Tiyatro Ayna’dan Bir Kadirşinaslik Örneği: “Türkan Işık Yolcusu”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Üstün Akmen

Hiç kuşku yok ki Prof. Dr. Türkan Saylan (1935–2009) ülkemizin yetiştirdiği enderlerden biri. Yaptıklarının izlerini ve değerini görmemek olası değil. Çalışmaları o denli duyarlı ve önemli ki, eylemleri kişiliğinin önüne geçti. Kendisini tanımakla övünüyor, her zaman güler yüzle ve alçakgönüllülüğüyle anımsıyor ve sevgiyle anıyorum.

Cumhuriyet Gazetesi Genel Müdürü ve Cumhuriyet Kitapları’nın Genel Yayın Yönetmeni olduğum yıllarda “Cumhuriyet’in Bireyi Olmak” ve “At Kız” adlı iki kitabını yayımladım. Birinci kitap dosyasını okurken, tanıdığım Türkan Saylan’ın dışında cumhuriyetin kendisine yüklediği sorumluluğun bilinci içinde, aklını ve yüreğini kullanabilen; hem çevresinde hem dünyada olan, oluşan olayları kendine özgü duyarlılığı içinde sürekli sorgulayan, yorumlayan bir başka Türkan Saylan’la tanıştım. İkinci kitabı yayına hazırlarken ise her zaman “genç” ve üretken kalmasını becerebilen bir bilimkadınının yaşamından on yedi yıllık bir kesite tanık oldum. Olumsuzluklardan yılmayan, hep çözüm üretebilen, gerçek zenginliğin insanların iç evrenlerinden kaynaklandığının kanıtıydı “At Kız”.

Yeni oyunlar ve ilkleri ile Türk tiyatrosunda gerçekten çok özel bir yeri olan Dilek Türker/Tiyatro Ayna, bir “kadirşinaslık” örneği gösterip, sezonu Ayşe Kulin’in “Türkan, Tek ve Tek” adlı romanından, İpek Kadılar Altıner tarafından oyunlaştırılan “Türkan Işık Yolcusu” ile açtı.

İpek Kadılar Altıner, Ayşe Kulin’in romanına bağlı kalmakla iyi mi yaptı?

Bilmem! “Atom Karınca” Altıner’in işine karışamam! Ölümü öncesinde Ergenekon operasyonu kapsamında evinin aranmasıyla ve eğitim alanındaki çalışmalarıyla ilgili iddialarla da gündeme gelen Türkan Saylan’ı kitabında anlatan, Türkiye’nin çok okunan ve çok sevilen yazarlarından Ayşe Kulin ne yapmıştı? “Türkan-Tek ve Tek Başına” hiç kuşkum yok ki bir biyografi değil, bir anlamda “Ayşe Kulin’in Türkan Saylan’ının anlatımıydı. Sadece kendi mutluluğunun peşinde koşabilecekken, cüzamla (lepra) mücadeleye adanan bir hayatı anlatmıştı Kulin. Herkesin cüzam hastalarından kaçarken Saylan’ın onların çayını içtiğini, “onlara dokunun” dediğini, geçirdiği mutsuz evlilikleri, genelevde yaptığı çalışmaları, Ayşe Yüksel’in öyküsünü anlatmıştı. Türkan Saylan’ın 14 yaşından beri arkadaşı olan Gökşin Hanım’ın 150 sayfalık bir deftere temize çektiği ve kendisine verdiği mektuplardan yararlanmış, böylece Türkan Saylan’ın iç dünyasını keşfetme ve iç sesiyle yazma şansını yakalamıştı. Ama kitabında Türkan Saylan’ın özel yaşamı yoktu.

Oyunu izlerken, İpek Kadılar Altıner keşke Türkan Saylan’ın kendi kaleminden çıkma, yukarıda andığım iki kitabı da şöyle bir harmanlasaymış diye düşündüm. 344 sayfalık bir romandan tiyatro oyunu çıkarmak kolay iş değil elbette, ama Türkan Saylan’ın politikadan özel yaşamımıza; aydınlanma sürecindeki kadından, kadın haklarına, eğitimden gençliğe toplumun pek çok sorununa kafa yoruşunu görmezden gelemezdik ki! Ya da “At Kız”da çiçek açmış anı kırıntılarında gelecek kuşaklara aktarılan paha biçilmez deneyimleri aktarmasak olmazdı ki!

Neyse!

İpek Kadılar Altıner, Türkan Saylan’ın düşüncelerini ilk ağızdan oyun metnine aktarmadığı ya da onun gerçek anılarını oyunda kullanmadığı için eleştirilemez! Nedenine gelince, Ayşe Kulin’in oyun kitapçığında anlattığı gibi, kitabının piyasaya çıktığı ilk gün, Dilek Türker geçmiş yazarın karşısına, oyun haklarını istemiş. Demek ki Dilek Türker böylesini yeğlemiş. Dolayısıyla, benimki tam anlamıyla ham yemişlik!

Oyunu sahneye Hakan Altıner koymuş, koyarken dâhi bestecimiz Fazıl Say’ın bestelerinden yararlanmış, çok da iyi yapmış. Fazıl Say’ın müziği anlatılanlara pek güzel eşlik ediyor. Hakan Altıner, oyunu sahneye koymadan önce, eminim romanda anlatılanların gerçekleştiği koşulları çok iyi araştırmış, bu koşulların niteliğini ve yayılımını iyi bellemiş. Olageleni ya da olmuş bitmiş olanı betimlemeye yarayan yollarda müthiş bir başarı sağlamış. Ayşe Kulin’in anlatılarından mükemmel bir birleşim oluşturmuş. Kısacası, keyifle izlenen, gerçekten dört dörtlük, kusursuz bir reji elde etmiş.

Koreograf İhsan Bengier, Yeşim Alıç’ın kolay eğilip bükülebilen mükemmel vücudunu pek iyi kullanmış, Alıç için yaptığı hareket düzeniyle oyuna ebemkuşağı renkleri katmış. Işık tasarımında, ışık tasarımcıları dünyasının büyük adı Yüksel Aymaz, ne yazıktır ki olamazcasına kötü bir ışık düzeni tasarlamış. Sahnenin sadece bir bölümü (Dilek Türker’in bulunduğu bölüm) dışında kalan tamamını karanlıkta bırakmış. O halde, ayaklı askılardaki yan ışıkları neden kullanmış? O gölgeler ne öyle ayol? Diğer taraftan, dekor-kostüm denildiğinde “büyücü” olarak tanımlanan Osman Şengezer’in kostümleri fevkalade zevkli. Osman Şengezer’in dekor yorumu da öz, biçim ve teknik açıdan özellikler taşıyan güzellikte. Şengezer belli ki, yoğun bir kapsam hesaplaşması sonucu dekoru kotarmış. “Büyücü”, çağdaş sanat akımlarıyla, öznel görüş açısıyla özgün yaratıcı gücünü bu oyunda gene ortaya çıkarmış. Oyunun sonunda bir panoda verdiği kardelenler imajı bana geçmediyse, ola ki benim anlayış limitim o gece biraz yıpranmış.

Genç oyunculardan Yiğit Çelik’i dilime dolayarak fazla “açılmak” niyetinde değilim. Yiğit Çelik için, yöntemli oyunculuğun teatral başarıyı sağlayabileceğine olan inancımı yineleyeceğim. Üstlendiği karakterlere aklının ve duygularının uyumlu beraberliğinde mi can veriyor, bu soruyu kendi kendine birkaç kez sormasını ve sıkılmadan yanıtlamasını salık vereceğim. Oyunculuğun ön plana çıkması için gerekli olan “etkileyici olma” halinin bireysellikle gerçekleşmeyeceğini anımsatacağım. Tiyatro adına yapılan her şeyin, ama her şeyin ayırma, seçme, yöntem aşamasından sonra diyaloglara geldiğini anlatacağım. “Uyumlu ve birbirini mükemmel oyunculuğa özendirici oyuncular sahnede tiyatro yapmış oluyorlar” diyeceğim. Söylediklerimi bir “eleştirmen amca”nın öğüdü olarak not etmesini önereceğim.

Deneyimli oyuncu Gül Akelli görevini yapmakta. Benim gözbebeklerimden Ebru Saçar, vücut ve ses uyumu ilkesini yok saymadığını ve iyi bildiğini bu kez de kanıtlıyor. Oyun içinde can verdiği karakterlere esnekliğe uyum sağlatan bir kişilik kazandırıyor. Fiziğinin, sahneye yakışmasının hakkını veriyor. Türkan Saylan’ın gençliğini oynayan Yeşim Alıç, esnek ve hareketli vücut yapısı, çok iyi ses ve tonlamayla başarıyı yakalıyor. Oyunculuk anlayışı ve yorumlama gücüyle oyun içinde an be an sivriliyor, “eleştirmen amca”nın merceği altına giriyor.

“Her rol, sırası geldiğinde resmedilecek olan karakterin içsel, ruhsal imgesini veren tutkuları üreten aynı türden bireysel malzemelerden oluşmuştur” derler ya Dilek Türker’i Türkan Saylan olarak izlerken aklıma bu tümce geldi. Dilek Türker, üstbilinciyle bir çeşit etkileşim oluşturabilmek amacıyla bir avuç dolusu düşünce almayı ve o düşünceleri bilinçaltı torbasına atmayı bilen, beceren enderlerden. Hiç kuşkum yok ki üstbilincinin besini, yaratıcılığının esas malzemesi, işte o “bir avuç düşünce”de yatıyor. Onun “bir avuç düşünce”si bilgiden, deneyimden, zaman içinde depoladığı malzemelerden geliyor. Türkan Saylan karakteri için yaptığı çalışmanın canlı tutkuların doğmasını ve büyümesini, içinde uyumakta olan esin yeteneğinin dışa vurmasını hedeflediğine eminim. İnanmayan gider, oyunu izler, sonra da isterse bana telefon eder. Ama anlayamadığım, Türkan’ı neden o kadar kırılgan ve gereğinden fazla naif yorumladığı. Sesini neden o denli yumuşattığı. Karakteri neden o kadar teatralleştirdiği. Oysa tanımış Türkan Hoca’yı. O zaman, onun konuşmasını, tonlamasını neden uygulamamış, bende yalan yok, vallahi anlamadım.

Gene de eksiğiyle gediğiyle, başarılı iki genç yeteneğiyle, Dilek Türker’in kırk küsur yıllık deneyimini cömertçe sergilemesini ayakta alkışladım. Ona olan sevgi ötesi “aşkımı”, bu oyunda da yarım bırakmadım.

Evrensel

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Üstün Akmen

Yanıtla