiriyor –bizim algılanma biçimimizde olduğu gibi. İkincisi, tabi­yetten uzak bir pratik inşa etmenin zorluğu ve yoruculuğu. 15 yıldır bazen birbirimizi boğazlayarak, kızıp küsmeyi ve barışabilmeyi öğre­nerek yaptığımız en esaslı eylemlerimizden biri bu herhalde.

Başta dediğim gibi biz oyunculuk iddiaları olan kadınlar değildik, deği­liz. 15 yıldır kadın tiyatrosu yaptığımız halde bizim aile, çalışma, okul hayatları dışında “ayrıca” bir de sanat hayatımız yok, hiç olmadı. Yine de bu kadar süre ne yaptık? Erkeğe, devlete, sermayeye dair feminist sözlerimizi sembolik anlam üretiminin konusu haline getirdik. Bu ha­liyle boydan boya sanatsal bir edimin içindeydik. Ürettiğimiz anlamlar okunabilsin diye kent mekanlarını sahnelere dönüştürdük. Dönüş­türdüğümüz mekanların her biri –Yüksel Caddesi, Güvenpark, bir ge­cekondunun bahçesi ya da bir grev çadırı– oynadığımız süre boyunca taşıdıkları verili anlam her ne ise o olmaktan çıktı. Üstelik yaptığımız şey bizi oyunculukta değil belki ama kendi hayatımızda ve bir bütün olarak hayatın kavranışında fena halde iddia sahibi kadınlar haline getirdi; çocuk doğurmak, depresyonda dağılmadan iyi bir master ya da doktora tezi yazmak, kadınların kurtuluşunu gerçekleştirmek, sos­yalizmi kurmak, ölmeden önce bir roman yazmak gibi mesela. Görül­düğü gibi gayet makul, ölümsüzlük arayan son derece sıradan ve basit iddialar. Bütün zorluğuna ve bocalamalarına, üstelik asla tiyatro ka­nonunun bir parçası haline gelemeyecek, gelmeyecek olmamıza rağ­men, biz çok muhtemel ki feminist devrimimizin içindeydik. Feminist sözü tiyatro yaparak maddi bir ilişkiye dönüştürmek için birbirimizle boğuşup cebelleştiğimiz bütün o zamanlar boyunca biz kendi devrim anımızı yapıyorduk. Bu hakkımız ve zaten işimiz.

Oturum Tartışma Bölümü

İzleyici 1: Benim birkaç sorum olacak. Cehaletten dolayı taciz olabi­liyor diye bir cümle geçti. Cehalet tam olarak nedir ve bunun ölçüleri nelerdir? Ne zaman birisi cahil, ne zaman değildir? Yani bir profesör ne zaman cahil oluyor ve dolayısıyla tacizci olabiliyor cahil olduğu için ya da okul bitirmemiş birisi ne zaman o cehaleti aşmış oluyor ve taciz etmeyecek düzeye erişmiş oluyor? Onun dışında, öğretim görevlileri ve öğrenciler olarak toplumsal cinsiyet ve erkek rollerini yıkmak için ne­ler yapılıyor? Ya da yeni bir oyun söz konusu olduğu zaman eşcinsel, travesti, transeksüel bireylerin oynandığı, bunların gündeme getirildi­ği, bu karakterlerin yaratıldığı oluyor mu?

Korcan Perçin: Biz “eğitimsiz her insan cahildir” olarak algılamıyo­ruz. Kişi kendini herhangi bir konuda geliştirmediği takdirde cahil ka­lır ve cahil insan kendini sorgulamadan her şeyi kabul eden insandır. “Cehaletin sınırı var mıdır?” diye sordunuz, cehaletin bence sınırı yok­tur. Bir profesör eğer tacizde bulunuyorsa toplumsal konularda ken­dini sorgulamamıştır, aynı zamanda o kişide açlık vardır ve kendin­de eksiklik duyuyordur. Bu açlıkla kişi, karşı cinsteki bir bireyi taciz edebilir. Fakat okumayan bir insanı ele aldığımızda, bu kişi kendini öyle bir geliştirir ki, kendine öyle bilgiler katar ki bu kişi bir şeyleri çözümlemiştir.

İzleyici 1: Ben çok farklı bir bakış açısı olmasından dolayı tartışmaya açmak istemiştim. Ben tacizin ve tecavüzün, cehaletten, okumaktan, okumamaktan, şu ya da bu nedenden dolayı değil, bilhassa tamamen bilinçli bir şekilde yapıldığını, güç ve bilinçle alakalı olduğunu düşünüyorum. Bunun bilgiyle, okumakla ya da statüyle çok fazla ölçüle­bileceğini düşünmüyorum açıkçası. Açlıkla da bir ilgisinin olduğunu düşünmüyorum. Zaten kimin, neye, ne kadar ihtiyacı olduğunu ölçe­bilmemizin imkanı da yok. Sizin söylediklerinizden yola çıkacak olursak, evli ya da düzenli bir cinsel hayata sahip olan bir erkeğin aç ol­maması dolayısıyla da tacizde bulunmaması gerekiyor.

Burak Acıl: Bugün tiyatroda tacizden bahsediyoruz. Tiyatrodan bah­sederken de aksine örneklerin tam da “bilginin fazla olduğu insan” ta­rafından yapıldığını görüyoruz. O zaman tacizi tamamen cehalete bağ­layan kuram alaşağı oluyor.

Meltem Keskin: TAKSAV’a bir öneride bulunmak istiyorum. Tecrübe­lerim dahilinde bu konu başlığını bir sempozyum olarak yeniden ele almanız gerektiği kanaatindeyim. Bütün güne daha rahat yayarak, bu konuyla ilgili çeşitli meslek gruplarından uzmanlarla bir sempozyum yapılırsa daha yararlı, daha sağlıklı olur diye düşünüyorum.

Fulya Paksoy: Buna da ihtiyaç vardır dediğiniz gibi, ama bizim bu panelden beklentimiz “cinsel taciz vardır” diyen kadınlar ya da kadın­sılaştırılan erkekler varsa birlikte tiyatrodaki cinsel tacizi tartışmak­tır. Ben de hayatımda birçok kadın gibi tacize uğradım, sistematik bir biçimde iş yerinde tacize uğradım, işten atılma riski yaşayarak tacize uğradım. O noktada benim için yaşamsal olan orada çalışıyor olmam­dı. Tıpkı bir kadının tiyatro yapmak istemesi gibi o noktada da ben tacizcinin çocukluğuyla değil de kişisel olarak benimle ilgilenilmesini istiyorum. Burada da bizim konuşmak istediğimiz tiyatroda da cinsel tacize uğrayan arkadaşların ne demek istedikleri, “peki o zaman biz ne yapıyoruz da tiyatroda cinsel tacizin zeminini hazırlıyoruz?”

Meltem Keskin: Biz bir şeyler yaparak bunun zeminini hazırlamıyo­ruz aslında. Hiçbir şey yapmadığımız için bu zemin var belki de. Bu­rada Yeraltı’nın sorduğu sorulardan biri vardı: “Tiyatroda taciz neden görünür değil, örtenleri ne?” Biziz. Biz çok alışmışız her şeyi idare etmeye, yok saymaya.

Birol Tezcan (Yeraltı): Kapatma eylemi çok önemli. Birebir olma­sa da benzer bir örnek anımsıyorum. ODTÜ’deki eşcinsel arkadaşlar bir topluluk kurmaya çalıştıklarında ODTÜ’nün rektörü: “Ne demek ODTÜ’de eşcinsel mi var?” sorusunu sormuş. Son duyduğum kada­rıyla da yine Kadın Çalışmaları Grubu oluşturulmaya çalışıldığında da “ODTÜ’de kadın mı var?”

Burak Acıl: Kadın yok ki kız var.

Birol Tezcan: Bu ataerkil yapı dolaylı olarak dilimize de işlemiş du­rumda. Örneğin “tacize uğradım” cümlesini yapısal olarak incelediği­mizde de özneyi yani asıl taciz edeni göremiyoruz.

İzleyici 2: Ben tiyatroda cinsel tacize uğramadım ancak tiyatroda ta­ciz olduğunu düşünerek bir tiyatro topluluğundan ayrıldım ve o ti­yatro topluluğunda erkek arkadaşlar başka bir erkeği bence taciz ediyorlardı. Bunun içinden çıkamamamızın nedeni olayın kişisel mi, toplumsal mı, tiyatro ile mi ilgili ayrımına varamamamızdı. Hukuk Fakültesi’ndeki bir tiyatro topluluğunun çalışmalarını yönlendiren 20-25 yaşlarında bir erkek arkadaşımız, kız arkadaşı olmadığı için diğer erkek arkadaşlar tarafından sürekli taciz ediliyordu ve sapık muame­lesi görüyordu. Ona sapıkmış gibi davranıyorlardı ancak bunun kar­şısında taciz edilen arkadaş da karşılık vermiyordu. Oyunculuk çalış­maları olurken bir gün, sarılmalar, beden açma hareketleri vb. kızdım ve dayamayıp “bu arkadaş sapık mı, ki eğer sapıksa biz ona göre dav­ranalım, yok değilse de bu şekilde taciz etmeyi bırakın bu çocuğu” de­dim. Ben fazla konuşan, konuşmayı seven bir insanım, bu rahatsızlık uyandırabiliyor. Bir gün kantine girdiğimde, bu insanlar “çirkin geldi, çirkin geldi” şeklinde bağıran, koşuşturan, hala ergenmiş gibi davra­nan birkaç insan. Onların bu davranışlarının bana karşı yapılan bir taciz olduğunu, özür dilemelerini ve bu şekilde uzlaşmayı teklif ettim. Sonuçta tüm kadınların güzel olmasını emreden ve güzel olmayanı dışlayan bu sistemin içinde bana “çirkin” diye sürekli seslenilmesi, üzerime gelinmesi ve dalga geçilmesi beni rencide eden bir taciz türü­dür. Kimi özür dileyebilecek insan olmadığını, kimi özür dileyebilecek biri olmasına karşın şahsen benden özür dileyemeyeceğini, bunu iste­mediğini belirtti. Benim aslında onu taciz ettiğimden şikayet etti. Biz oyun içinde karı-kocayı oynuyoruz ve oyunda sürekli yakın temas var. Buna ithafen ben “benden tiksindiğini söyleyen birine sahnede de do­kunamam, bu her defasında aklıma gelir ve ayrıca bunu yapmak is­temiyorum” dedim. Sonrasında “sen rol pazarlığı mı yapıyorsun? Te­cavüze uğrarken zevk almaya mı çalışıyorsun?” gibi kelimeler geçiyor. Ben o an oyundan ayrılmaya, gitmeye karar verdiğimi söyledim. Ertesi gün yönetmen ve tüm grup toplantı yaptık. Ben bir önceki gün yaşa­nanları anlattım ve bundan tüm grubun sorumlu olduğunu düşündü­ğümü, bir tavır göstermelerini beklediğimi söyledim. Grup olarak bu konunun kişisel bir konu olduğunu söyleyerek ilgilenmek istemedikle­rini söylediler. Özellikle kadınlardan destek bekledim ancak kadınlar olay karşısında hiç ses çıkarmadılar. Kimin gideceğine karar vermek için oylama yapmayı önerdiler, kabul etmedim. Çünkü onlar üç kişiy­ken ben tek kişiydim. Bunun adil olmayacağını düşündüğümü söyle­dim. Bir arkadaş beni kovdu, topluluktan gitmemi istediğini söyledi. Onlara kendilerini her yerde cinsiyetçi olarak teşhir edeceğimi söyle­diğimde bunun topluluğun içinde bir olay olduğu ve dışarı teşhirinin anlamlı olmayacağı, gereksiz olacağına yönelik konuşmalar yaptılar.

İzleyici 3: Burada taciz mi önemlidir, yoksa tacize uğramak ya da taciz eden olmak mı önemlidir? Eğer tacize uğrayan iseniz elbette ki mağdur olarak dünyanız alt üst olmuş olabilir, bundan dolayı mağ­dur olmak çok önemlidir. Ama burası bir panel, yani bir entelektüel ortam. Burada neyi anlamamız neyi dinlememiz gerektiğini sormak is­tiyorum. Arkadaşlar konuşurken dediler ki, taciz eden ya da tecavüz eden geçmişinde böyle bir şey yaşamıştır. Fulya da dedi ki “Ben onla mı uğraşacağım?” Uğraşmak zorundasın. Neden? Çünkü biz toplum­sal bir olaydan bahsediyoruz.

Fulya Paksoy: Biz bütün dünya tarihine, felsefeye, psikolojiye, Freud’a baktığımızda hep onlarla ilgilenilmiş; yani hep “bu çocuklara ne oldu da böyle tacizci oldular” durumu oluyor. Ancak şimdiye kadar tacize uğrayan hiç özne olarak konuşulmamış, bu sefer mağdur olan ya da öyle çizilen kadının konuşulacağı bir alan olsun.

İzleyici 3: Siz mesela işçi sınıfı olarak ezeni çözümlemeye çalışmaz­sanız, sosyalizm ya da kapitalizm mantıksız bir şey olur. Kadın mese­la ataerkilliği çözümlemediği takdirde erkeğin ataerkilliği çözümlemesi yarım kalır. Tacize uğrayanın da tacizciyi çözümlemesi gerekir ki taciz olayı anlaşılabilsin. Yani burada aslında sadece bir mağdur yok. İki mağdur var: tacize uğrayan ve taciz edenin kendisi.

Ayşan Sönmez (TB): Kadınlar cinsel taciz ya da taciz olayını ele al­dığında referansları var; o da feminizm. Bu zaten kadınların özgürlük hareketi ile başlamıştır ve cinselliğe yönelik tercihleri ile daha da ge­nişlemiştir. Bir analoji kurdunuz ya aslında ezilenin ezeni analiz etmesi gibi, ben burada böyle bir referans noktası olduğuna inanıyorum ki birçok konuşmacı zaten böyle bir referans noktasından konuşu­yor. Biraz önce arkadaş bir tiyatro topluluğunda yaşadıklarını anlattı, bence orda sistematik taciz var, o derece ya da bu derece. Bu arkada­şımızın birlikte çalıştığı insanlar çok müdahalesiz kalmışlar. Bu göz­lemlenemeyen bir şey mi? Hiç kimsenin dikkatini çekmedi mi? Artık sizi, oyunu etkilemeye başlamış. Çok ilerlemiş, uzatılmış, üretim ya­pan grup için çok yıpratıcı.

İzleyici 4: Taciz konusu konuşulunca tamamen feminizm üzerinden algılandı. Ben feminist bir kadın değilim, feminist bir kadın olmayın­ca bu konuya duyarsızım gibi bir sonuç çıkıyor. Sadece feministler bu konuya parmak basabilir ya da bu sadece feminizm ile aşılabilecek bir durumdur gibi bir sonuç ortaya çıkıyor. Taciz olayının nedenlerinin altını araştırdığımız zaman bunun ortaya çıkması ile bu gibi olayların yok edilebilmesi daha kolay olacakmış gibi geliyor. Çünkü tacize uğ­rayan kişi bir taraftan mağdur durumda; tacizci tamamen suçlu, cezalandırılıyor. Ama taciz olayı hiçbir zaman yok olmuyor. Sokakta sü­rekli taciz oluyor. İki dakikada bir birileri tecavüze uğruyor. O zaman bunun sebebi ne?

Pınar Gümüş: Kendine feminist demek ya da dememek apayrı bir tar­tışma konusu. Uzun uzun, saatlerce konuşabilecek bir şey. Ben fe­minizmin mücadele için gerekli olduğunu düşünüyorum. Diğer mü­cadeleleri tabi ki dışlamıyorum. Taciz zaten istisna değil. Bunu inkar etmek maalesef mümkün değil, eğer büyük konuşursak taciz “sistem” itibariyle var. O yüzden belki psikolojik vakalar çıkıyor, bunlarda tabii ki bilimsel analiz ve tedavi önemlidir. Ama biz psikolojik vakalardan çok bahsetmiyoruz aslında. Biz biraz daha çok günlük hayata içkin olan tacizden ve “normal olan” insanların tacizinden bahsediyoruz. Dolayısıyla tacizcinin toplumsal koşullarını ele almak gibi bir lüksü­müz de yok. Biz önce tacize uğrayana ne olduğuna bakalım.

İzleyici 1: Sosyolojik anlamda feminizm erkek ve kadın eşitliğine inan­maktır. Kendimizi bu şekilde adlandırmak ve adlandırmamak arasın­da hala şiddetli gel gitler yaşıyorsak burada bir sorunumuz var. Kesin­likle toplumsal cinsiyet ve feminizm kökeninden ele alınırsa bir şeyler yapılabilir. İki cümle geçti: “Tacizcilerin genç yaşta, küçük yaşta tacize uğradıkları” ve “bu nedenden taciz yapabilecekleri.” Doğru olsa bile bu sadece bir mazeret olur. Ve ben bunun doğru olmadığına da inanıyo­rum. Bu şuna benziyor: eşcinsellerin çoğunun tacize uğramış olması ve o yüzden eşcinsel olmaları…

2. Oturum

Fulya Paksoy: İkinci oturumda Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kadın Çalışmaları’ndan Prof. Dr. Serpil Sancar, Kırkörük Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Kooperatifi’nden Elif Dumanlı ve Ankara Üniversitesi Devlet Konservatuarı ve aynı zamanda Kadın Ça­lışmaları Merkezi’nden Doç. Dr. Güzin Yamaner konuşacak. Ancak hepsinden önce bizim bir açıklamamız var TAKSAV’la ilgili bir sıkıntı­ya dair.

Birol Tezcan: Öncelikle konuşmacıların ve sizin zamanınızı aldığımız için özür diliyoruz Yeraltı olarak, ama uzun süre düşündükten son­ra böyle bir açıklamayı yapmanın zorunlu olduğunu düşündük. Açık­lamamız bu yıl onur ödülü alan Talat Halman’la ilgili. Bu insan bazı faydalı çalışmalar yapmış olabilir, bu şu anlamda bizi ilgilendirmiyor: Kültür Bakanlığı’na gelme biçimi ve Kültür Bakanı olduğu dönemde 12 Mart Hükümeti’nin yani askeri hükümetin yaptığı icraatlar dolayı­sıyla ülkeye verilen zararlardan dolayı Talat Halman’a onur ödülü verilmesini Yeraltı olarak doğru bulmadığımızı belirtmek istiyorum, te­şekkür ediyorum.

Elif Dumanlı: Merhaba, Kırk Örük Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Kooperatifi gönüllüsüyüm. Kırk Örük’te üç yıla yakın zamandır siste­matik olarak bilinç yükseltme eğitimleri ve toplantıları yapıyoruz. Bi­linç yükseltmek için sistematik tartışmalar yapmak zorundayız. Bu­rada konuşmaların dağınık ve sistematik olmadığı dikkatimi çekti. Bu dağınıklık, benim konuşmamı da etkiledi şu an, eleştiriyorum ama ben de biraz dağınık anlatacağım.

Biraz önce arkadaş, biz de tacize uğruyoruz, dedi. Erkeğin tacize uğ­rayanı olur mu? Ya da erkek tacize uğradığında, kadının uğradığı ta­cizle aynı mıdır? Taciz nedir? Tacizci kimdir? Görev yaptığım okul­da öykü çalışmaları yaptırıyorum. 13-14 yaşlarında 10 kız öğrencim var. Bununla birlikte sınıf öğretmeniyim. Bu sene dördüncü sınıfları okutuyorum. Çocukların dünyalarını anlayabilmek için sık sık günlük hayatlarına, ruh dünyalarına ilişkin sorular soruyorum. Geçenlerde, bugünlerde en çok korktuğunuz şey nedir, diye sordum. Kız öğrencile­rimin hepsi de, en büyük korkularının tecavüz edilmek olduğunu söy­lediler. Yaşları henüz dokuz olan kızlar tecavüz kelimesini ve eylemini biliyorlar. Geçmişe dönüp dokuz yaşımdaki zamanlara dönüp bakıyo­rum bizler ne o kelimeyi biliyorduk ne de eylemini. Öykü grubundaki kız öğrencilerimle tecavüzü konuşmaya başladık. Laf dönüp dolaşıp, erkekler neden tecavüz eder sorusuna geldi. 13-14 yaşındaki kızlar şöyle diyordu. Bizi tercih ediyorlar çünkü biz masumuz, temiziz. Bizi keşfedecekler ve biz ilk onların malları olacağız. Mal kavramı çıkıyor ortaya. Biz mal mıyız? Tecavüzde diğer kafama takılan konu ise teca­vüzün organize yapılması. N.Ç. olayı vardı. N.Ç. küçük bir ilçede ya­şayan 10-11 yaşında bir ilköğretim öğrencisidir. Yaşadığı ilçenin kay­makamından tutun, çaycısına kadar galiba otuz küsur kişi tarafından tecavüze uğradı. Olayı bütünü içinde incelemeyip parçalayarak tek tek kavramların içinde incelemenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Kadınlara yönelik uygulanan psikolojik şiddetle ilgili yapılan Dil Da­yakları diye bir araştırma vardı. Kadınlar en çok orospu kelimesinden etkileniyormuş. Ama şiddete maruz kalan kadınlar içinde yaşadıkları durumu doğru analiz etmek yerine meşrulaştırma yöntemini seçiyor­larmış. O işten atıldı onun için böyle söylüyor, aslında iyi bir insandır gibi. Tecavüzde de mantık böyle işliyor. Bu bir sistemdir. Neden biz erkekler kadar küfür bilmiyoruz? Tecavüz, penis veya penis benzeri bir aletle vajinal ya da anal yoldan birinin vücuduna bir şey sokmak değil mi? Bu tecavüz. Affedersiniz, şimdi ben bir erkeğe anal yoldan cop soksam, erkek vücut olarak yaralanır, ya ruh olarak? Meme kan­seri olan bir arkadaşım var. Tıbbi olarak memesindeki kanserin nede­ni anlaşılamamış. Ama terapi sırasında neden olarak dayısının yıllar önce memesini ellemesi sonucu ortaya çıkmış. Psikolojik olduğu için kabul veya ret etmek size kalmış. Penisi ellendi diye hangi erkek kan­ser olmuştur acaba?

Ara sıra samimi olduğum solcu erkek arkadaşlarıma sevdikleri ka­dınlarla ilgili kendi aralarında konuşup konuşmadıklarını soruyorum. Paylaşıyorlarmış. Devrim için yan yana yürüdüğümüz erkekler bun­lar. İnsanın canı yanıyor. Farklı olmalarını bekliyorsunuz ama… Alan­larda yalnızız arkadaşlar. Bizler nasıl feminist atölyeler kurup kadın­lığımıza masaya yatırıyor, çözümler arıyor, değişmeye çalışıyorsak, erkekler de yapmalı bunu. Erkeklerin, erkekliği sorgulaması bizi dev­rime ve birbirimize bir adım yaklaştıracaktır.

Devrime yaklaştıran diğer adımlardan biri de sanattır. Benim sana­ta bakış açım çok klasik galiba. Sanat toplumsal ve kişisel değişim içindir mantığını taşıyorum. Karşıdakini eyleme geçirebilme gücüdür. Geçen sene 8 Mart’ta, Yeraltı’nın Seyirlik Dedikoduları’nı izlemiştim.

Günlük kadın erkek ilişkilerini ortaya sermesi bakımından çok hoşu­ma gitmişti. Kadın Tiyatrosu’nun da oyunlarını bu açıdan önemli bu­luyorum ve takdir ediyorum. Sadece bizim değişmemiz, barış, eşitlik, kardeşlik vs. istememiz yeterli değil. Toplumun hepsinin istemesi la­zım. Topluma derdimizi anlatmamızın, inandığımız değerleri yaygın­laştırmamızın yollarından biri olarak da tiyatroyu görüyorum.

Serpil Sancar: Türkiye’de feminist hareket kendi taleplerini duyur­maya başladığından beri en önemli konulardan biri kadına yönelik şiddettir; taciz ve tecavüzü de içine alan bir cinsel şiddetten bahset­mek gerekir. Yeni yeni Türkiye’de cinsel şiddet oranlarını araştırma­ya başlıyoruz; aslında gerçek boyutlarını bilmiyoruz. Her yeni adım atmaya başlayan çocuk gibi, bu emekleme döneminde, tüm bunlara bakışımızda sorgulanması gereken şeyler de birlikte gündeme geliyor. Biz taciz ve tecavüzü hep kadınların deneyimleri üzerinden anlattık. Bir mağduriyet söylemi içerisinden konuşuyoruz hep birlikte: Temel insan onurumuz kadınlar olarak ayaklar altına alındı, bizi anlama­dılar, iteleyip kakaladılar… Evet, bu feminizmin politik dilidir ve doğ­ru bir dildir. Peki, ama işi anlamaya yeltenince nerelere bakmalıyız? Bunlardan ilki, bence, farklı erkeklik deneyimlerine bakmaktır. Er­kekler ve kadınlar diye konuşuluyor genellikle. Erkekler ve kadınla­rın iki farklı biyolojik cins olarak biri tecavüze uğrayan ötekisi tecavüz eden olarak karşıtlıktan mı bahsediyoruz? Hayır, bunu demek istemiyor tabii ki feministler. Orada dilsel bir karışıklık var. O zaman farklı bir dil kullanmamız lazım. Çünkü Elif’in de dediği gibi artık yanımız­da erkek görmek istiyoruz. Erkekliği sorgulayan, tecavüzcü erkeklere karşı sesini yükseltme cesaretine sahip erkeklerin olmasını istiyoruz. Farklı erkeklikleri karşılaştırma ve karşı karşıya koyma işini nasıl ya­pacağız, hangi tanımlar üzerinden yapacağız? Ben bu tür meseleler­de pornografik anlatıların önemli bir işlevi olduğunu düşünüyorum. Pornografinin formatına göre bir erkeğin kadının arzusunu, isteğini, iradesini dikkate alması gerekmez. Kadın her zaman isteklidir, önem­li olan erkeğin eylemidir. Erkek o eylemi yaparsa, zaten kadın da zevk alır bundan, erkek de zevk alır, dünya güllük gülistanlık olur. Pornog­rafinin temel zihniyet kurgusu budur. Bu bir erkeklik anlayışı işte: sürekli performatif bir erkeklik. Bu format çok değişik biçimlerde kar­şımıza çıkıyor. Sanatta karşımıza çıkıyor, siyasette karşımıza çıkıyor. Ama bunun taciz tecavüz meselelerinde çok temel bir şey olduğunu düşünüyorum. Taciz tecavüz suçlarından hapse girmiş erkekler üzeri­ne yapılmış araştırmalara (Türkiye’de değil tabii, Türkiye’de böyle bir araştırma yok) ben hep şunu merak ettim; (Türkiye’de de hala sorul­muyor bu soru) tecavüzcü bir erkek kendi yaptığı şeyi nasıl anlatıyor acaba? Her insan kendine dair bir meşruluk iddiasında bulunur. Bir tecavüzcü acaba kendi davranışını nasıl meşrulaştırıyor? Türkiye’de bunu da sormalıyız. Türkiye’deki tecavüzcülerin biz kendilerini nasıl savunduklarını, anlattıkları bilmiyoruz, ama tecavüze uğrayan kadın­ların olayı nasıl anlattıklarını biliyoruz. Öyle bir erkeklik anlatısı var ki karşısındakinin iradesinin, isteğinin, arzusunun, onun karşılıklılı­ğının önemli olmadığını düşündürtüyor. Bu bir eğitim süreci. Erkek­lik eğitilerek öğrenilen bir şey. Taciz tecavüz olaylarının bir püf nokta­sının bu olduğunu düşünüyorum. Diğer yandan tecavüzcü erkeklerin bir çoğunluk olmadığını, azınlık olduğunu, ama egemen olduklarını düşünüyorum. Sayıca az, ama egemen bir erkeklik hali. Ancak önemli olan, erkeklerin geri kalanının, sessiz çoğunluğun sindirilmiş olmala­rıdır. Erkekler arasında farklı erkekliklerin tartışıldığı, çatıştığı, onun gerilimiyle siyasal gündemin renklendiği bir şeye ihtiyacımız var. Te­cavüzcü, tacizci, cinsiyetçi erkekleri eleştiren erkeklere; onlarla müca­dele eden erkeklerin bu işleri nasıl yaptıklarına, neyi nasıl keşfettikle­rine ihtiyacımız var. Erkeklerle egemen erkekliği birbirinden ayırmak gerekiyor. Siz erkekler ve biz kadınlar diye konuşmaktan vazgeçmeli­yiz. Çünkü erkekler ve kadınlar diye genel, total, homojen kategoriler yok. Böyle bir gerçeklik yok. Farklı farklı kadınlıklar var. Çok vahşi, çok şiddet yanlısı kadınlar olabilir, bu tür iktidar ilişkilerinin uygula­yıcısı, aktörü kadınlar olabilir, ama bu kadınlık tanımının yumuşak, güçsüz, ilişkisel, duygusal tanımlanmasını engellemez. Birçok erkek yumuşak, destekçi, eşitlikçi olabilir. Ama bu tür erkeklerin sayıca çok olması bile erkeklik tanımının güç, otorite, iktidar, sertlik olarak ya­pılmasını engellemez.

İkinci boyutu, taciz ve tecavüzü konuşuyoruz Türkiye’de, ama çok önemli bir boşluk alanı yaratıyoruz. Cinsiyet temelli şiddet aslında si­yasal şiddetle bağlantılıdır. Siyasal şiddeti yani militer şiddeti, mas­külen şiddeti; savaşçı erkekle tecavüzcü erkek ilişkisini sorgulamak gerekiyor. Bu iki erkek türünün çok yakın, birbirini besleyen, bir tür birleşik kaplar gibi bir şey olduğunu görmek gerekiyor. Birbirini bes­lediğini, birbirinden kaynaklandığını görmek gerekiyor. Türkiye’de fe­ministler bu konuda biraz geri kaldılar.

Türkiye’de feminizmin, feminist hareketin taciz ve tecavüz suçlarıy­la ilgili çok önemli bir aşamayı geride bıraktığını düşünüyorum. Bu büyük bir başarıdır, en önemli başarılardandır. Ama bir iki nokta­da büyük eksiklikler var. Bunlardan biri hukuki süreçlere taşınma­sı ile ilgilidir. İkinci olarak erkeklerin kendi içindeki iktidar savaşları­nı, farklı erkeklikler arasındaki çatışmaları kullanarak daha eşitlikçi, pro-feminist erkeklerin feminist harekete katılmasıyla ilgili henüz çok boş bir alan var. Bu alanda da önemli adımlar atılması gerekiyor diye­yim ve burada bitireyim.

Güzin Yamaner: Sevgili arkadaşlarım, tiyatro ve taciz konusun­da konuşacaksak, biraz bu işin tarihinde gezinelim. Batıdan, Batı Tiyatrosu’nun kuruluşundan başlayalım. Bir kere tiyatro sanatının çok cinsiyetçi olduğunu ve tacizi barındırdığını kabul ediyoruz. Tacizi konuşurken de işin özünde cinsiyetçiliğin yattığını düşünüyorum.

Bundan 2500 yıl evvel tiyatro tarihine çok çok basit olarak baktığımız­da çok erkek egemen olduğunu görüyoruz. Erkek aklı ile yürüyen bir şey. İklim çok hoş; ellerinde ekmekleri var, yiyorlar içiyorlar, üzüm­leri var; güzel kızları var. Tiyatro yapabilecek bir takım akçeleri var, oturuyorlar yapıyorlar, güzel. Kime oynasınlar bunu? Bütün millete. Bir takım adamlar oyun yazıp getiriyorlar. Bir kere özel alan kamusal alan var mı? Var! Bir oda kurulmuş mu? Kurulmuş! Peki, erkekler için bu denli kamusal alanlar hazırlanmışken, kadınlara ne rol verilmiş? Onlar, yemek yapsınlar, evde çocuğu büyütsünler. Antik Yunandaki evleri hatırlayalım; avlular evlerin arka taraflarında. Ön taraflarda­ki salonlar zaten kamusal mekanlar. Orda daha kamusal şeyler ko­nuşuluyor: Truva savaşları ne olacak? Akhileus’u ne yapmalı acaba? Bu Oidipus’un başına gelenlerin hali ne olacak? Kadınlar ne yapıyor içerde? Ya işte üzüm yıkıyorlar ya enginar pişiriyorlar. O kadın gelip de işte “ben de Oedipus hakkında şunu düşünüyorum” diyemedi ki, onun başka işleri var. Dolayısıyla oradan başlayan bir erkek egemen yapılaşma söz konusu; erkek hep özne oldu, kadın hep nesne oldu. Bu birincisi…

İkincisi, kadının tiyatroda karakter olarak ve oyuncu olarak başına gelen tüm tacizler. Antik Yunan’da kadın oyuncu olarak sahneye çı­kabiliyor mu? Hayır! Niye? Çünkü tiyatro kutsal bir yer. Ee bu kutsal yere kadın çıkıp ne yapacak şimdi? Ya orda dedikodu eder, ya dırdır eder, ya erkeklerin aklını başından alır. Erkeklerin aklı dağılır, rolü iyi çıkaramaz, ezberi iyi yapamaz ya da o anlı şanlı tragedya kahramanı­nı iyi oynayamaz. Şimdi kocaman Oedipus’un yanında biz anasını bir kadına oynatmayalım, o da erkek olsun. Sesini inceltir, zaten maske­si de var görmüyoruz etmiyoruz. Hem bir erkek daha iyi oynayabilir. Yani hep onurlu olan, bir paye verilecek olan şeyi hep kadından alıp her zaman bir erkeğe yapıştırmak. Böyle süregittiğine göre, bugün ka­dın oyuncu nasıl rahat etsin ki! Geldik 21. yüzyıla. Ama 2500 yılda silinebilecek bir şey değil ki bu. Orda cinsiyetçi başlamışsınız, dolayısıy­la halen bugün kadın oyuncu olmak çok hoş karşılanan bir şey değil. Kadın oyuncu olmak erkek oyuncu olmaya denk değil. Ben bunların hepsinin birer taciz olduğunu düşünüyorum. Tacizi illa böyle bir dokunma veya cinsel taciz olarak algılamıyorum.

Tiyatro tarihinde hızlı ilerleyelim. Roma’ya gelelim, şu komedya dedi­ğimiz mesele. Orada bir figür çıkıyor karşımıza; hizmetçi. Tam da eğle­nebilir olan. Bugün hâlâ biz bir takım kadın karakterlerinin sahnede eğlendirebilir olduğunu düşünüyoruz. Çünkü böyle “basit” kadınlar var, değil mi? Çok hızlı atlayalım, bugüne yakın bir örnek verelim. 1960’lar, Edward Albee, hani şu Kim Korkar Hain Kurttan? oyunu­nun yazarı, karakterlerini tarif ediyor; iki kadın iki erkekler. Kadın­lardan biri şişman, çok da konuşkan. Erkek ince, kocası. Öbür kadın sarışın, biraz “basit” ama onun kocası yakışıklı, sarışın, güçlü yapı­lı; böyle tarif ediliyor. Bu kadar yıl geçiyor Roma’dan bu yana, eğer bir kazanım olmuş olsaydı, herhalde bugün böyle yazılmıyor olacak­tı kadın karakterler. Biri şişman, biri basit olarak yani. Tiyatro ta­rihinde yine ilerleyelim, Ortaçağ’a bakalım; rahibeler, zaten uyuyor­lar değil mi? İşte, İsa Peygamberlerinin etrafında dönüp duruyorlar. Gelelim Rönesans’a. Biz tiyatrocuların çok iyi bildiği bir şey, o koca­man Shakespeare’lerin karakterlerini kadınların oynamadığını biliyo­ruz. Shakespeare! Amma da karakterler yazmış, insanı çok iyi anla­tıyor değil mi? Hiç aklımıza gelmiyor, bir gün birisi diyor ki; “bunları 1500’lerde, 1560’larda, 1600’lere kadar hala kadınlar kadın rolleri­ni oynamıyor.” Mesela Shakespeare’in en büyük kadın karakterlerini yine kadınlar oynamıyor. Ama bu bilgiyi hiç önemsemiyoruz ki!

Tiyatronun içinde kadın karakterler nasıl? Birkaç tane klişe var de­ğil mi? Çok değişik bir şey yok. İsterse kadın karakter olsun, çok bo­yutlu yazılmış olsun, aman çok dehşet yazılmış olsun. Onları çok gör­müyoruz da klişeleri görüyoruz. Çok entrikacı olur kadın, değil mi? Yuva yıkıyor mu? Ne bileyim imparatorlukları dağıtıyor mu? Kleo­patra gibi… Sonunda tabii ki intihar edecek, çünkü kocaman Roma İmparatorluğu’na sirayet ediyor. Ya da Lady Macbeth çok hırslı değil mi? İşte, “yetmez bu!” diyor kocasına, “git dahasını getir”, diyor. Ma­sum bir adamın öldürülmesine sebebiyet veriyor. Böyle birisi değil mi? Bütün bunların hepsini silmeniz o kadar kolay olmuyor. Dolayısı ile zaten toplumda nasıl bir genel kabul var kadınlara dair, nasıl kalıp yargılar var; şöyle davranıyorlar, böyle davranıyorlar. Para vererek git­tiğiniz oyundan da bunu görerek geliyorsunuz eve. Çok da bir şey de­ğişmiyor. “Ben zaten biliyordum”, “aa, bak kadına ya, aman kadınlar!” İki tane daha önyargının daha altını çizseniz onu silmek için kırk ara­ba daha eğitim gerekiyor.

Modern zamanlarda kadınlar artık yazar olabiliyorlar, oyunları bası­lıyor, tiyatro yöneticisi olabiliyorlar. Art’s Council’lara yönetici olabili­yorlar. Bizde Devlet Tiyatrosu’nun oldukça büyük bir yerlerine gele­biliyorlar. O engel kalktı. 1945’lerde, oyuna önemli beyler gelirlerdi. Sehpa koyardık, örtü koyardık. Kadın oyunculara hitaben; “güzelmiş bunlar, akşama da gelsinler” diyebilirdi bu önemli beyler. Yaklaşık bir 30-40 yıldır memleketimizde bunlar da nerdeyse kayboldu, yok oldu denecek kadar azaldı. Sorunlar çok azaldı gibi duruyor gibi olsa da, aslında modern sanat ve tiyatro rafineleştikçe, benim cinsiyetçilik diye önemsediğim şey, tiyatronun içinde olduğu için taciz tabii ki çok kolay uygulanabiliyor. Bu çok katmanlı olarak hala devam ediyor. Burası gi­derek daha da tehlikeli hale geliyor.

Bakalım modern tiyatronun “baba”larına. İki tane adam: Brecht ve Beckett. Nasıl kadın karakterler çizdiklerine bakalım. Onların ken­di kadın yaştaşlarına, kadın meslektaşlarına bakalım. Yani bu kadar mı akılsızdı da kadınlar içlerinden bir tane kadın Brecht çıkmadı? Bu kadar mı yeteneksizdi kadın tiyatrocular da absürd tiyatronun için­de bir tane kadın yazar çıkmadı? Bu özel-kamusal alan meselesinden dolayı, cinsiyetçilik meselesinden dolayı, kadınların psikolojik olarak baskı altında bulunmalarından dolayı yaratıcılıkları yok artık. Ya da yazıyorlar da çekmecelerinin içinde kalıyor. Bunun yayıncısı var, bu­nun repertuar kurulu var. Önem derecesine göre alt sahne üst sahne olayı var. Bilmem ne tiyatrosunun önemsiz bir yerinde oynanıyorsa, ya da üç yıl bekliyorsa oyununuz, kadın yazar olarak, isminiz afişle­re çıkmıyorsa… Alın size kadınlar tiyatroda daha başarısızdır kabusu! Ben bunların hepsini çok büyük tacizler olarak görüyorum. Yani bas­tırılmışlıklar, “sen dur,” deyip engellemeler, hatta gide gide çok büyük hak ihlalleri.

Ben bir tiyatrocuyum. Doğal olarak çok içim sızlıyor bunlara. Keşke kadın oyuncu sahneye çıkmasaymış, kadınlar başka bir şey yapsa­larmış da bu kadar uğraşmak zorunda kalmasaymışız! Kuşkusuz bu ironik bir şey. İyi ki çıkmışız mücadele veriyoruz. Belki bin yıl sonra düzelir. Ama başka bir açıdan mesleğinizi kaybediyorsunuz. Kadın ti­yatrocular beni anlayacaklardır. Ne yapayım ben bu Beckett’ı? Dün­ya tiyatrosunun en önemli oyunlarından biri olan bir oyununda, o iki tane fıçıya insanları sokmuşsun. Kocaman absürd tiyatro. Bir kadınla bir erkeği, iki tane yaşlıyı! Orda niye kadına o kadar çok aşağılık dav­ranıyorsun? Bisküvi kemiren bir kadın bir erkek, hala adam kadını taciz ediyor, eskiden yaşanmış cinsel hayatlarını anlatıyor, kadını afi­şe ediyor. Kadın hala dırdırcı. Oyunun keyfini çıkaramıyorsunuz. Nötr bir tiyatrocu gibi bakamıyorsunuz. Bu da tabii bize olan taciz diye düşünüyorum doğal olarak.

2. Oturum Tartışma Bölümü

İzleyici 1: Biraz daha farklı bir beklentim vardı açıkçası. Bir birey ola­rak, insan olarak, belki de genel olarak bakılmalı. Erkek ve bayan ola­rak bakmamak, buna bir insanlık sorunu olarak bakmak lazım. Geti­rilen nokta, gerçekten bayanların daha çok tacize uğradığı. Böyle bir ortam olduğu için orana vurduğumuz zaman belki de çok doğal bir so­nuç. Hep sonuçlardan bahsediyoruz. Nedenleri ne belki de bunun tar­tışılması lazım. Tiyatro cinsiyetsizdir dedik. Verilen spesifik örnekler de keşke bu noktadan olmasaydı yani iki taraftan da örnekler verilip belki bir tartıya konsaydı daha sağlıklı bir sohbet gelişebilirdi. Bence burada, birileri mağdur olarak gösteriliyor. Bence kimse mağdur değil. Erkek taciz yapıyorsa yazıktır erkeğe. Bunu yapan bunu yapma nok­tasına gelen erkek, hani yazıklar olsun denir ya, gerçekten o manada yazıktır. Bence o aşağılanması gereken, o aşağılanacak noktadadır. Feminist bakış açısıyla elbette ki burada bulunup belli şeyleri savu­nan insanlar olabilir, ama o bakış açısından yönlendirmek bana çok da sağlıklı gelmiyor. Taciz kavramı belki tanımlanmıştır önceki otu­rumda, bunu tam bilmiyorum.

İzleyici 2: Sen kendi açından neden olarak gördüklerini bizimle pay­laşır mısın?

İzleyici 1: Keşke sonuçlarından bahseden insanlar öncelikle neden­lerini beyan etmiş olsalardı daha sağlıklı bir tartışma olacaktı. En ba­sitinden sonuçta dünya üzerinde, ülkemizde belki oran fazladır, bir­çok yerde taciz olayını görüyoruz. Bunun en büyük nedenlerinden biri olarak biz topluluk olarak tabulardan bahsettik; toplumsal olur, din­sel olur. Bu tabuları açalım belki de tabuları açmakta nedenleri ortaya koymakta fayda vardır. Teşekkür ediyorum.

İzleyici 3: Tabular neden var? Ne işe yarıyorlar?

İzleyici 4: Evvela arkadaşımıza söylemeliyim, gerçekten ilk oturumu kaçırmışsın. Ona hepimiz emin olduk. Ama ben diğer tarafa gelmek istiyorum. Tek taraflı, taraf tutma dedin ya, bu zaten sadece taraf ol­makla çözülebilecek bir şey. Eğer senin dediğin gibi yaparsak bir yerden eyleme geçemeyiz. Çünkü burada olmamızın temel nedeni bu, bir şekilde taraf olmamız.

Elif Dumanlı: Biz feminist örgütlenmeye ya da konuşmalara başlama­dan önce şöyle bir şey vardı: Diyelim ki ekonomik şiddetle ilgili, kadın evleniyor, sonra eşi geliyor ertesi gün diyor ki; “Canım altınlarını ver­sene.” “Tamam” diyor, ne yapacak? Çok seviyorsun, aşıksın veriyorsun. Adam ertesi gün altına araba çekiyor. Şimdi bu, evlenen bütün kadınlarda aynıymış. Ama kadınların birbirinden haberi yok. Feminist örgütlenmelerde, bilinç yükseltmelerde herkes deneyimini anlatıyor. Bir rol var, kadınlık rolleri var, erkeklik rolleri var. Bunu genelleştirdiğinde bir sisteme gidiyorsun. Bu sistem ne? Biz buna ataerkil sistem diyoruz. Biraz önce dedim ya, kavramları ayrıştırırsan çıkış yolu bula­mıyorsun. Hadi biz bunu insanca, insanlık açısından değerlendirelim. Erkekler de ezilmiyor mu? Evet, erkekler de eziliyordur, ama bizim ezilmemiz farklı bir şey, erkeğin ezilmesi farklı bir şey. Bu ataerkil sis­tem aynı zamanda bizim biraz önce insanca bakalım dediğimiz yerden baktırmıyor. Biz ataerkil sistemi yıkmaya çalışırsak insan olabiliriz.

Güzin Yamaner: Aslında ataerkil sistem derken, asla erkeklerin hiç­bir zaman mağdur olmadıkları ya da kadınların hep mağdur oldukla­rı bakış açısı çok doğru bir yere götürmez. Bütün mesele güç ilişkile­ri; ezen ve ezilen meselesi olduğu müddetçe. Kadınları ezen kadınlar da var. Ben tiyatrodan çok iyi bildiğimiz bir metinden örnek vereyim. Bir hanımefendiyle hizmetçinin konuşması. Diyor ki hizmetçi: “Hanı­mefendimiz çok yumuşaktır. Bize haftada bir kez, üstelik kendi ban­yosunda yıkanma izni verir. Hanımefendimiz solmuş çiçeklerini bile olsun, bize lütfeder. Bazen bize ıhlamur kaynatır.” Düşünebiliyor mu­sunuz, suyun içine ıhlamur atıyor. Bütün mesele o iktidar ilişkile­rinde. O piramitte ezilen erkek yok mu, o yine soyut olarak insanlığı kapsamıyor mu? Feminizm de böyle bir şey demiyor mu? Buraya da dikkat etmek lazım.

Serpil Sancar: Ben, kadın erkek yoktur insan vardır, taraf tutmaya­lım, tarafsız olalım tartışmasına geri dönmek istemiyorum. Bana göre bu çok konu dışı, bulunduğumuz yer dışı. Hakikaten konuştukları­mızla ilgili soru varsa, tartışmak isteyen varsa tartışmaya hazırız. Yoksa bitirebiliriz.

İzleyici 5: Elif hocamın bir örneği üzerine bir soru sormak istiyorum. Erkeğe anal yoldan cop sokulmasının erkeğin üzerinde bir travma ya­ratmayacağını söylediniz. Sizin ağzınızdan söylüyorum bunu. Bu şu demek değil mi, bir bedenin başka bir beden üzerindeki iktidarı meşrulaştırmak anlamına gelmez mi?

Elif Dumanlı: Bir erkeğe anal yolla bir cismi sokmakla bir kadına te­cavüz arasında psikolojik bir fark olduğunu düşünüyorum. Diyelim ki ben gözaltına alındım. Siz de gözaltına alındınız. Size copla tecavüz edildi. Bana normal tecavüz edildi. Siz unutulursunuz, sizin bedeni­nizdeki geçer ama ben yıllarca bununla anılırım gibi geliyor. Bu beni psikolojik olarak etkiler. Dedikodu malzemesi olabilirim. Kendime eş bulamayabilirim çünkü tecavüze uğramış bir kadını kim ister? İster mi? Oradaki bir polisin düşüncesi neydi? Sizi yıldırmak olabilirdi de bana ne yapmaya çalışıyordu?

Serpil Sancar: Erkeklik deneyimini bu kadar küçümsememek lazım. Erkeklik nasıl kuruluyor? Başta erkeklikler arasında iktidar ilişkisiy­le kuruluyor. Egemen erkeklik dediğimiz bir erkeklik tanımı var. Sal­dırır, alır, yönetir, koyar, yapar vesaire. Bu erkeklik kurulurken, de­neyimlenirken kendine benzemeyen diğer erkeklere yönelik sürekli saldırgan ve tecavüzcü bir davranış içinde olması gerekiyor. Daha ka­dınsı, daha yumuşak, daha farklı davranan erkeklerin erkek arkadaş grupları arasında sürekli aşağılandıklarını, cinsel olarak tacize uğradıklarını, dışlandıklarını, şiddete uğradıklarını biliyoruz. Ama bu de­neyimin, Elif’in de söylediği gibi kadınların yaşadıklarıyla aynı olmadı­ğını da biliyoruz. İkisi de bir iktidar tarafından dışlanma, aşağılanma, şiddete uğrama pratiği ama mutlaka farklı deneyimler. Bunların farklı olması önemsiz olmasını gerektirmez, ama bu tür erkeklik deneyim­lerinde altı çizilmesi gereken şey şudur ki hala sessiz deneyimlerdir bunlar. Özellikle Türkiye’de yeterince dillendirilmemiş, yeterince an­latılmamış, yeterince politize edilmemiş deneyimler. Öteki erkeklikler diyebileceğimiz, hegemonik erkeklik tarafından dışlanan, ezilen, itilen, kakılan erkeklik. Genç erkek grupları üzerinde yapılan araştırmalarda dominant erkek grupları ve diğer erkek grupları, farklı farklı erkek ar­kadaş grupları var. Dominant gruplardaki erkeklik tanımının tam da bildiğimiz tarzda, sporun en sertini yapan, en iyi yapan, camianın en güzel kızıyla çıkan, en sert, jargon kullanmasını en iyi bilen erkek, en tepede. Ama bu erkek gruplarının dışında başka erkek grupları da var. Görmediğimiz, kendi kendine, daha eşit ilişkiler kuran, daha yumu­şak, daha insancıl erkeklik yaşayan ama bunu da kimseye kolay kolay anlatamayan, bunu sessiz ve dillendirmeden yaşayan. Hegemonik erkekliğe karşı çıkan, onun tarafından ezilen erkekliklerin de politize edilmesi, dillendirilmesi gerekiyor. Bu aslında feminist hareketin yan hareketidir. Arkadaş, destek hareketidir. Dünyada yeni yeni gelişme­ye başlıyor; ama bütün erkeklik deneyimlerinin baskıcı, kadınları ez­mekten yana, tecavüzcü, şiddet yanlısı olduğunu reddetmekten başlar diye düşünüyorum.

İzleyici 6: Şu ana kadar soru cevap bölümünün gidişatı ve geldiği nokta konusunda çok şaşkın olduğumu, hayal kırıklığı içinde oldu­ğumu söylemek istiyorum. Neden buradayız? Taraf olduğumuz için. Öznemiz kim? Kadınlar. Kusura bakmayın arkadaşım. Gerçekten anlayamıyorum bakış açınızı. Bu kadar eşitliksiz bir durum varken ben erkeklerin çektiği sıkıntıları şu aşamada düşünemem. Belki 2050’de, koşullar eşitlendiği zaman düşünebilirim, bilmiyorum. 48 yaşındayım. 78’liler denilen grubun üyesiyim. Elif’in dediği gibi 30 yıldır kesintisiz erkek arkadaşlarımla yürüyorum, ama içlerinden bir tanesi bile beni bugüne kadar anlamadı. Bugün kendilerine solcu diyen, ilerici diyen, aydın, devrimci diyen erkeklerle maalesef hiçbir şey paylaşamıyorum hatta feministim dediğimde yüzlerinde garip bir ifade görüyorum. Bu­güne kadar taciz ve tecavüz konusunun bu kadar vahim bir noktaya gelişinde en büyük hatanın, eksikliğin, yanlışlığın hiç sesini çıkarma­yan erkek arkadaşlarım olduğunu düşünüyorum. Umarım bir gün bi­zim yanımızda olacaklar. Bir inisiyatif doğdu, “biz erkek değiliz” inisi­yatifi; bir tek onlara güveniyorum, umarım yolları açık olur.

Fulya Paksoy: Biz bu tartışmayı burada başlatalım istemiştik Yeraltı olarak, burada bireysel veya topluluk olarak bulunan herkesle çeşitli biçimlerde tekrar buluşup bu konuyu tartışmayı devam ettirmek isti­yoruz bütün kanallarıyla birlikte. Bununla ilgili bir web sayfamız da var zaten. Ankara Tiyatrolar Alternatif Platformu (ATAP) üzerinden Tİ­YAGAM gibi topluluklarla ortak mail adresimiz de var. Umarım bu tar­tışmayı devam ettirebileceğimiz bir zemin yaratırız.


[1] Panel metni yayına hazırlanırken, anlaşılırlığı arttırmak için Türkçe düzelti yapılmış ve katılımcıların talebi doğrultusunda panelde ileri sürülen genel argümanları değiştirme­yecek küçük bazı değişiklikler yapılmıştır.

[2] “Tiyatroda Taciz” paneli Kasım 2008’de gerçekleştirildiğinde Mehmet Esatoğlu ile ilgili süreç neredeyse 10 yıldır donmuş gibiydi. Ancak sonrasında, İstanbul Alternatif Tiyat­rolar Platformu-Girişimi (İATP-G) bünyesindeki eğitmenler inisiyatifinde tüm kesimleri bu konuda duyarlı olmaya ve Esatoğlu’nu kamuoyu önünde hesap vermeye çağıran “Eğitimin Yozlaştırılmasına ve Sanatta Cinsel Tacize Vicdanen Karşıyım” adlı bir imza kampanyası başlatıldı. 1000’in üzerinde imzanın toplandığı kampanyanın ardından ta­raflar arasında bir çözüm için aracı olan TTB (Türkiye Tiyatrolar Birliği) ve İATP-G or­tak bir bildiri yayınlayarak iki tarafın da güvenilirliğinde uzlaşacağı tarafsız bir komisyo­nunun kurulmasının uygun olacağını duyurdular. Mehmet Esatoğlu da bu komisyonda ifade vermeye hazır olduğunu belirtti. 10 yıllık taciz tartışmasının bu aşamaya geti­rilmesi kampanya açısından da bir başarı olarak kabul edildi ve kampanya 19 Hazi­ran 2009’da web sitesinden yapılan açıklama ile durduruldu. (Eğitimde Cinsel Tacize Karşı İmza Kampanyası Yürütücüsü Eğitmenler, “Eğitimde Cinsel Tacize Karşı İmza Kampanyası’nda Gelinen Durum”, 19 Haziran 2009, http://www.tacizekarsiyiz.com) Şu an için bu komisyon çeşitli nedenlerle henüz hayata geçirilememiştir.