Dicle Doğan ile Söyleşi

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Hazal Şahin

Ben kendi olan her şeyi güzel buluyorum. Kendini reddetmenin de kendiliğinden olduğunu biliyorum. Olmamışlıkların, beceriksizliğin, çırpınışların ama bunların içinde direnmeden ya da direnerek deneyen, çabalayan, duran her madde her insan herkes her hayvan güzel bana göre.

                                                                                                                                                     Dicle Doğan

HAZAL ŞAHİN: Öncelikle mesleğini ve şu anda yapmakta olduğun işleri nasıl anlatırsın?

DİCLE DOĞAN: Bağımsız koreograf ve performans sanatçısıyım. Kendi performanslarımı sergilemenin yanı sıra tiyatro toplulukları ve kurumlarında koreograf olarak çalışıyorum. Oyunculukta beden kullanımı, hareket ve farkındalık eğitimleri veriyorum. Ayrıca sosyal sorumluluk projelerine destek amaçlı söyleşiler, seminerler ve atölyeler düzenliyorum. Şu sıralar amatör bir bahçıvanım. Bir yandan da “Gösteri Sanatlarında Kadın” grubumuz ile birlikte düzenli online toplantılar düzenleyerek gösteri sanatlarında maruz kaldığımız sorunlara çözümler üretiyoruz. Son zamanlarda beni en heyecanlandıran ve motive eden çalışmalardan biri diyebilirim. Online atölyeler, söyleşiler düzenliyorum ve süreç böyle ilerliyor.

HŞ: Estetik algısı tanımının sendeki karşılığı nedir?

DD: Estetik algım; Çarpık çurpuk, eğri büğrü, kusurlu, dağınık, sıradan, basit, toplumsal normların kabul etmediği orantısızlık, zaman zaman gürültülü bir şey.

HŞ: Kime, neye güzel dersin?

DD: Ben kendi olan her şeyi güzel buluyorum. Kendini reddetmenin de kendiliğinden olduğunu biliyorum. Olmamışlıkların, beceriksizliğin, çırpınışların ama bunların içinde direnmeden ya da direnerek deneyen, çabalayan, duran her madde her insan herkes her hayvan güzel bana göre.

HŞ: Travmalarımızın beden üzerindeki etkilerini nasıl anlatırsın? Bu konuyla ilgili senin farklı bedenlerle çalışırken fark ettiğin, deneyimlediğin şeyler oluyor mu?

DD: Bu çok derin bir mevzu. Beden kayıt tutar ve çok güçlü bir hafızası vardır. Ama biz hep zihnimizin yönlendirmelerine kulak veririz. Halbuki bedenimizi sağlıklı bir şekilde duymaya başladığımızda ve ihtiyaçlarına yönelik hareket ettiğimizde daha sağlıklı bir zihne de sahip oluruz. Beden kuvvetlendikçe esner, beden esnedikçe zihin de esner. İşte o zaman “kabul” dediğimiz yere yaklaşabiliriz. Dolayısıyla travmalarımızı bedenimizden bağımsız düşünemeyiz. Travma bazen çok ciddi bir kelime gibi düşünülüyor ama aslında çok küçük bir bakış, ufacık bir yargı, istenmeyen bir temas, yanlış bir yönlendirme gibi sayabileceğim yüzlerce olasılık farkında olmadığımız travmalara yol açabilir. Bedeni ile ilişkide olan insanlar bunları fark etmeye başladıklarında bu dipsiz bir kuyudaymış gibi hissedilebilir. Çünkü hafızadakiler yüzeye çıktıkça ve görünür oldukça derinleşmekten çekinebiliriz. Ama beden çalışması bir travma onarıcı alan olmak zorunda değil. Zaten bedenimize gösterdiğimiz farkındalık ile birlikte zihinle koordine olmaya başlarız, işte o zaman sistem bütünlüklü çalışmaya başlar.

HŞ: Çalışmalarda sıkça gördüğümüz beden kapalılığının, duruş bozukluklarının temelinde yatan şey sence nedir?

DD: Bedeni bir makine gibi düşünürsek; arada bir bakımını, yağını, temizliğini, aklımıza ne geliyorsa o makineye yapılması gereken tüm bu bakımı yapmalıyız. Gündelik hayatın içinde sürekli oturan, iki ayak üstünde durmaya çabalayan, bir yerlere yetişmeye çalışan, stres, kaygı içinde bir beden tabii ki bir sürü “yanlış” diye tanımlayabileceğimiz gündelik alışkanlığa sebep oluyor.

Bizi tüm bu yukarıda saydığım şeylerden uzaklaştıracak, gündelik hayatın ritminde uygulayabileceğimiz basit ve kuvvetli bir sürü egzersiz var. Yoganın insanların hayatına bu kadar girmiş olması beni çok mutlu ediyor. Bilinçli bedenler görmeye başladık. Biz insanlar durmayı unutuyoruz. Kendimize durmamız gerektiğini de hatırlatmalıyız. Hiçbir şey yapmamanın ve hiçbir şey olmamanın yaratıcılığını gözden kaçırabiliyoruz.

HŞ: Dans sanatçılarının üzerinde ‘’hep fit olmalı’’, ‘’estetik görünmeli’’, ‘’güzel olmalı’’, ‘’esnek olmalı’’ vb baskıların olduğunu düşünüyor musun? Eğer böyle bir baskı hissediyorsan bununla nasıl baş ediyorsun?

DD: Bazen hissediyorum, bazen hiç orada olmuyorum. Ama tabii ki zihnimin bir yerlerine yerleşmiş, insan üstü bir varlıkmışız gibi “sen dansçısın “ ile başlayan onlarca uyulması gereken kural var. Ama bu baskı sadece dans sanatçılarının üstünde değil, günümüz dünyasında tüm insanların üstünde oluşan bir baskı, dünyanın toplumsal meselesi. Ve herkesin bu tuzaktan uzak durması, bilinçlenmesi ve gerçekten sağlıklı bir beden ve zihin bütünlüğü olduğu sürece nasıl görünüyorum ile ilgilenmemesi gerekiyor. Ben bu baskıyı kendi üzerimden atıp mükemmel bir bedeni göstermeyi reddettiğimden beri benim üzerimde de bu baskının azaldığını hissediyorum. Bu konuda herkesin elini taşın altına koyması gerektiğine inanıyorum. Kusur yok, farklılık var. Tıpkı doğadaki ağaçlar gibi değişim var, dönüşüm var, süreç var, yaratıcılık var..

HŞ: Sen seyahatlerinin büyük bir çoğunluğunu yürüyerek gerçekleştiriyorsun. Sence yürümenin insan üzerindeki etkileri neler? Gerçekten büyük fikirlerin ve aydınlanmaların çoğu yürürken mi gerçekleşiyor

DD: Bu soruyu bana soracak olursan evet derim 🙂 ama aslında oturmak ya da yürümek fark etmiyor. Bir eylemi düzenli yapmaya başladığında o kendini tekrar eden sistemin içinde dönüşümü görmek daha kolay oluyor. Yani şöyle anlatayım; eylem basitleştikçe ve tekrar ettikçe içinde derinleşmek ve detayları, bütünlüğü görmek daha basit oluyor, eylemin içi dolmaya başlıyor, zenginleşiyor, beden ve zihin kendini bıraktıkça ihtimaller çoğalıyor. Ve işte tam da bu noktada yaratım başlıyor.

HŞ: Uzun yürüyüşler, yolcuklar ile ilgili bizim gözümüzde canlanan bazı film sahneleri var. Bunlardan biri yolculuk esnasında bir anda gelen farkındalık anı mesela. Var mıdır senin böyle çok özel bulduğun ve paylaşmakta sakınca görmeyeceğin anların?

DD: O kadar çok ki.. Japonya’da 1200 km‘lik yürüyüşümün sanıyorum 30. günüydü. 30gün boyunca neredeyse kimse ile sohbet etmemiştim ve biraz hayallerle gerçeklerin birbirine girdiği zamanlar olmaya başlamıştı. Kendi kendime mi konuşuyorum biri ile mi konuşuyorum gibi kafa karışıklıkları yaşamaya başlamıştım. İşte o an delirmeye başladığımı düşünüp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Duyduklarım öyle ikna edici, öyle motive edici şeylerdi ki bir yandan kesinlikle bunu bana ilahi bir güç söylüyor diye düşünüyordum. Çünkü duyduklarım bana ait olamayacak bilgelikteydi.. O anın hala bir sanrı mı gerçek mi olduğunu bilmiyorum. Eğer bensem kendimin potansiyelini gördüğüm yüksek frekanslı anlardan biriydi.

HŞ: Cinsiyet üzerinden ayrıştırıcı bir dil kurmak istemiyorum ama eğer erkek olsaydın seyahatlerinde farklılık gösteren şey ne olurdu?

DD: Doğada kadın ve erkek yoktur. Günde 30-40 km yürüyen, hava koşulları ile mücadele eden, bu eylemi tek başına gerçekleştiren kimsenin o koşullarda bedensel gücünü kullanarak bir şeyler yapabileceğine inanmıyorum. Doğa koruyan kollayan bir yer olduğu kadar çok acımasız ve hata kabul etmeyen bir yer. O hatada cinsiyetin pek bir önemi olduğunu sanmıyorum. Yürüyerek seyahat etmek, sürekli zihnin açık olmasını ve anın içinde olmanı gerektiren bir eylem.

HŞ: Birkaç röportajında ‘’pek insan sevmem’’ demişsin. Paylaşmaya ve faydalı olmaya çok yatkın bir duruşun varken insan sevmiyor oluşunu nasıl anlatırsın? Ya da zaman içinde bu görüşün değişti mi?

DD: Eskiden meseleleri dışarıda arayan biriydim. Artık her meselenin özünde kendime dönüp bir soruyorum; Birileri bana içindeki güzelliği ya da kötülüğü açabilecek cesareti gösterdiğinde artık kendime şu soruyu soruyorum; Bu kötülüğü taşıyabileceğimi düşüneceği kadar kötü müyüm, bu güzelliğe şahit olacak kadar güzel miyim? Özetle kişisel alanlarıma sahip çıkmayı, dönüp kendime bir bakmayı ve mesafeleri öğrenmeye başladığımdan beri insan seviyorum. Yürüyerek seyahat beni içimdeki kötü insanla tanıştırdı. Çemberdeki herkes kadar iyi, herkes kadar kötü olabileceğimle yüzleştirdi. Herkesin “SEN” olduğunu anladığımdan beri sorumlu olduğum herkesi seviyorum. Ama hiç basit değil.

HŞ: Senin için yaşamda ‘’incelikli’’ olmamız gerektiğini düşündüğün alanlar nereler?

DD: Kesinlikle ilişkiler. Öyle hassas ve kırılgan, öyle derin bir yer ki orası her yerden incitebilir, incinebilirsin. Kendi alanını nasıl korunaklı tutarsın? Kendini tanıma yolunda keşfettiğin paylaşmak istediğin şeyler var mıdır? Kendini tanımak ve değişime izin vermek çok önemliymiş. Ben buyum diyerek ideolojilerin, etiketlerin, sıfatların peşinden koşmadığım günden beri kesinlikle kendi bireysel alanıma daha fazla sahip çıktığımı görüyorum. Her an her şey olabilmenin özgürlüğü içindeyim.

HŞ: Sürdürülebilir yaşamdan bahsetmek istiyorum. Bildiğim kadarıyla sen böyle bir hayat sürüyorsun. Daha önce duymamış ya da tam anlamamış olanlarımız için sürdürülebilir yaşamı nasıl anlatırsın? Neler yapıyorsun, neler yapmalıyız?

DD: Evimden en az miktarda çöp çıkartmaya çalışıyorum. Dünyaya sadece ayak izimi bırakmaya çalışıyorum. Bu sistemde maalesef ve maalesef ne kadar çabalarsak çabalayalım ideali yakalamamız mümkün değil. Ama elimizden gelenin en iyisini yapabiliriz diye düşüyorum. Sürdürülebilir yaşam ile ilgili çok fazla araştırma yaptım. Geri dönüşüm dediğimiz şeyin kocaman bir yalan olduğunu öğrendiğimden beri atıklarımı sıfıra dönüştürmeye çalışıyorum. Tüketim çılgınlığına son vermek, gıda israfını minimuma indirmek, aldığımız tekstil ürünlerinin karbon ayak izine, su miktarına bakmak, hayvansal gıda tüketmemek, bireysel araçlardan ziyade toplu taşıma araçları kullanmak, kişisel bakım malzemelerinde doğaya zarar vermeyen, plastik kap içermeyen ürünler kullanmak, yerli üretim küçük işletme ürünler almaya özen göstermek gibi sayabileceğim yüzlerce şey var.

HŞ: Son olarak kendini keşfetme yolunda sana yol gösteren, fikirlerini büyük oranda etkileyen ve daha fazla insana ulaşmalı dediğin kitap/film/belgesel önerilerin var mıdır?

DD: Louis Ferdinand Celine, Gecenin Sonuna Yolculuk kitabı,

Alejandro Jodorowsky filmlerini çok severim.

Ashes and Snow sevdiğim bir belgeseldir.

[Bu söyleşi ilk kez KafkaOkur Dergisinde yayınlanmıştır]

Paylaş.

Yanıtla