“Dünyevi Maneviyatla” Tanış Olalım

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Hasip Akgül

“Bu dünyada” maddecilik dedikleri olanaklara, “öteki dünyada”   sonsuz zamanlar boyunca sahip olma önerisine “maneviyatçı bir yaklaşım” diyorlar. Peki bu beklenti çıkarcılığı içinde, olan bitene göz yummacı bir anlayışla yaşamayı “manevi bir yücelme” sayabilir miyiz?

Böyle bir “yücelme” için hep sabır ile öteki dünyanın beklenmesi, bu dünyada her şeyin tevekkülle karşılanması öneriliyor. Seslerden nefes değil nefs, nefslerden duaya benzeyen mırıltılar, mırıltılarla tütsülenmiş bilinçler, bu bilinçle dünyayı görmesi ve istemesi engel olunmuş kitleler isteniyor.

Ancak tarih boyunca gerçekte “sabr” sözcüğünün katlanmak değil “göğüs germek” anlamına geldiği, “tevekkül”ün ise “bütün esbaba sarılıp tüm yollar denendikten sonraya kalan” olduğunu bilenler ve söyleyenler hep olmuş.

 Bir yanda bu doğruyu türkü ezgilerine dönüştürmüş “abdallar” var, öte yanda kibir katedrallerinden bakan kitlelerin efendileri, bütün maddiyatın üstünde otururken vaazlar veren maneviyat konsülleri!

 Böyle dönemlerde maneviyata seslenen oyunlardan ürkmek doğal değil mi? Hatta konu nasıl işlenirse işlensin dönem onu kendine benzetir diye içimizde bir önyargı oluşması bile olağan karşılanmalı.  Öyle ya, artık maneviyat dedikleri şey sömürünün bir örtüsü bir çarşafı değil midir? Maneviyatı geliştirme iddiası ile gelenler içimizde tinsellik, haktan yana olma duygularına karşı her defasında bir başka aldatmaca operasyonun düzenleyicileri değiller mi?

Abdalların, dervişlerin böyle bir öte dünyacı maneviyatla ilgisi olmadığını tabii ki herkes gibi ben de bilirim. Ama yine de duygu ile köreltilmiş tarihsel dönemlerde akla seslenmenin panzehir olduğu gerçeğiyle, akla harekete geçiren oyunları seçmenin önemli olduğunu düşünüyorum. 2.Dünya Savaşı öncesi Almanya’da kitlelerin bir duygu seliyle Führer dinine bağlandığında Brecht’in yabancılaştırma tekniği ile aklı açığa çıkarmaya çalışan oyunlarında olduğu gibi… Eğer temamız “maneviyat”sa, sahte maneviyatçıların peçelerini düşürecek naiflik, akılcılık ve ironi dolu oyunlar yazmak ya da bulmak gerekmez mi?  Akılcı, dünyanın maddesi üzerinde yaptığımızı, yapabileceğimizi, onun öznesi ve nesnesi arasındaki ilişkiyi, gözümüzdeki göz bağını tiyatronun kendine özgü ‘gözbağcılığıyla’ çözen oyunları sahnelemek bugün tiyatrocuların görevi değil midir?

 Bu sıralar ödenekli ödeneksiz bütün tiyatroların üzerine giden açık bir tehdit var. Bu tür oyunları izleyemiyorsak kuşkusuz bundandır! Ancak tiyatro bunun tarihte her dönem yollarını bulmuş yaratıcı bir türdür.  Bu maneviyat konsüllerinden kurtulduktan sonra- ne anlamı varsa -herkesin bu oyunları oynayacak olması tahmin edilebilir bir durumdur.  Ancak… Asıl yaratıcılık bunları şimdi oynamanın yolunu bulmak değil midir?

Anlatıcısı abdal, konusu dervişlik olan bir oyunu izlemeye gidiyorum ve giderken gerçekten korkuyorum. Kafamın içinde vesvese gibi tüm bunları döndürüyorum.

Korkumun özel bir nedeni de var. Yakın bir arkadaşımın yazıp yönettiği bir oyun bu. Eğer gerçekten bilinçli ya da bilinçsizce yukarıdaki kaygılarımı haklı çıkaracak bir oyunsa, ona ne söyleyebilirim? Her şeyi jilet gibi ikiye ayıran bir dönemden geçiyoruz. Ya dostluklarımızı da bölerlerse?

 Semih Çelenk’in yazıp-yönettiği Fırat Tanış’ın sesinden sözünden hayat bulan bir seyirlik oyun izliyoruz: “Gelin Tanış Olalım” İlk on dakikada önyargılarımız sahneye yönelen sert ışıklarda çözülüp uçuşuyor. Fırat Tanış konuşma ile türkü söyleme arasında özgün bir yer yaratıyor. Biz izleyicilere bizi anlatırken seyircilerin arasında boynu bükük olanlarımıza aciz değil yaratıkların en bilinçlisi ve en duygulusu olduğunu; muktedir ve kibirli olanlarımızın ise zengin değil izanı kaybolmuş fakirler olduğunu duyuruyor.  Yalınayak çıktığı sahnede kollarını ve gövdesini sadelikle kullanıyor ama sanki bu devinimlerle o koca sahne doluyor. Yanındaki hayali çömezle konuşması kafasını ve yüzünü kullanmasını kısıtlıyor ama sanırım en büyük illüzyonu da seyirciye hiç bakmamasıyla bu noktada yaratıyor. Semih ve Fırat gönülden akıla giden bir yol arıyorlar.

Dünyanın dönmesindeki sırrın hep bunu ters yüz etmekten olduğunu anlatan deyişler araya giriyor.  Nakaratlarında biz izleyenler ortak olurken duygudan eyleme geçmenin tadını da duyuyoruz.

Oyunda dünya sevgisi, gerçeklik sevgisi hemen göze çarpıyor. Âşık, hayran, gerçekçi, doğal ve en önemlisi akılcı, kibirden uzak, paylaşmacı yanıyla düzenden kopmuş bir oyun bu. Sadelik ve gerçekliğin birçok oyunda şatafatlı kostüm ve dekorla elde edilmeye çalışıldığı günümüz sahnesinde “Gelin Tanış Olalım” sadeliğin, yalınlığın daha samimi ve daha şaşırtıcı olduğunu bir kez daha gösteriyor. Abdallığın dünyadaki bunca suni şeyin arasında, hâlâ yaşamın, insan olanın taşıyıcısı olduğunu, yolda olmanın, yol olmanın, saf ve diri olmanın da yolu olduğunu gösteriyor.

Semih Çelenk’in hem Alevi hem Sünni ozanlardan yararlanması dikkatimi çekiyor. Bunu önemsemediğini, ikisine eşit bir mesafede oluşunu başka bir hakikate, yeryüzünün ve “bu günün şu an şimdi”sinin peşinde dinsel olanın dışında gerçek ve dünyevi bir gönül ile ilgili olması olarak anlıyorum. Seçtiği abdal öyküleriyle deyişlerin incelikle birbirine bağlanması bile başlı başına akla bir vurgu. Derdi bu ozanların din bağlanışları değil de dünya bağlanışlarıyla ilgili! Bunu yakalayınca nasıl seviniyorum.

Sese nefes üfleyen, sesi dile getiren, sese ritim veren, ezgiye dönüştürerek sözü nefse ve sözü eşrefi mahlûkata çıkaran abdallar, ozanlar, âşıklar ve oyuncular bu topraklarda yüzyıllardır var. Belleği canlı tutan ve hatta sözü sazı bellek olan bu aşkın kişiler bir nefesle dünyayı anlatırlar. Ötesinden bir şey beklemeden,  bu dünyayı dünya kadar anlatırlar. Az söz söylediklerinde çok derine inerler. Sözü, bir gümüş gibi dizerlerken, neşeyi, acıyı dinleyiciye izleyiciye ulaştırmayı kendine meslek sayarlar. Gittikleri yerde “Hele bir de bize bizi sen anlat” diye karşılanırlar. Aldıkları iki yumurtaya, bir tas süte, bir çıkın ekmeğe yapmazlar bunu. Onlar yolu yurt eyleyen abdallardır. Başka bir şey yapamadıkları için yaparlar. Bir an bakarlar, soluklanırlar ve dile gelirler.  Her daim dinleyenin yüreğine girerler.  Onlarda kendilerine benzeyen yanları ortaya çıkarırlar. Kendi gölgelerini onların gölgesiyle birleştirirler. “Bizi anlat” diyenlerin hayretle dinledikleri kendi öyküleri onların ağzında destanlaşır da sanki o acizlik duygularını yenerler. Dünyanın onları, onların dünyayı hak ettiklerini düşünürler. Pir Sultanlar, Karacaoğlanlar, Emrahlar, Köroğlular, Dadaloğlular kim bilir kaç abdalın ortak ismidir.

İnsana, tarih, dil, bellek, nefes olup zamansız ve dünyanın her yerine ait olacak kadar mekânsız, kesintisiz, bitimsiz bir kaynaktır abdallar. Ama bütün bunları da amaçlamazlar. Onlar görev için değil gönül için yaşarlar. Abdal olmak yola revan olmaktır. Yolda kurda kuşa, canlıya cansıza hakikati anlatmaktır.

Gizli dilleri, bitmeyen öyküleri, türküleri, masalları geçmişten bugüne uzanan sözleri,  sözcükleri… Bizimle hiç ilgisi olmayan bir sözcüğün, rüzgâr gibi uzaktan gelip şöyle bir dokunan ezginin gözlerimizden yaş getirmesine sevinçle bakıyoruz…  Yalnızca fiziksel olarak değil gönlümüzün de yaşadığına işaret saydığımız için sevinçle bakıyoruz. Gönül ve yaşamın bağ kurması dünyanın değiştirilme ihtiyacına verilecek ilk yanıttır. Günaha ve öte dünyaya indirilmiş her darbe gönülden akla yeni bir bağ kuruyor.

Yalnız oyunun tek kişilik bir gösteri olduğu doğru değil, arkada kara giysileri ve yarım ışık altında gölge gibi oturan dört müzisyen üzerinde durmalıyız…” gölge gibi değil” evet bizzat beyaz libaslı Fırat Tanış abdalının gölgeleri bunlar… Bazen su, rüzgâr, tarihin ayak sesi, bazen muktedirin bas sesi, bazen mazlumun tiz sesi, bazen de yılanın sessizliği yansıtan çıngırağı oluyorlar… Ve çokça da o muhteşem abdal deyişlerindeki gerçek kokusunu ve sesini taşıyorlar. Bağlama, kopuz ve vokalde Cem Erdost İleri, kabak kemane, cura ve vokalde Mehmet Taylan Ünal, kaval ve balabanda Eren Erdoğan ile vurmalılar ve vokalde Sertaç Şanlı oyunu ortaya çıkaran, vurgulayan, oyuncuyla diyalog geliştiren zenginleştirici bir müzik yapıyorlar… Semih’in bir müzisyen olmadığı halde müziği bu kadar başarılı kullanması müziği plastik bir malzemeye dönüştürmüş olması oyunu bir müzikli gösteriden tiyatro olmaya taşıyor.

Bu oyunu bu dönemde maneviyat diye diye maneviyatı tepelenmiş herkesin izlemesini öneriyorum. Anlamak ve hissetmek ne güzel!  Gerçek sanat ve “dünyevi maneviyat”, dünyaya yeniden şaşkınlık ve hayranlıkla bakmamızı sağlayan ne kadar da saflaştırıcı bir şey!

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Hasip Akgül

Yanıtla