Trabzon Sanat Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni Necati Zengin’le Söyleşi

Yayına Hazırlayan: Fırat Güllü

Bu metin, Mimesis Tiyatro/Çeviri-Araştırma Dergisi’nin 16. sayısında (Kasım 2009) yayınlanmıştır.

Bu söyleşi İstanbul Alternatif Tiyatrolar Platformu – Girişim’den katılımlarla 20 Ocak 2009 tarihinde Taksim Leylek Kafe’de gerçekleştirilmiştir.

Söyleşimize başlarken biraz kişisel arka planınızdan bahsedelim isterseniz. Eğitiminiz, ailenizin etkisi, tiyatroya başlamanız… Bu konularda bize biraz bilgi verir misiniz?

Trabzon’da doğdum. Karadeniz Teknik Üniversitesi’ni (KTÜ) bitirdim. Bir kamu kuruluşunda 9 yılı Ankara’da, geri kalan bölümü Trabzon’da olmak üzere çalıştım. Şu anda emekliyim. Tiyatro eğitimimi bir tiyat­ro okulunda almadım. Ama tiyatroya ilkokulda bulaştığımı söyleyebi­lirim. Eski öğretmenler çok farklıydılar. Hepsi çok donanımlı insanlar­dı. Aralarında folklor uzmanı, tiyatro uzmanı olanlar vardı. Öğrencileri izler ve yönlendirirlerdi. Ben iyi bir öğrenciydim, hiç sene kaybı yaşa­madan bitirdim okulları. Sadece üniversitede bir dersten kalmıştım, o hocaya da silah çekmiştim. (Gülüşmeler) Bunu nereden nereye gel­diğimi anlamanız için söylüyorum. O dönemde içinde bulunduğumuz çevre, feodal ilişki biçimleri beni bu tür bir davranışa yönlendirmişti. İlkokulda oynadığım ilk oyun Şapka adında bir monologdu. Tümünü bir haftada ezberlemiştim. Bugün ezber yapacağım diye canım çıkıyor. O oyunu hala hatırlarım. Ortaokul ve lise hayatım bu anlamda dur­gun geçti. Trabzon Lisesi’ne gidiyordum. Trabzon’un önemli okulların­dan birisidir, mezunları arasında önemli insanlar yer alır. İstanbul’la karşılaştırmak gerekirse Galatasaray Lisesi ayarında bir okul olduğu­nu söyleyebiliriz. Hala da öyledir. Sadece dersler açısından konuşmu­yorum, sanatsal ve sportif etkinlikler açısından da önemli bir okuldu.

Ancak ne yazık ki benim öğrenci olduğum yıllarda tiyatro yapılmıyor­du. Bu benim içimde de bir ukdedir. Ben tiyatroya giderdim, izlerdim ama yapma şansım olmadı o yıllarda. Sonra üniversite yılları başladı. O zamanlar fizik bölümüne çok istediğim için girdiğimi söyleyemem. Öyle bir bilinç yoktu, puanın neye yetiyorsa o bölüme girerdin. Ders­hane furyasının yeni başladığı yıllardı. Ama şimdikinden farkı şuydu: Üniversite mezunu olduğunda hayatın kurtuluyordu. İstemeye iste­meye de olsa fizik bölümüne girdim. Üniversitede bir tiyatro faaliyeti vardı. İkinci sınıftan itibaren ben de katıldım. Reşat Nuri Güntekin’in Balıkesir Muhasebecisi adlı bir oyunu vardır, felsefe hocası Mahmut Bey rolünü oynamıştım. Basit bir okul tiyatrosu değildi o, son derece disiplinli bir çalışma ortamı söz konusuydu. O oyunla bir Doğu Kara­deniz turnesine de çıkmıştık. Ciddi biçimde ilgi gördüğümüzü hatırlı­yorum, salonlar tıklım tıklımdı. 1975-76’lı yıllardan bahsediyorum. O oyunla ilgili anılarım da var: Bir gün Pazar’da oynuyoruz. Pazar’ın bu­gün hala ayakta ve faal olan bir sineması var. Orada oynuyoruz. Salon o kadar dolu ki… Üstelik çoluk çocuk da getirmişler. Oyunda benim kullandığım ayakkabılar var, bağcıklı… Sahnenin kenarında oturuyo­rum, çocuklardan birisi sahneye yaklaşıp ayakkabıyı çözüverdi. Ben bir yandan oynamaya çalışıyorum, bir yandan çocuğu durdurmaya çalışıyorum. Annesi de orada oturmuş seyrediyor. Çocuk aşama aşa­ma ayakkabıyı ayağımdan çıkardı, anneden müdahale yok. Sonunda oyunu tek ayakkabıyla tamamlamak zorunda kaldım. O oyundan son­ra KTÜ’de başka bir oyunda oynamadım. Ama o dönemde sinemaya da ilgim çok fazlaydı. Bayağı iyi bir sinema izleyicisiydim. Trabzon’da Amatör Tiyatro Derneği vardı, orada pek çok önemli filmi izleme şan­sı buldum.

Trabzon’da o dönemde bir Amatör Tiyatro Derneği mi vardı? Bu dernekle ve genel anlamda Trabzon’da amatör tiyatronun gelişi­miyle ilgili bilgi verebilir misiniz?

Şu aralar Osmanlı’dan Günümüze Trabzon’da Tiyatro adlı bir eser üze­rinde çalışıyorum. O nedenle arşiv değeri taşıyan pek çok belge ve fo­toğraf topladım. Başlıklardan birisi “Geleneksel Tiyatro” ve burada da özellikle Pontus Halk Tiyatrosu’ndan bahsediyorum. Ardından önem­li Ermeni tiyatrocuların Trabzon serüveninden bahsediyorum. Eski­den Trabzon tiyatro hayatının çok canlı olduğu bir yer, bu bölgenin kültürel başkenti idi adeta. Ve Cumhuriyet dönemiyle birlikte tiyatro ağırlıklı olarak halkevleri aracılığıyla yaşam buluyordu. Halkevlerinin faaliyetleri gerçekten çok önemli. Bu arada dünyada örneği az bulunan bir olay yaşanıyor Trabzon’da 30’lu, 40’lı yıllarda. İleride Trab­zon Spor’un oluşumunu sağlayacak birçok küçük amatör spor kulü­bü var o sıralarda. Ve bu kulüplerin her birinin amatör tiyatro branşı var. Trabzon’daki futbol kültürünün temelini de tiyatro oluşturuyor. Sahada kıyasıya bir rekabet var, seyirciler arasında aynı şekilde. Aynı rekabet tiyatro salonlarında da var. Birbirlerinin oyunlarını izliyor ve eleştiriyorlar. Dünyada çok fazla örneği olmayan bir durumdu bu. Ar­dından 60’lı yıllar geliyor ve Trabzon’un tiyatro hayatında önemli bir dönüm noktası yaşanıyor. Haluk Ongan adlı bir ağabeyimiz birkaç sa­natçı dostuyla birlikte 60’lı yılların ortasında Amatör Tiyatro Derneği’ni kuruyor. Kendisi Fransa’da eğitim almış, oldukça entelektüel bir in­san. O dernek çatısı altında Haluk Bey 12 adet oyun sergiliyor. Der­nek ondan sonra da faaliyetlerini sürdürüyor, 12 Eylül’e kadar. Tabii o dönemde amatör tiyatrolar ağırlıklı olarak sola eğilimli oyunlar oy­nuyorlar ve ağırlıklı olarak öğretmenlerin başını çektiği bir grup öne çıkıyor. 12 Eylül sonrası dernek kapanıyor ve polis arşivlerine el ko­yuyor. Yine 80 öncesi dönemde bir başka oluşum Halkevi Tiyatrosu. Onlar da nitelikli işler yapıyorlar. O da 12 Eylül’le birlikte son buluyor. Her iki grubun da temsilcileriyle bu kitap için konuşma fırsatım oldu. Bana görsel malzeme anlamında da çok yardımcı oldular. Dediğim gibi arşivlerine ulaşamadığımız için bu tür yapılarla ilgili malzeme bulmak gerçekten çok zor. 80’li yıllarla birlikte faal durumda olan tek oluşum KTÜ tiyatrosudur diyebiliriz. Bir de Trabzon Devlet Tiyatrosu kurula­na kadar Devlet Tiyatroları’nın yaptığı turneler var.

Tekrar sizin hikâyenize dönersek…

Düşünüyorum da eğer o yıllarda İstanbul’da olsam sinemacı olurdum herhalde. O dönemde bazı dergilerin açtığı yarışmalara oyuncu olarak katılmayı bile düşünmüştüm. Zaten oyunculukta fiziğin önemli oldu­ğu yıllardan söz ediyorum. Ben de saçlarımı uzatmışım falan. Aynı sı­ralarda popüler romanlarla başlayıp daha derine giden bir okuma se­rüveni de başladı benim için. Mario Pozzo’nun Baba’sı ya da Kelebek gibi romanlarla başladım. Ama aklım oyunculukta ve sinema oyun­cusu bile olmak istesem yolumun tiyatrodan geçmesi gerektiğini bili­yorum. Ama üniversite tiyatrosunda yönetmen olan bir arkadaş var­dı, onunla anlaşmazlıklarımız olduğu için okulda devam etmedim. O kendi yazdığı sağ eğilimli Nefret diye bir oyunun oynanması için dire­tiyordu. Ben çok politik bir insan değildim ama tavrı hoşuma gitme­mişti. Bunun üzerine ben de üniversiteden üç arkadaşımla birlikte Trabzon’a çok yakın bir köy olan Çukurçayır’da tiyatro faaliyetlerine başladım. Çukurçayır bugün artık belde oldu, şu anda ben orada otu­ruyorum. Bu fikir benim aklıma eski deneyimlerimden gelmişti. Biz il­kokula giderken bizden büyük bazı ağabeylerimiz –hatta kız bulama­dıkları için iki tanesi kadın rolüne çıkmıştı– Çukurçayır’da bir oyun oynamışlardı ve köylülerin büyük ilgisini çekmişti. Ben de bundan il­ham alarak yeni bir tiyatro grubu kurma fikrini arkadaşlarıma açtım. Bende babamdan gelen bir liderlik özelliği var. Benim babam sıradan bir çiftçiydi ama çok zeki bir adamdı. Bir yandan köyün veterineri gi­biydi. Sorun yaşayan aileler ona gelirlerdi. İnanılmaz bir liderlik po­tansiyeli vardı. Ben de, onun etkisiyle herhalde, bir yıllık deneyimden feyz alarak yeni kurulan topluluğun yönetmenliğini üstlendim. Toplu­luğun adı Çukurçayır Gençler Tiyatrosu idi. Üniversitedeki arkadaş­lar dışında liseliler, çalışanlar vs… 16 kişilik bir ekip kurdum. Necip Fazıl’ın Tohum diye bir oyunu vardır. O zamanlar kitapçılarda onu bu­labiliyorsunuz. Kurtuluş Savaşı’nda Maraş’ta geçen olayları anlatan bir oyundu. Hançer Yayınları’ndan çıkmıştı sanırım, bende hala bir kopyası vardır. Fotokopi olmadığı için daktiloyla çoğaltmıştık. Oyna­mak için okulun salonu aklımıza gelmişti ama çok küçüktü. Neredey­se sınıf kadardı. O sırada bir Almancı bir bina yaptırıyordu. Alt katı tamamlanmış, üst katlarda sadece kolonlar var. Okulun sıralarını oraya taşıyıp sahne oluşturduk. Üç akşam boyunca o salonu tıklım tıklım doldurduk. Aşağı yukarı 500–600 kişi izledi oyunu ki bu köyün nüfu­sunun yarısı ediyor. Üstelik bedava da oynamadık, bilet satışı yapmış­tık. Belli bir masrafımız olmuştu. Dekorları tabelacı bir ağabeyimize yaptırmıştık. Müthiş bir enerji ve istek vardı. Güzel bir deneyimdi ama ertesi yıl devam ettiremedik. Oyuncular devam etmek istemedi, çeşit­li sorunlar çıktı ve bırakmak zorunda kaldık. 1976–1979 yılları ara­sında ben kendimi müthiş bir biçimde okumaya verdim. Tiyatro, si­nema, edebiyat ne bulursam okuyorum. 1978 yılında okulu bitirdim. Bir yıl kadar süren işsiz dolaştığım bir dönem var. Biraz bunalımlı bir dönem, parasızlık, lümpenlik vs… Ama şunu biliyordum ki bundan sonra tiyatro benim yaşantımda bir şekilde var olacak. Belli bir bilinç oluşturmuş olduğumu düşünüyordum.

O dönemde KTÜ’deki ortam nasıldı? Üniversitedeki tiyatro kulü­bü dışında kültür sanat faaliyetleri ne durumdaydı?

Tabii ki hareketli yıllardı. Gözümüzün önünde arkadaşlarımızın öldü­ğü yıllardı. Trajik pek çok olay yaşandı. Bir değerlendirme yapmak ge­rekirse solun daha ağırlıkta olduğu bir gençlik kesimi vardı. 12 Eylül tabii ki her şeyi değiştirdi. Ama ondan sonra da sağ, bizim bildiğimiz sağ olmaktan çıktı, tarikatçılık başladı. Bizim ayrılmamızdan sonra KTÜ’de tiyatro güçlü bir biçimde devam etti. Bunları Trabzon’da tiyat­ro faaliyetlerinin tarihçesi üzerine yazdığım kitapta ayrıntılı biçimde anlatacağım.

Çukurçayır’daki serüven 1979 itibariyle sona mı erdi?

Hayır. Orada bir oyun daha yaptım. 1979 yılında Hasan Basri Bilgin’in Yere Düşen Kan adlı oyununu Düğüm adıyla sahneye koymaya karar verdim. Çukurçayır İlkokulu’nun bahçesine bir çadır kurduk. Yine il­giyle karşılanan bir oyun oldu. O yıllarda Romanya’dan Trabzon’a de­nizyoluyla koyun gelirdi. Bunlar Trabzon üzerinden İran’a taşınırdı. Birçok insan bu nedenle kamyon satın almıştı ve taşımacılık yaparlar­dı. Birkaç yıl bu böyle devam etti. Ben bu kamyonların brandalarını toplayarak okulun bahçesine çadır kurdum. Oyun biletliydi, bedava seyretmeye izin yoktu. Okuldan sıralar getirdik, kahvelerden sandal­ye taşıdık. Her şeye rağmen beleş girenler oldu, engelleyemedik. Yine üç akşam sergiledik, kadınlı erkekli kalabalık bir seyirci grubu var­dı. Bugün olsa kadınlarla erkekler aynı samimiyetle yan yana oyun izleyebilirler mi emin değilim. O dönemde her kesimden insan ara­sında bir sıcaklık söz konusuydu. Üç akşam boyunca kapalı gişe oy­nadık. Kapı kapı dolaşıp bilet sattık. Bini aşkın seyirciye ulaştık. Müt­hiş bir coşkuydu. O dönemlerde ben köyde star olmuştum. Köyden Trabzon merkeze belediye otobüsleri çalışırdı. Ben ne zaman otobü­se binsem köyün kızları da sırf bana görünmek için binerlerdi. Böyle olunca biz artık arkadaşlarımızla konuşup oyunu şehre de taşımaya karar verdik. Köyle şehir arası da 5 km. Çok yakın. Zaten bugün ar­tık arada boşluk kalmadı, Çukurçayır merkeze bitişti. Şimdi Devlet Tiyatrosu’nun bulunduğu bina o zamanlar sinema salonuydu. O dö­nemde Devlet Tiyatroları Trabzon’a turne yaptığında oyunlarını ora­da oynardı. Bir öğretmen arkadaşımız sayesinde Kültür Müdürlüğü’ne gittik ve üç akşam için salonu almayı başardık. O zaman salon 400 kişilikti. Caminin hoparlöründen tüm köye yönelik bir duyuru yaptık. O dönemde köyde herkesin arabası yok ama kamyonetler var, demin bahsettiğimiz büyük kamyonlar var. Üç akşam boyunca o oyunu köy­de izlemiş olmalarına rağmen tüm köylü kamyonlarla şehre aktı. Sırf bize destek vermek için. Yılmaz Güney’in Endişe filmindeki kamyonla­ra doluşmuş pamuk işçilerini hatırlatan bir sahneydi adeta. İlk akşam salonun doluluğu fena değildi ama sonraki akşamlar üçte bire düştü. Çoğunluğunu bizim köyden gelenler oluşturuyordu. Coşkulu bir se­yirci kitlesi vardı. Bizim köyün gençleri oyun sonunda tüm dekorları taşıdılar, kamyonlara yüklediler. Yaptığımız şeyden dolayı bizimle gu­rur duyuyorlardı.

Düğüm macerasından sonra ne tür gelişmeler oldu?

Ben Ankara’da işe girdim ve hayatımda yeni bir dönem başlamış oldu. Ankara’da ilk işim AST’a gitmek oldu, oyunlarını izlemek için. Bir ay Ankara’da kaldıktan sonra iş nedeniyle dolaşmaya başladım. Yanımda bir bavul kitapla geziyordum ve artık iyi bir okuyucu olduğumu söy­leyebilirdim. Pratik anlamda tiyatrodan koptuğum bir dönemdir. Ege Bölgesi’nde Halikarnas Balıkçısı’nı okuyup onun anlattığı yerleri ge­ziyordum. Ufkum çok genişliyordu. Şimdi zamansızlıktan dolayı çok seçici davranıyorum ama o zamanlar elime ne geçerse okurdum. Za­man zaman Ankara’ya dönüyorum, sözgelimi bir hafta kalıp tekrar gidiyorum. O sırada oyun izlemeye özen gösteriyorum. Gide gele yavaş yavaş AST’taki arkadaşlarla tanışmaya başladım. 1984 yılı itibariyle Ankara’da sürekli kalmaya başladım. AST’ın birçok provasını izledim. Sonraki yıllarda Altan Erkekli, Cezmi Baskın, Salih Kalyon ve Rutkay Aziz’le tanışma şansı buldum. Orada pek çok şey öğrendim. Bozkurt Kuruç’un Devlet Tiyatroları’nda yarı açık, yarı gizli bazı provalarını iz­leme şansı buldum. Ama tiyatro pratiğinden kopmuş durumdaydım ve hırsımı okumaktan alıyordum. Devlet Tiyatroları’nın yayınladığı oyun­ları alıp okuyordum.

Devlet Tiyatroları o dönemde aynı zamanda tiyatro yayıncılığı mı yapıyordu?

Elbette. Gittiğim oyunların fuayelerinden birçok oyun satın aldığımı hatırlıyorum. DT Yayınları adıyla yayınlanıyordu. Okuduklarım ve iz­lediklerim üzerine notlar tutmaya başladım. Defterler dolusu not bi­rikmişti o dönemde. 1985 yılında babamı kaybettik. Biraderim ziraat mühendisiydi, Edirne’de yaşıyordu. Bizimkiler ev inşa ediyorlardı, ba­bamın ölümüyle yarım kaldı. Annem yalnız başına bu işlerle uğraş­mak zorunda kalmıştı. Aslında şartlar gereği geri dönmem gerekiyordu ama iki yıl daha kendimi zorlayarak Ankara’da kalmak için direndim. Bu arada 1985 yılında evlendim. 1987 yılında Trabzon’a döndüm ve böylece tiyatro pratiğine yeniden başlamak için gerekli koşulları da yeniden kazanmış oldum. İlk oyunum Kahvede Şenlik Var’dı. 1988 yı­lında Trabzon Liselerinden Yetişenler Derneği çatısı altında gerçekleş­tirmiştik. Oldukça eski ve önemli bir dernektir. Ben, Garson rolünü oynuyordum, yönetmenliği başka bir arkadaşım üstlenmişti. Sonra­dan o arkadaşla da anlaşamadık ve ben dernekte çalışmayı bıraktım.

1989 yılında dönemin Belediye Başkanı Atay Aktuğ’a, bir tiyatro kur­ma teklifini götürdük. Kendisiyle tanışıyorduk ama ilişkimiz çok geliş­kin değildi. Belediye çalışanı bir arkadaşımla gidip kendisiyle konuş­tuk. Olumlu yaklaştı. Belediye Deneme Sahnesi adıyla, ağırlıklı olarak üniversite öğrencisi gençlerden oluşan bir grup kurduk. İlk iki üç ayı eğitime ayırdık. Ben Ankara’da edindiğim bilgi ve görgüyü arkadaşla­ra aktarmaya çalıştım. Sonunda bir eleme sınavı yaptık ve yirmi kişi­lik bir kadro oluşturduk. İlk oyun Cevat Fehmi’nin Hacıyatmaz’ıydı. Bu Çukurçayır Gençlik Tiyatrosu’ndaki denemeleri de sayarsak be­nim üçüncü reji deneyimim oluyordu. O oyunu bugün bile oynasak günümüz gerçekliğine uyar. İktidar değiştikçe nabza göre şerbet ve­ren bir politikacının eleştirisi üzerine kuruludur. Birçokları yazarın en iyi oyunu Paydos’tur der ama bana göre en iyisi Hacıyatmaz’dır. Yıllar sonra Devlet Tiyatroları da –hangi ilde olduğunu hatırlamıyo­rum– sahneye koymuştu. Tabii elden geçirmek ve bazı güncellemeler yapmak gerekir ama çarpıcı bir biçimde bugün de sahnelenebilir. Be­lediye başkanı oyunu ilginç bir şekilde iki akşam üst üste izledi. Salon tıklım tıklım doluydu. On beş akşam boyunca tümüyle dolu bir salona oynandı. İnce bir mizah söz konusuydu ve başroldeki oyuncu çok iyiy­di. Seyirci çok iyi tepki verdi. Oynadığımız salon eski bir cezaevinden kültür merkezine dönüştürülmüştü. Bugün halen kullandığımız salon odur. Yaklaşık 150 kişilik ve sahneleme olanakları çok geniş olan bir salondur.

O dönemde salonu senden başka kullanan topluklar var mıydı?

Trabzon Devlet Tiyatrosu 1987 yılında, Raik Alnıaçık döneminde ku­ruldu. Sergilenen ilk oyun Mahir Canova yönetiminde çıkarılan Boş Beşik’tir. Kitabımda bunları ayrıntılı bir biçimde anlatıyorum. Ama onlar farklı bir salonda oynuyorlardı. Benim az önce sözünü ettiğim salon, yani Hüseyin Kazaz Kültür Merkezi adıyla kullanıma açılan sa­lon 49 yıllığına belediye tarafından kiralanmış durumda. Bizim dışı­mızda üniversiteli bazı gruplar ya da kısa süre için bir araya gelip dağı­lan topluluklar, belediyeden bu salonu alıp oyunlarını oynayabilirler. Ama bizim dışımızda çok fazla kalıcı olan olmadı, gruplar genelde bir iki oyun oynayıp dağılıyorlar. Birçoklarına dekor ve kostüm anlamın­da destek sağladım. Tekrar Hacıyatmaz’a dönersek, dediğim gibi oyun on beş akşam kapalı gişe oynandı. Ben başkana baştan söylemiştim: “Burada bir emek var ve ben ücretsiz tiyatroya karşıyım,” demiştim. Sonuçta ben çalışıyordum ve maaşım vardı. Ama birçok oyuncunun böyle bir olanağı yoktu. Bilet satılmasını ve gelirlerin oyunculara da­ğıtılmasını talep ettim. Başkan kabul etmedi. Bizim tüm masrafları­mızı belediye karşılıyordu ve biletsiz oynanmasını istediler. Ertesi yıl Brecht’ten Carrar Ana’nın Tüfekleri’ni sahnelemeyi düşündüm. Oyun seçimi konusunda tamamen özgürdüm. Brecht’i okuyordum ve bili­yordum. Ama klasik oyunlarından birisini seçemezdim çünkü kadro yapım henüz bunun için yeterli değildi. Onun için o oyunu daha uygun buldum. Hem oyuncu hem de yönetmen olarak oyuna katıldım. Sahneye bir kamyon kum döktük, bizim kayıkçılardan bir kayık rica edip sahneye yerleştirdik. Arkaya da bir kulübe dekoru kurduk. Oyun yarım saat sürüyordu, şimdiki aklım olsa bir saate çekerdim. Oyunu bilen daha entelektüel kesim ayakta alkışladı. Bunun Trabzon merke­zinde oynanan ilk Brecht oyunu olduğunu söyleyebilirim. Ama oyun Hacıyatmaz kadar geniş bir kesime hitap etmedi. Sayı olarak yirmi­ye yakın oyun oynandı ama salon dolmadı. Yine biletsiz oynamamıza rağmen yeterli seyirci ilgisiyle karşılanmadı. Gelen eleştirilerden an­ladığım kadarıyla nedeni oyunun kısalığıydı. O sıralarda ben Beckett oyunları okuyorum, adamın beş dakika süren oyunları var. Ya da on saat süren bir Mahabharata’dan bahsedebiliriz. Başkan da dekoru fa­lan beğendiğini ama kısa bulduğunu söyledi. Bir arkadaşım bacak bacak üstüne attığını, bacak değiştirene kadar oyunun bittiğini söy­ledi. Yani çok tutmadı oyun. Ertesi yıl Vatan Kurtaran Şaban’ı seçtim. O oyun bence Türk tiyatrosunun en iyi üç komedisinden birisi olarak anılabilir. İyi sahnelenirse seyirciyi coşturabilirsiniz. Politik bir yanı da var. Bu arada Devlet Tiyatrosu’na Bulgaristan göçmeni bir oyuncu geldi: Osman Hacı Mustafa. Stanislavski sistemini iyi biliyor, aynı za­manda hoca. Bizim de ilişkilerimiz çok iyiydi. Ben bu projeyi ona yap­tırmayı uygun buldum. Onun deneyiminden yararlanmak istiyorum. Ben sadece projenin genel koordinatörlüğünü üstlenecektim ve sanat­sal işi ona bırakacağım. Kırk kişilik bir ekip oluşturduk. Bu projeyle birlikte bürokrasi ve sanat arasındaki çatışma baş göstermeye baş­ladı. Belediye maddi destek konusunda sorunlar çıkarmaya başladı. Evet, bu ekibin dağılmasına neden olmadı ama sorunların başlangıcı olarak görülebilirler. Asıl sorun kalabalıklaşmayla beraber boy göste­ren grupçu eğilimlerdi. Açıkçası kadroya hâkim olamadığımı söyleyebilirim. Ayrılıp farklı bir çalışma başlatanlar oldu. Bu şartlar altında oyunun çıkarılması mümkün olmadı. Bu dönemde de bizim tiyatro­nun kadrolu oyunculardan oluşan bir belediye tiyatrosuna dönüşmesi tartışmaları vardı. Ben Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu’nun yapısını incelemiştim, onu model alan bir yapı kurma hazırlığındayız. Ama bu kadro krizi beni düşündürmeye başladı. Belediye başkanı iyi bir adamdı ama onun da son yılıydı. Seçim öncesi krizli bir dönemden ge­çiyordu. Sorunlardan bahsedince o da oyunun iptalini kabul etti. Za­ten sonraki sene başkan da kaybedince bizim Belediye Deneme Sah­nesi serüveni sona ermiş oldu.

Yeni gelen belediyeyle kaldığınız yerden devam etme şansı ola­maz mıydı?

İstediler benden ama siyaseten uyuşabileceğimiz kişiler değildiler. Trabzon’da sonraki iki dönemi Refah’ın adayı kazandı. Benden Necip Fazıl oynamamı istediler. Benim ilk yönettiğim oyun söylediğim gibi Tohum’du ama artık aradan yıllar geçmiş, benim düşüncelerim değiş­mişti. Artık Necip Fazıl yapmam imkânsızdı. Bu andan itibaren Trab­zon Sanat Tiyatrosu’nu kurma fikri aklıma düşmüştü artık.

Ankara Sanat Tiyatrosu’nu model alan bir yapı mı vardı aklınız­da?

Elbette. Hem siyasi duruş olarak, hem yapılanma olarak… Kendimi o seviyede görüyordum. Oradaki birikimden fazlasıyla yararlanmıştım. Belediye Deneme Sahnesi’ndeki arkadaşlarıma da söyledim. 91 ile 93 yılları arasında pek bir şey yapamadık. Aslında istekli olanlar beni sık sık sıkıştırıyorlardı. Arada sırada oturup gelecek projeleri falan da yapıyorduk ama bir türlü olmadı. O sırada bana bir haber geldi: Sahildeki barlardan birisinde gitar çalan bir Gürcü varmış, bu adam aslında Gürcistan’ın en önemli yönetmenlerindenmiş ve burada bir tiyatro kurmak istiyormuş. Benim de o dönemde tanıdığım tek Gürcü yönetmen Robert Sturua. “Acaba o mu?” diye kendi kendime sordum. Hemen adamla iletişime geçtim ve bir yerde buluşmaya karar verdik. Bu arada adamın Sturua olmadığı ortaya çıktı, adı Varlam Nikolad­ze idi. Buluştuk kendisiyle. Biraz İngilizce, biraz Türkçe konuşmaya başladık. Dil konusunda müthiş yetenekli bir adamdı ve Türkçeyi de sökmüştü. İkimiz oturup beş altı saat boyunca bira içip muhabbet ettik. Ben bunu biraz Moskova Sanat Tiyatrosu’nun kuruluş serüve­nine benzetiyorum. Derler ki Dançenko ile Stanislavski 18 saat ko­nuştuktan sonra grubu kurmuşlar. Aradaki fark onlar çay içmişler, biz bira içtik. (Gülüşmeler) Daha sonra Varlam bunu biraz abartarak şöyle anlatmıştı: “Biz Necati’yle Trabzon Sanat Tiyatrosu’nu (TST) kurarken bir oturuşta üç büyük rakı bitirmiştik.” O görüşmenin ardın­dan bir gazete ilanı verdim; otuz kırk kişi başvurdu tiyatroda görev almak için. Kabul ettiklerimize başlangıçta teorik dersler verdik. Var­lam Stanislavski, ben de tiyatro tarihi dersleri veriyordum. İlk kadro 14 kişiden oluşuyordu. İlk oyunumuzu Varlam belirlemişti, bir Gür­cü oyunuydu. Bir yandan da onun çevirisini yapıyordu. O uzun sü­ren ilk konuşmamızda repertuar anlayışımızı şu şekilde belirlemiştik: Türkiye’de oynanmamış oyunları ve farklı yazarları tercih edecektik. Tabii seçtiğimiz oyunların politik bir duruşa da sahip olmasını bek­liyorduk, muhalif bir tavır sergilememiz gerektiğini düşünüyorduk. Oyunun adı Darispan’ın Çilesi idi. Bir Gürcü klasiği; tabir yerindeyse Gürcülerin Keşanlı Ali’si. Rus Çarları’ndan birisinin yaptığı toprak re­formu sonrasında tüm servetini kaybeden bir prensin hayatını anlatı­yordu. Bu prens tek kurtuluş yolunu evlilik çağına gelmiş dört kızını evlendirmek ve onların taliplerinden başlık parası almakta bulmuş­tur. Köy köy dolaşarak kızlarına koca arar. Traji-komik bir oyundu ve açılışımızı bu oyunla yaptık. Varlam yönetti, ben Darispan’ı oy­nadım. 1994’te yaptığımız prömiyere Batum’dan otuz kişilik bir he­yet izleyici olarak katıldı. Aralarında yazarlar ve tiyatrocular da var­dı. Salon tıklım tıklımdı. Salonun arkasına oturan bir kısım Gürcü seyirci, oyun bitiminde o denli büyük gürültü yaptılar ki ben oyunu berbat bulduklarını zannettim. Ama sonradan anladım ki tam tersine bu beğendiklerini göstermenin bir yoluymuş. Sonuçta Türkiye’de ilk kez bir Gürcü oyunu oynanıyordu ve bu onların önemsediği bir şey­di. Buradaki gösterimler tamamlanınca biz Gürcistan’a bir turne yap­tık, orada beni Marlon Brando gibi karşıladılar. Televizyona röportaj verdim. Gazetelerden birisi orta sayfasını bize ayırdı. Başlık şöyley­di: “Türkiye’nin ilk Darispan’ı Tiflis’te.” Orada şunu gördüm ki sistem sanatçıya, tiyatrocuya büyük bir saygı aşılamış. Bunu hem hissettim, hem de başka oyunlarda gözlemleme olanağı buldum. Ardından İs­tanbul Belediyesi’nin Gençlik Günleri’ne katıldık. Genco Erkal, Cü­neyt Türel, Beklan ve Ayla Algan bizi izlemeye geldiler. Ardından Ne­jat Uygur Tiyatrosu’nda ek gösterimler yaptık. Trabzonlu önemli iş adamları toplu bilet alarak destek verdiler ama Nejat Uygur’un oyun­larına alışkın olan ve farklı bir beklenti içerisinde olan seyirciler çok ciddi katılım göstermediler. Bu turnenin ardından sezonu kapattık. İkinci oyunumuz Milyoner Napoli (1995) idi. Bu Türkiye’de yine ilk kez oynanan bir oyundu. Oyun bir İtalyan oyunuydu ama biz Rusça’dan Türkçeye çevirdik. Varlam yönetti. Bu oyunla Kültür Bakanlığı’ndan destek almaya başladık. Ben KESK üyesiyim, KESK o dönemde üç oyunumuzu doldururdu. Son oyunumuza ise kırk kişiyi zor getirdi­ler. Neyse bu konuya çok fazla girmeyelim, kötü şeyler söylemek iste­miyorum. Üçüncü oyun, bu kez benim yönettiğim Oktay Arayıcı’nın Nafile Dünya’sı (1995) idi. O yıl iki oyun yapmış olduk. İki oyun da beğenildi ama Napoli biraz uzun bulunuyordu. Varlam bu konuda ta­viz vermedi ve oyun yaklaşık üç saat sürdü. Nafile ise bir Hacıyatmaz etkisi yarattı, seyirciyi kırdı geçirdi. Komiser Ramazan’ı Karadeniz şi­vesiyle konuşturduk, oyuncu da çok yetenekliydi. Ancak kadro soru­nu nedeniyle bir sonraki seneye taşıyamadık. Üçüncü sezonda yine bir ilki gerçekleştirdik ve Aytmatov’un Deniz Kıyısında Koşan Alakö­pek adlı uzun öyküsünü oyunlaştırdık. Öyküyü Varlam da biliyordu ve benden oyunlaştırmamı istedi. Oyunlaştırılmaya çok müsait bir eserdi. Sonuçta ortaya Denizde Alaköpek (1996) çıktı. Dört ana ka­rakter üzerine kuruluydu: Dede, Baba, Oğul ve Yeğen. Bu dörtlü Ok­yanusta fok avına çıkarlar. Av dönüşü fırtınaya tutulurlar ve kaybo­lurlar. Sahnenin ortasına bir kayık getirip astık ve dört kişi o kayığın içerisinde duruyordu. Ben, Dede’yi oynuyordum. Bir buçuk saat bo­yunca sahnede kalıyorduk. Bir süre sonra susuzluk başlıyordu. So­nunda diğerlerinin suyuna ortak olmamak için Dede kendini denize atıyordu. Ama bu eylemi yapmadan önce Baba ve Yeğen’e de aynısını yapmalarını salık veriyordu. Niyet en genç olanın ne olursa olsun yaşamasını sağlamaktı. Diğerleri de onun önerisine uyuyorlardı. Böyle­ce çocuk gerçekten hayatta kalmayı başarıyordu. Bu oyunun ilk gös­terimini AST’ın sahnesinde Ankara’da yaptık. Toplam dört gösterim yaptık ve bizden sahne kirası alınmadı. Bakanlık desteğiyle çıkan bir oyundu. Varlam bu oyunları sergiledikten sonra Devlet Tiyatrosu ta­rafından kapıldı. Antalya’da bir oyun çıkarması istendi.

Hala Devlet Tiyatroları’nda mı?

Hayır. O yıldan sonra akademik dünyaya dâhil oldu. Önce Do­kuz Eylül’de ve Bilkent’te uzun yıllar çalıştı. Şimdi de Maltepe Üniversitesi’nde çalışmaya devam ediyor. Onun ayrılığı ile benim üze­rimdeki yük çok arttı. O zaten daha çok sanat yönetimi ile uğraşı­yordu, tiyatronun tüm yükü benim omuzlarımdaydı. Ancak onun ayrılması sonrasında sanatsal yönetimle de tümüyle ben ilgilenmek durumunda kaldım.

Varlam Nikoladza oyunculuk eğitimi konusunda da sorumluluk alıyor muydu?

Varlam çok iyi bir teorisyendir. Her yıl topluluğa yeni katılanlara ku­ramsal bir eğitim verirdik. Ayrıca oyun seçilip çalışmalar başladığında masa başını çok iyi kullanırdı. Tüm oyuncuların katılımıyla gerçekleş­tirilen bu çalışmalar da bir tür eğitimdi. Karakterler üzerinde saatlerce konuşurdu, hatta yeri gelince oynayarak anlatırdı.

Sadece mizansen vermekle yetinmeyen, oyunculuk rejisine de önem veren bir tarzı vardı anladığımız kadarıyla.

Kesinlikle. Karakterleri en ince ayrıntısına kadar analiz ederdi. Bu ça­lışmalar on gün kadar sürerdi. Ondan sonra sahne çalışmasına geçi­lince mizansenleri vermeye başlardı. Ancak mizansenler konusunda çok ayrıntıcı davranmazdı. Bizim aramızda anlaşamadığımız bir konuydu bu. O bazı ayrıntıları oyuncuya bırakırdı. Ben ise bu konuda daha ayrıntıcı bir yaklaşıma sahibim.

Gürcistan’da iyi oyuncularla çalışmış olmasından kaynaklanıyor herhalde.

Evet. O Gürcistan’da profesyonel oyuncularla çalışıyordu. Ama bizim topluluğumuzda ilk defa sahneye çıkan oyuncular oluyordu. Onla­ra sahnede hareket etmeyi, konuşmayı daha açık biçimde göstermek gerekiyor. Varlam’ın hikâyesi ilginçtir. Kendisi yıllarca değişik dev­let tiyatrolarında rejisörlük yapmıştı. Sonra Gürcistan’ın ilk özel ti­yatrosunu kurdu: ECHO. O dönemde yaşanan siyasi tartışmalarda Gamsakhurdia’nın yanında yer aldı ve Rusya’nın desteğini alan Sha­vardnadze başa geçince politik sürgün durumuna düşerek Türkiye’ye kaçmak zorunda kaldı. Sonrasında bu politik sürgünlük durumu sona erdi ve şimdi istese ülkesine dönebilir. Ama kendisi burada yaşamayı seçti ve artık Gürcistan’a dönmek istemiyor. Varlam birlikte çalıştığı­mız dört yıl içerisinde çeşitli oyunları Türkçeye kazandırmıştı. 24 saa­tin 20 saatinde çalışan, çok çeşitli yetenekleri olan birisi: Şiir yazıyor, beste yapıyor. Eğitimi çok iyidir. Bizim için onunla çalışmak gerçek bir şanstı.

Onun ayrılışıyla sanatsal anlamda tüm yükün sizin omuzlarınıza kaldığını söylemiştiniz. Bu durumla başa çıkmak için nasıl bir yol izlediniz?

Sonraki sene sahneye çıkmayıp sadece yönetmeyi tercih ettim ve iki oyun çıkardık: Güner Sümer’in Bozuk Düzen’i ve Kldiaşvili adlı bir Gür­cü yazarın Varlam tarafından Türkçeleştirilen Bela adlı oyunu. Son­raki sene Erman Canatan’ın Batakhane Güzeli’ni oynadık. Bir sonraki sene Erhan Bener’in Bürokratlar’ını, sonra Gorki’nin Sonuncuları’nı ve Mehmet Baydur’un ölümünün ardından 2002’de onun anısına Kutu Kutu’yu oynadık. Bu oyunların tamamı Trabzon’da ilk kez seyirciyle buluşmuştur. 2002’de Nazım’ın 100. doğum yılı sebebiyle Trabzon ka­muoyu benden bir Nazım oyunu istedi. Sivil toplum örgütlerinin çok aktif desteğiyle Trabzon tarihinde düzenlenen en iyi anma gecesi ger­çekleştirildi. O gece 400 kişilik salona 1000 kişi geldi, salona sığıla­madı. Her yönüyle Nazım’ı ele aldık. Şiirler okuduk. Gecenin sonunda ben bir duyuru yaptım ve ertesi gün Ferhad ile Şirin’in provasına baş­layacağımızı duyurdum. Alkışlarla karşılandı bu duyuru. Oyunu iki aylık bir çalışmanın sonunda çıkardık. O sırada salon sadece TST’ye aitti ve beş gün çalışıyorduk. Ben Ferhad’ın babası Behzat’ı oynadım. Salonu deneysel biçimde kullandık ama yorum klasiğe yakındı. Ravi Shankar’ın müziklerinden yararlandık. Oyundan çıkan bazı seyirciler bize, “Yıllar sonra gerçek aşkın ne olduğunu bize hatırlattınız,” dedi­ler. O oyunu bir sonraki sezona da taşıdık. Artık oyunlarımızı bir se­zonda tamamlamıyoruz, repertuarda tutuyoruz. Ferhad ile Şirin sahne tasarımı nedeniyle çok fazla turne yapamadı. Diğer oyunlarımızı ise turneye götürüyoruz. Ertesi yıl yine bir Gürcü klasiği sergiledik: Şalva Dadiani’nin yazdığı Dünküler. Varlam oyunun genel çatısını çıkarırken gelip bize yardımcı oldu. O dönemde uygun bir zamanı oldu ve bir haf­talığına Trabzon’a geldi. Birlikte çalışma fırsatı bulduk.

Varlam Nikoladze topluluğun kurucusu olarak hiçbir zaman tama­men ilişkilerini koparmadı anladığımız kadarıyla.

Tabii ki. Benim hissettiğim sadece teorik dersler vermek onu tatmin etmiyor. Başka bir özel tiyatro daha kurdu. Okullarda ve özel tiyat­rosunda senede dört ya da beş oyun çıkaran bir adam. İnanılmaz bir enerjisi vardır. O dönemde de bir haftalık bir çalışmamız oldu, sonra ben tamamladım oyunu. 2003’te Yer Demir Gök Bakır çıktı. Onda da hem oynadım, hem yönettim. Bana göre yaptığım en iyi oyunlardan bi­risiydi. Bu arada 2002 yılından itibaren Trabzon’da başlayan ulusla­rarası festivale de düzenli olarak katılıyoruz. Gerçi her ülkeden sadece bir grup katıldığı ve Türkiye’yi Trabzon Devlet Tiyatrosu ev sahibi ola­rak temsil ettiği için biz resmi program dışında sergileme yapıyoruz. Ama ayarlamalar ona göre yapılıyor ve yabancı konukların da izlemesi sağlanıyor. Sadece geçen yıl programda bir sorun çıktı ve Bedreddin’i bu şekilde organize edemedik. Bu tamamen eski müdürün kompleks­lerinden kaynaklanan bir durumdu. Bu sene kendisi görevini bırak­mak zorunda kaldı.

Uluslararası festivali nasıl değerlendiriyorsun? Çevre ülkelerle olan sanatsal ilişkilere bir katkı sağlıyor mu?

Bence evet. En azından ben birçok insanla tanıştım ve beni ülkeleri­ne davet ettiler. Benzer şekilde Trabzon Devlet Tiyatrosu da turneler yaptı.

Festival sadece bölge ülkeleri ile mi sınırlı?

Başlangıçta Karadeniz ülkelerini kapsayan bir organizasyondu. Ama ar­tık İtalya’dan Çin’e kadar geniş bir bölgeden katılımcılar var. Nitelik ola­rak belli bir çıtanın üstüne çıkıldığını düşünüyorum. Moskova Sanat Ti­yatrosu geldi Türkiye’ye bu festival sayesinde. Gürcülerin, Ermenilerin, İran’ın en iyi tiyatrolarını izleme şansı buluyoruz. Ben de katıldığım fes­tivallerde izlediğim oyunlardan beğendiklerimi festival komitesine öne­riyorum. Onlar da bizim oyunlarımızı izliyorlar ve farklı bakış açılarıy­la değerlendiriyorlar. Yer Demir Gök Bakır’a yönelik tepkiler gayet iyiydi söz gelimi. Oyundan sonra iki Gürcü yönetmenle tanıştım. O dönemde Doğu Konferansı grubuyla birlikte Erivan’a gitme şansım olmuştu. Dö­nüşte Tiflis üzerinden geldim ve onlara uğradım. Omsk Devlet Tiyatro­su direktörü bir bayanla tanışma fırsatım oldu. Sibirya yakınlarında bir kentte görevliymiş. Benden hemen bir oyun sipariş etti ama Türk bir yazara ait olması gerekiyordu. Sistemleri şu şekilde işliyor: O kente gi­diyorsun ve oyunu konuk yönetmen olarak hazırlıyorsun. Bir müddet sonra gerçekten bana davet geldi, gittim. Yer Demir Gök Bakır’ı Varlam’a Rusçaya çevirttim. Başka bir iki oyunu daha yanıma aldım. Ferhad ile Şirin’i beğendi. Nazım’ı tanıyor olması da rol oynamış olabilir. Bana bu oyunu yönetmek için beni davet edeceklerini söyledi. Ben de Trabzon’a gidince bu topluluğun iletişim bilgilerini festival komitesine verdim. Geldiler. Konusu Trabzon’da geçen, Rus bir yazara ait bir oyunla ka­tıldılar. Oyun güzeldi. Oyuncular çok iyiydi. Şimdi üç yıldır benim pro­jem bakanlıkta bekliyormuş. Eğer izin çıkarsa oraya gideceğim. Tabii bu gerçekleşirse Rus Federasyonu tarafından oyun yönetmek için davet edilen ilk Türk yönetmen olacağım. Eğer gerçekleşirse benim açımdan çok önemli bir proje olur. Yine bu festivalde yaşadığım tanışıklıklar sa­yesinde, davet üzerine Ermenistan’daki Hayfest tiyatro festivaline katıl­ma şansı yakaladım. Gerçi oraya oyun götüremedik ama bireysel olarak gözlem yapma şansı yakaladım. Yani kısacası festivalin ilişkiler açısın­dan geliştirici bir etkisi olduğunu söyleyebilirim.

Peki, seyirci ilgisi açısından nasıl değerlendiriyorsunuz festivali? Yeterli ilgi var mı sizce?

Trabzon pek çok Anadolu şehrine oranla tiyatroya ilginin yüksek ol­duğu bir şehir ama ben festivalin yeterli ilgiyi gördüğünü düşünmü­yorum. Festival organizasyonu da son yıllarda biraz rehavete kapıldı, bu konuda yeterli çalışmayı göstermiyor diye düşünüyorum. Mesela oyunlar biletsiz oynanıyor ve ilk gösterim fena olmuyor. Ama ikinci bir gösterim yapmak istesen salon dolmuyor. Adamlar taa Sibirya’dan gelmişler, tek oyun oynayıp dönüyorlar. Bana göre en az iki oyun oy­nayabilmeleri lazım ve seyircinin de ilgi göstermesi lazım.

Tekrar kronolojik akışa dönersek, Yer Demir Gök Bakır sonrası nasıl gelişti?

Sonra Brecht var: Bay Puntilla ve Uşağı Matti. Puntilla’yı ben oynadım. Ertesi yıl Yılmaz Onay’dan Karagöz’ün Muamması’nı yaptım ve o oyun­la ilk yurtdışı turnemizi gerçekleştirdik. Gürcistan’a Batum’a gittik. Bir üniversitenin tiyatro salonunda oynadık, salon tıklım tıklımdı. Ve sonra Bağdasar Ahbar geliyor. Osmanlı Ermenisi Hagop Baronyan’ın yazdığı ve yine Ermenistan’dan konuk ettiğimiz bir yönetmenin, Hrant Hagopyan’ın yönettiği oyunumuz.

Trabzon Sanat Tiyatrosu’nun kuruluşuna da baktığımızda bir Gürcü yönetmenle bir Türk yönetmenin ortak projesi olarak başlıyor. Gür­cü oyunları Türkçeye çevriliyor ve Türkiye’de ilk kez sergileniyor. Ardından Ermenice bir oyun Türkçeye çevriliyor ve bir Ermenis­tanlı yönetmen tarafından yönetiliyor. Dolayısıyla kültürel çoğulcu bir perspektif söz konusu. Ek olarak yazdığınız kitapta, “Trabzon’da tiyatronun tarihi Ermeni tiyatrocular olmadan incelenemez” diyor­sunuz. Bu sizin kişisel bir tavrınız mıydı, yoksa topluluk içerisinde hâkim bir anlayış mıydı? Trabzon şehrinde bu tavır nasıl karşılandı? Ayrıca başka bir konuşmamızda öldürülmeden önce Hrant Dink’in de Bağdasar Kardeş projesiyle yakından ilgilendiğinden söz etmiş­tin. Tam da oyunun sergilenmeye başladığı dönemde o talihsiz olay gerçekleşti. Gerçi TST’nin bu oyunu oynuyor olması Trabzon şeh­rinin onurunu kurtaran bir olguya da dönüştü ister istemez. Tüm bunları bir arada düşündüğünüzde neler söyleyebilirsiniz?

Bu durumun benim politik kimliğimle, dünyaya bakışımla yakın bir il­gisi olduğunu yadsıyamayız. Varlam’la başlayan serüvenimizde de ilk oyunlarımızın yönetmenliğini o yapıyordu ama repertuarı ben de onay­lamıştım. Bugüne kadar oynadığımız tüm oyunlar için geçerli bu. Re­pertuarı oluştururken özenli bir seçim yaptık. Bunlardan yedi tanesi Türkiye’de ilk kez oynanıyordu. Farklı kültürler, orijin kültürler ve özel­likle de Doğu kültürü bana çok çekici geliyor. Doğu’nun kültürel an­lamda Batı’dan daha zengin olduğunu düşünüyorum. Zaten Batı’da da bu kabul ediliyor ve Doğu’ya ilgi epeydir yüksek. Cemil Meriç’in dediği gibi “Işık Doğu’dan gelir.” Ben İran tiyatrosu ile de yakından ilgileniyo­rum. 2007 yılında, Hrant’ın öldürülmesinden hemen önce bir arkada­şımla beraber İran’a gittim ve orada bir hafta kaldım. Birkaç oyun iz­leme şansım oldu. Dönüşte İstanbul’a geldik. 15 Ocak tarihinde Agos Gazetesi’ne uğradık. Bu arada Bağdasar Kardeş oynanmaktaydı. Hrant o oyunu İstanbul’a getirmeyi çok istiyordu, kendisi organizasyonuyla da ilgilenecekti. Agos’ta sohbet ettik, yemek yedik, çay içtik. Akşam gider­ken bizi çıkış kapısına kadar geçirdi. 19 Ocak’ta da vurulduğunu öğren­dik. Hrant insan olarak çok değer verdiğim, yakından tanımakla gurur duyduğum bir arkadaşımdı. Tabii ki olay beni derinden yaraladı. Söyle­diğiniz gibi böylece Bağdasar farklı bir anlam kazanmış oluyordu.

Oyun öncesinde nasıl gündeme gelmişti? Ya da şöyle soralım, ne­den Bağdasar? Sizce oyunun önemi hangi özelliğinden kaynak­lanıyordu?

Baronyan Tanzimat dönemi Osmanlısı’nın önemli aydınlarından bi­risiydi. Yanlış hatırlamıyorsam 1891 yılında hayata gözlerini yumdu. Oyunlar yazıyor, tiyatro dergisi çıkarıyordu. Bağdasar yazıldığı dö­nemde ilk olarak İzmir’de Mardiros Mınakyan rejisiyle sergilenmiş. Yine aynı dönemde Davit Tryants –sizin yayınladığınız Şarasan’ın ki­tabında adı geçen bir kişidir– Bakü’de yönetmiş. Sonrasında daha çok okullarda ya da derneklerde oynanmış olduğunu öğrendim. Tabii oyun hep Ermenice oynanmış, Türkçeye daha önce hiç çevrilmemiş. Bunu ilk defa TST’nin oynaması için arkadaşım opera sanatçısı Diran Lokmagözyan Türkçeye çevirdi. Kendisi İstanbullu bir ailenin çocuğudur. On yıl önce müzik konusunda master yapmak için Ermenistan’a git­miş. Eğitim aldığı dönemde evlenmiş ve Ermenistan’a yerleşmeye ka­rar vermiş. İki anadilli diyebileceğimiz bir kişi, hem Ermenice’ye hem de Türkçeye aynı oranda hâkim. Son derece entelektüel ve aydın bir kişi. Şu anda Agos’un Ermenistan sorumluluğunu da o yapıyor bildiğim kadarıyla. Kendisiyle Doğu Konferansı grubuyla birlikte Ermenistan’a yaptığımız ziyaret sırasında tanışmıştık. Hatırlarsanız aralarında Nu­ray Mert, Eşber Yağmurdereli, Can Dündar, Nebil Özgentürk, Nihat Genç, Hrant Dink gibi isimlerinde bulunduğu bir grup Ermenistan zi­yareti yapmıştı. Diran’la da o gezi esnasında tanışmıştık. Orada daha önce Trabzon Festivali’nden tanıştığım başka tiyatrocu arkadaşlarla da görüşme fırsatım oldu. Ben bir süredir bir Ermenice oyunu reper­tuara almayı düşünüyordum. Onlarla “hangi oyun olsun” diye sohbet ederken, bana Bağdasar Ahbar’ı önerdiler. Diran’a sordum, “nasıl bir oyun” diye. “Hoş bir komedi” dedi. “Toplumsal bir niteliği var mı?” de­dim. ‘Var,” dedi, “hukuk sistemini yerden yere vuruyor.” Ben de ona sarıldım ve “Diran bunu çevireceksin bana.” dedim. Altı ay sonra Di­ran metni çevirip e-mail yoluyla bana gönderdi. Güçlü bir Molière etki­si söz konusu, uzun ve edebi tiradlar var. Ben bunu oynanabilir hale getirmek için bir dramaturji çalışması yaptım, belli kısaltmalar yap­tım. Diran’a “kısa süre sonra Hayfest için geleceğim, seninle bir reji­sör ayarlayacağız” dedim. Dönerken o yönetmenle Trabzon’a gelmeyi ve Bağdasar’ı gerçekleştirmeyi planlıyordum. Ben Ermenistan’a git­meden önce Diran’dan haber geldi: “Sana bir yönetmen buldum, üs­telik bu yılki Altın Kayısı’da belgesel film alanında ödül kazanan biri­si.” Hrant Hagopyan’ın asıl eğitimi tiyatro üzerineydi. Karısıyla birlikte Dilican diye bir şehirde uzun yıllar tiyatro faaliyeti sürdürmüşler. Ka­rısı şu anda üniversitede öğretim görevlisidir. Kendisi de son on yıldır ağırlıklı olarak belgesel sinema alanında çalışmaya başlamış durum­da. Ermenistan’a gittim, ertesi günü Hrant’ın evinde kendisiyle buluş­tuk. Bir masa donatılmış, akla gelebilecek her şey var. Votka şişeleri gelip gidiyor. Arapkir diye bir votkaları var dünyaca ünlü. Biliyorsunuz Arapkir Anadolu’da bir yer adı, Malatya’nın ilçelerinden birisi. Karısı­nın ailesi Kars’tan göç etmiş ve masada tanıdık yemekler var. Ermeniler tam bir Doğu toplumu, misafirperverlik konusunda hiçbir sorun yok. 7–8 gün boyunca orada kaldım ve Hrant ile buluştuk. Oyunla il­gili birçok tartışma yapma şansımız oldu. Sonra biz onunla karısının hazırladığı azığı ve Arapkir votkalarını alıp yola düştük. Aslında dil ko­nusunda bir problemimiz vardı, Diran yanımızda yokken tek kelime anlaşamıyorduk. Ama diğer yandan ortak dilimiz vardı: tiyatronun ev­rensel dili. O dil yardımıyla anlaşarak ve yiyip içerek saatlerce yolcu­luk yaptık. Birbirimizin söylediklerinden tek kelime anlamıyoruz ama votkaları da içince başladık oyun üzerine tartışmaya. Ben karakterle­rin adını söylüyorum, o başlıyor bir şeyler anlatmaya, bir yandan da beden dilini kullanarak göstermeye. O Ermenice, Rusça ve biraz Fran­sızca biliyor. Ben Türkçe, biraz İngilizce ve bir kaç kelime Ermenice biliyorum. Yani ortak hiçbir dil yok ama 24 saat süren o yolculuk bo­yunca birbirimize pek çok şey anlattık. Ermenistan’a döndükten sonra gazetecilerin ona sorduğu ilk şey de bu olmuş: “Nasıl anlaştınız?”

Peki oyun çalışmalarını nasıl yürüttünüz? Provalarda anlaşmak sorun olmadı mı? O oyun metnini sizin son halini verdiğiniz Türkçe metin üzerinden mi, yoksa Ermenice orijinalinden mi takip ediyordu?

Ben Trabzon’a gidince Sergei adında Rusça bilen Moldovyalı bir üni­versite öğrencisi buldum. O aramızdaki iletişimi sağladı. Sözünü et­tiğin metinlerle ilgili sorunu da önceden Diran’ın yardımıyla çözmüş­tük zaten. Onun aracılığıyla iki metin arasındaki uyumu sağlamıştık. Onun elindeki Ermenice metin ile bendeki Türkçe metin tamamıyla ortaktı. Hazırlık yaklaşık bir buçuk ay sürdü ve bu süre boyunca ter­cüman aracılığıyla rahatça iletişim kurduk.

Yani Türkiye’de ilk kez gerçekleşen bu olay bu şartlar altında ger­çekleşmiş oldu.

Evet, tam dediğin gibi. Biliyorsunuz biz ilklerin tiyatrosuyuz. (Gülüşmeler)

Bildiğimiz kadarıyla bu oyunun Ermenistan’a turne yapması söz konusuydu, ama teknik bazı sorunlar nedeniyle gerçekleştirile­medi. Eğer gerçekleştirilirse bu Türkiye’den bir tiyatro topluluğu­nun ilk Ermenistan ziyareti olacak sanırım.

Evet, biz bu turneye çok önem veriyorduk ama ertelemek durumunda kaldık. Oynayacağımız salonla ilgili bir altyapı sorunu ortaya çıktığı için bu ziyareti şimdilik erteledik.

Hrant Hagopyan’ın Trabzon’da profesyonel anlamda faaliyet gös­termesiyle ilgili bürokratik sorunlar yaşandı mı?

Hrant ilk gece bende kaldı, sonra oteline yerleştirdim onu. Ardından Trabzon Emniyet Müdürlüğü’ne gittik beraber. Emniyet Müdürü Re­şat Altay ile tanıştırdım. Kendisi çok samimi karşıladı bizi, iki ülke için olumlu bir gelişme olarak gördüğünü söyledi. Bu arada yanımız­da bir gazeteci arkadaşımız da vardı, o “ Sayın müdürüm, inşallah bu arkadaşa karşı kötü bir davranış sergilenmez, Ermeni oyunu oyna­nıyor diye bir sorun çıkmaz,” dedi. O da “Sanmıyorum. Ama elbette Trabzon’da da, başka yerlerde de hiç hesapta olmayan şeyler de ola­biliyor,” dedi. Ben de bunun üzerine, “Müdürüm, biz de buraya onun için geldik. Biz bu oyunu yapacağız, sizden de bu arkadaşımızı koru­manızı istiyorum,” dedim. Oyunu sordu, kısaca anlattım. Oyunun içe­riğiyle ilgili bir sorun yaşamayacağımızı söyledim. O da, “Biz de gelip izleriz. Merak etmeyin, sizin tiyatronun karşısında Rus Konsolosluğu var. Bizim orada zaten kulübemiz var. Hiçbir şey olmaz,” dedi. Birkaç gün sonra bir basın toplantısı yapıp bu girişimden insanların haber­dar olmasını da sağladık. Tek bir negatif tepkiyle karşılaşmadık. Aksi­ne herkes çok olumlu yaklaştı bu olaya. Ben zaten sürekli yanınday­dım. Gündüzleri birlikte dolaşırdık, akşamları da prova vardı zaten.

Peki, bir teklif gelirse siz Ermenistan’da bir oyun çıkarmayı düşü­nür müsünüz?

Var böyle bir proje. Diran’a baskı yapıyorum Ağrı Dağı Efsanesi’ni çe­virsin diye. Tek sorun şu: Orada özel tiyatro yok. Dolayısıyla devlet ti­yatrolarından davet alman gerekiyor. Özellikle Diran’ın karısının bağ­lantılarıyla bir küçük tiyatro ile iletişime geçtim. Kadronun kaç kişi olduğunu sordular. 15–16 kişi yeterli olacaktır diye düşünüyorum, bu fikrimi belirttim. Ama bu sayı onlara biraz fazla gelmiş. Ben de okul­lardan, öğrencilerden destek alınabileceğini söyledim. Ama önce metni çevirmek ve projeyi somutlaştırmak lazım.

Siz bu oyunu seçerken kafanızda hayata geçirmeye çalıştığınız bazı hedefler vardı. Ancak 19 Ocak sonrası bu oyun ister istemez farklı anlamlar taşımaya başladı. Oyunun algılanışı ve seyircilerin verdiği tepkiler üzerine neler söylemek isterdiniz?

Bağdasar’ın prömiyeri 24 Kasım 2006’da gerçekleşti. Birkaç gün son­ra yönetmenimiz Hrant Hagopyan İstanbul’a gitti ve Agos Gazetesi’ni ziyaret etti. Orada çalışanlarla tanışma fırsatı buldu. Oyunun prömi­yeri için Trabzon’a gelen yönetmenin eşi ve çocuğu ile çevirmenimiz Diran ve onun eşi hep birlikte yaptılar bu ziyareti. Bu ziyaretin ardın­dan Erivan’a döndüler. Bütün bunlar gayet güzeldi. Ancak daha son­ra Hrant Dink’in öldürülüşü ve onun katilinin Trabzon’dan olması sa­dece Türkiye’de değil, tüm dünyada gözlerin şehrimize çevrilmesine neden oldu. Ve bir de baktılar ki Trabzon’da başka olaylar da oluyor. Santoro cinayetleri, linç girişimleri vs… Ama bunlara tezat oluştura­cak bir şeyler de oluyor: Osmanlı Ermenisi bir yazarın oyunu oynanı­yor, Ermenistanlı bir Ermeni tarafından yönetiliyor, eski İstanbullu bir Ermeni tarafından Türkçeye çevriliyor. Bu bağlamda bizim oyunumuz dünya basınının da ilgi odağı oldu. Ropörtajlar yapıldı, oyun izlendi. İlginç sorularla karşılaştım elbette, onlara da gerekli politik yanıtları verdim. Bu ilginin bir sonucu olarak oyunu İstanbul’a taşımaya karar verdik. Akatlar Kültür Merkezi’nde iki oyun oynadık. Ancak yeterli se­yirciye ulaştığımızı düşünmüyorum. Salonu Beşiktaş Belediyesi’nden ücretsiz aldık. Trabzon Kültür Dernekleri Federasyonu davetiye sa­tışında aktif destek verdi ama yeterli satışı sağlayamadı. Seyircilerin büyük bölümünü Ermeni cemaatinden olan kişiler oluşturmaktaydı. Gösterinin Agos’ta haber yapılmasının ardından birçok aydın ve yazar da ilgi gösterdi.

Ancak şunu da kabul etmek lazım ki İstanbul’da bu tür organizas­yonlar yapmak çok kolay olmuyor. Bir Anadolu şehrindeki kapsa­yıcılığı burada hayata geçirmek zor. İstanbul kültürel haritası ol­dukça karmaşık bir şehir ve kaybolmamak çok zor.

Bağdasar hala sahnede. Eğer çağırırsanız gelir oynarız. (Gülüşmeler)

Oyunun geleceğine ilişkin perspektif nedir? Gösterimler devam edecek mi?

Oyun iki yıl önce repertuara dâhil oldu. Geçen yıl Mehmet Akan’ın Hikaye-i Mahmud Bedreddin’ini sergiledik. Bu yıl da yine bir Gürcü yazardan, Otia İoselia’dan geçmiş dönemde Varlam’ın çevirdiği İş İşten Geçti’yi sahneye taşıyacağız. Trabzon’a döndüğümde, 26 Ocak’ta oyu­nun prömiyeri yapılacak. Bu oyunu Gürcistan’a turneye götürmeyi çok istiyoruz. Hatta bu konuda Trabzon’daki Gürcü konsolosu da çok istekli, şimdiden Kültür Bakanlığı’na yazılarını yazdı. Bağdasar bu yıl repertuarımızdaydı. Bundan bir buçuk ay kadar önce Ermenistan’dan bir faks aldık. Vanadzor şehrinde oyunumuzu sergilememizi istiyor­lardı. Kadromuzda değişen oyuncular olmuştu. Oyunu yeniden ele almak durumunda kaldık, hazırlıklarımızı tamamladık. Pasaportla­rımızı çıkardık, otobüsü ayarladık. Valizleri bile hazırladık. Basında haberler çıktı, Cumhuriyet Gazetesi birinci sayfadan verdi. Yola çıka­cağımız günden önceki akşam bana bir mesaj geldi: “Oyun ertelendi, faksı aldın mı?” Mesajı gönderen Diran. Büyük bir şok yaşadık. Ona telefon açtım. Bana dedi ki “İki gün önce sana faks gönderdiklerini söylüyorlar. Oynayacağınız salonun ışık sistemi çöktü. Erteliyorlar. En yakın zamanda yeniden çağıracaklar sizi.” Ben bu durumu bası­na ve diğer insanlara anlatmakta zorluk çekeceğimi söyledim. Kaldı ki ileri sürülen neden bana bile yeterince inandırıcı gelmemişti. Işık sis­temi çöktüyse bile biz oradayken halledilebilirdi, oyuna daha üç gün vardı. Diran’dan konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi almasını ve beni ha­berdar etmesini rica ettim. En kötü ihtimalle konuyla ilgili resmi bir faks çekmelerini istedim, yoksa burada hiç kimseyi ikna edemeyeceğimi söyledim. Bu arada olayı bir kaç arkadaşımla paylaşayım dedim, nasıl olduysa olay basına yansıdı. Baktım provada bir sürü gazeteci, hepsi “Oyun neden Ermenistan’da oynanmıyor?” diye soruyorlar. Ben de mecburen açıkça her şeyi anlattım. Bazı gazeteler olayı benim açık­lamama sadık kalarak haber yaptılar. Bazı daha şovenist gazeteler ise olaya tepkisel yaklaştılar ve mazereti inandırıcı bulmadıklarını belirt­tiler. Ben Diran vasıtasıyla olayın üzerine gitmeye devam ettim. Olayın altından bir kıskançlık meselesi çıktığını öğrendim. Bizim Vanadzor’a gidecek olmamız, Erivan’dakileri rahatsız etmiş. Ciddi tartışmalar ya­şanmış ve sonunda bu durum ortaya çıkmış. O sırada resmi faks da bana ulaştı. Oradaki açıklama daha önce yapılanla aynıydı: Işık sis­teminde yaşanan sorun. Ama şu da ekleniyordu: “Bu işi mutlaka ger­çekleştireceğiz, asla vazgeçtiğimizi düşünmeyin.” Trabzon gösterimle­rini tamamladıktan sonra “Bağdasar”ı dondurduk, şimdi bekliyoruz. Çağırılırsak değerlendireceğiz. Ayrıca bir İstanbul gösterisi daha orga­nize edilirse onu da değerlendiririz. Arkadaşlarımla da konuştum, on­ların da yaklaşımı olumlu.

Evet belki İATP-G’nin organize ettiği İATG kapsamında, Kültü­rel Çoğulcu Tiyatro Günleri’nde oyununuz sergilenebilir. Bu saye­de ekibin geri kalanıyla da tanışma şansı bulabiliriz. Hatta Varlam Nikoladze de İstanbul’da olduğuna göre onu da çağırma şansımız olabilir ve TST hakkında kapsamlı bir söyleşi düzenleriz.

Elbette. Biliyorsunuz kendisi Maltepe Üniversitesi’nde, dolayısıyla seve seve katılacaktır.

Hatta oyunun çevirmeni Diran Lokmagözyan’ı da davet edebili­riz.

Olabilir. O da zaman zaman buraya annesinin yanına geliyor. Uygun düşerse neden olmasın. Üstelik kendisi de oyunu izlemiş olur. Çünkü o da oyunu izleme fırsatını bulamadı bugüne kadar. Söyleşide de oyu­nun tüm hikâyesini anlatabiliriz. Belgesel bir değeri olduğunu düşünüyorum bu hikâyenin.

Bu keyifli söyleşi için size çok teşekkür ederiz.

Ben de teşekkür ederim.