Bu Yazı Hiçbir Şey Üzerine

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Can Merdan Doğan

Doluyum kaç gündür. Bir elimde, cımbız yerine Pamuk Orhan’ın “Saf ve Düşünceli Romancı”sı, diğer elimde, ayna yerine Tomris Uyar’ın “Günlerin Tortusu”. Doğrusu, kronik hastalığım -karşılaştırılamazı karşılaştırma hastalığı- yine baş gösterdi. Semptomlar çeşitli; ülke, kişisel kaygılar, yazamama güdüsü, sanat, boş verme, boş verememe, gerçeklik, iğrenme duygusu -sonra aman kimseyi aşağılama gibi pişmanlıklar- vs.

Aslında güzel bir yaz ayı geçirmiştim. Daha doğrusu güzel bir yaz başlangıcıydı. Söylenemeyecek olanı söyleme arzusu, yeni bir oyun yazarak “başyapıt yaratacağım” iddiaları, erken yatıp erken kalkma planları, sigarayı bırakma -ki bir ay başardım- planları…

Hakikaten, boşu boşuna da desek, bilgisayarınızda; onlarca başladığınız ve hatta biraz da ilerlemiş projeniz de olsa, bitirmek için bir güç bulamıyorsanız da, umut etmek güzel. İç sesim inanmıyor tabii bu yazdığıma, ama facebook cümleleriyle yaşadığımız düşünülürse, “umut’ sözcüğü bile umut verici. Nedir? Biraz ondan biraz bundan, aman bunu da kaçırmayayım, şurada da şu başlamış, bak uzun zamandır bu yazara dönmemişsin, aaa bunu unutmuşsun biraz okul notlarına bak, derken gerçekten “günün tortusu” kalıyor size. Neyi sorunsallaştıracağınızı bilemiyorsunuz ve hakikaten vücudunuzda bir yerler, bitmez bir acıya katlanmanın yollarını arayıp duruyor. -İçinizdeki yaraysa hep sizden öte de, hep dışarılarda, “bir gece yarısı” ev ev geziyor.- Sözcük sözcük oluyorsunuz; yer göğe sığmıyor, göğün yerden haberi olmuyor. Çözümün ya da çözümlerin bahsedilen kişisel buhranların ötesinde -olmasına gerek olmasa da- bir cevaptan ya da cevaplar toplamından ziyade; bir tek -ama zamanında ve mekanında!- sağlam soruda saklı olduğunu biliyorsunuz. Gecenin bu saatleri sahiden tehlikeli! Çünkü insan yalnızlığından zevk alırken, bir tarafı paylaşılmazı paylaş diye dürtüklüyor. Kaldı mı paylaşılmayan?

Neyse, kamusal olana dönelim. Sahi, tiyatro. Yaratabilenler ve sancılarında ölenler sahiciliğine. Cevapları bol, soruları bürokratik zeminlerde, polemiklerde tükenen mecraya.

Önce şu iki kitap: Orhan Pamuk; düşünceli yazarın, az eser verebileceğine; “saf” yazardan ayrılarak; kullandığı biçimin, teknik arka planının, sözcüklerinin farkında olduğunu söylüyor. Schiller’in “Saf ve Duygusal Şiir Üzerine” adlı makalesinden açıyor, Harvard derslerini. Kendimi satır aralarını doldururken buluyorum. Ne doldurma ama. “Acaba ben hangisiyim? Düşünceli mi? Saf mı?” Tabi, düşünceli ve saf yazar örneklerine ve Anna Karenina’nın yazım perspektifinden açılan fevkalade bir örnekle sizi romanın otonomisinde sürüklüyor.

Sonra Tomris Hanım giriyor devreye, seksen sürecinde tutulmuş günlükleriyle; sahici bir açlığın, sahici bir arayışın, bir kalamayışın, “ama yine de…”lerinin ve öykücülüğünün dışında tanıştığınız, yaşama serüvenini okurken buluyorsunuz kendinizi:

“Evet, hala -çağdışı bir tutumla- bir baba arıyoruz. Ama nasıl bir baba? Bizi çöllerden göllere götürecek bir eski zaman yalvacı mı? Bize son bulguları ileten, yepyeni reçeteler sunan bir bilim adamı mı? İnsan acılarına “global” olarak bakabilme çabası yüzünden tek tek insanların tek tek acılarını artık göremeyen bir öğüt verici mi? Kafasının belli çekmecelerinden ezberlenmiş bilgileri çıkarıp anında kullanan bir eylem insanı mı?”

Nasıl bir baba? Önemli bulduğunuz bir konferansta, sorular kısmına geçildiğinde -pekala bir iktisat konferansı olabilir- elinizi kaldırın ve sorun “Nasıl bir babanız var?” diye.

Sahi nasıl bir baba? Bizi gördüğü yere çeken, ama bir adım arkasında durmamızı isteyen bir baba mı?

Değdiği, adım attığı toprakları, kendisi gibi sahip çıkmamızı isteyen bir baba mı?

Sohbet mahiyetine bürünmüş bir atmosfer oluşturarak “Aslında”larla cümleye başlayan, kendi “aslında”sında boğulan bir baba mı?

Oğuz Atay’ın ölen babasına yazdığı mektupta sözünü ettiği “baba senin hiç varoluşsal sorunların oldu mu?”ya denk düşen, midesi bulanan bir baba mı? (Tercih edilesi!)

Hakikati kendine saklayan bir baba mı?

Yoksa -benim babam gibi- demokrat bir baba mı?

Konuşmaya ihtiyacımız var. Bir tamlık halinde yaşamımıza sunulan “şeyimsi”leri, anlamlandırmaya ihtiyacımız var. Bugün ben de bir şey eksik, birilerinin sözünü çalıyorum, birileri benim yüzümden uykusunda rahatsız…

Şimdi, babamızın “sanat” olduğunu varsayalım. Geniş çaplı bir sohbet ortamımız olduğunu, ona doğrudan soru yöneltme hakkımız olduğunu düşünelim, diyelim ki: Ey sanat baba: meseleyi yaratım sancısına indirgemeden, şu birkaç tanımı da, kavramı da dışarıda bırakma mütevazılığını da göstererek, benim hiçbir şey yapmak istemememi, tam da yapılması gereken zamanda, sahiden birinin yerine söz söylemenin anlamsızlığını, ahkam kesmenin bir faydasını görmediğimi, neyle açıklarsın? Anlayacağım dilden anlatır mısın?

“Yavrum, ben dönüştürmem. Sen onu mahalle arkadaşlarına sor..” diyebilir. Haklıdır da. Muhatap alacağım kimse kalmadı, çünkü herkes sen oldu, senin dilinde kayboldu, desem ne olur(.)

Biz bizle konuştuk, olmaz mı?

Mesele tam da bizim bizle konuşmamızda: Amerikalı akademisyen Spivak’ın makalesinde; “Madun Konuşabilir mi?” sorusunda. Spivak, Toplumsal Cinsiyet Körlüğü üzerine olan makalesiyle ilgili bir söyleşisinde madun kavramını şöyle açıklar:

“Madun, sosyal mobiliteyle üst tabakalara ulaşma şansı olmayan kişidir.”

Makale özetin özetiyle; biz birilerinin adına konuştukça, onlar konuşamayacaklar, demektedir. Sorular çoğaltılır; Madun bilebilir mi? Madun düşünebilir mi? Gibi…

Biz kendi sanat sevdamızda, “başkasına bok atmayı” sürdürürken, madunun varlığını hepten unuttuk. Şöyle demekte fayda var: Ben unuttum. Yazıyı bir günah çıkarma telaşesine dönüştürmek gibi bir niyetim yok, fakat sesli düşünmeye ihtiyacım var. Rahatsızlığım şudur, kendimce tehlikeli gördüğüm nokta; döngünün kendisi. Kelimelerimize, düşünme biçimimize, kavramları çağırma çabalarımıza bakılırsa; belli bir “mesafe”den sanat icra edenlerin, icra ettikleri sanatsal döngüde. Halbuki o soru, yani “Sanat nedir?” Sorusu, zamanında sorulmuştu. Bizse sorunun kendisini önemli bulmuştuk. Peki ya şimdi: kurumlarla, zamanla, kişisel davalarla bu kadar derdi olan sanatçıların, bu sorunun üstüne soru koyamamasının sebebi nedir? Yani o soruya şimdiden baktığımızda, işte eleştiriyi kronikleştiren adamlar canım, demenin ötesinde; kronikleştirmeye değer, yeni bir döngü bulamıyor muyuz?

Okur-yazar-izleyen üçlüsünde, kendimde ciddi sorunlar görmeye başladım. Çünkü meseleyi “ölümlerin parodisi”nden de bir adım ileri taşıyamıyoruz. Arkadaş sohbetlerinde -üretenlere sözüm yok- bir söylenme halinde bir şey yapamamaktan yakınıp duruyoruz, ki bunu söylerken bile örneklediğimiz teorisyenler bize savaş açmış durumda oluyor, kötü bir eklektizm kokuyor sözlerimiz. Biz ya da birileri, birilerinin adına fena söz söylemeye alışır hale geldi. Eleştirinin asıl meselesi de -eğer buradan bir şey çıkacaksa- tekrar düşünülmeli. İş “ben ne biliyorum, bağı şimdi neyle kuracağım” matematiğinden uzaklaştırmak lazım.

Ortada ciddi bir “bağ” sorunu var çünkü. Orhan Pamuk ve Tomris Uyar örneğimin, neye ve nereye denk düştüğünü bilemeyişimde olduğu gibi. Örnekler, güzel cümlelerin ötesinde, ne yazık ki anlamlılarda, fakat yazılanlar ya da izlenilenler, gerçekten salt yazılanlar ve izlenilenler olduğunda, hayatımıza böyle yansıdığında, döngüyü sürdürmüş oluyoruz. Sanatın dönüştürücü olması gerektiği geyiği bizim dönüşmemizle, öteye bir soru işareti koymamızdan başka ne olabilir ki? Soru işareti koyma gereğini ise, birilerinin dediği gibi “bu iş bu dizgelerle yapılır”ın dışında bir gedik açamıyor muyuz artık? İsim koymak lazım, birileri yapıp ettiklerine samimi olarak isim koysunlar, bu iş mastürbasyonla eş değer benim için, demek cesareti bile sağlam bir özeleştiridir. Bizim bir babalar dizgesinden öte, ağıtlara ihtiyacımız var. Madunun yerine konuşmak çoktan terbiyesizlik oldu. Bienal’deki işlerden birinin, hiç denizi görmemiş İstanbulluların bir otobüse doldurularak denizle karşılaşması olduğunu, yani bunun izlendiğini tiksintiyle hatırlatmak isterim. Biz, madunlar adına konuştukça, tiyatro mekanları onlarsız olacak.

Şimdi, bu yazıya bir isim aramak için susuyorum…!

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Can Merdan Doğan

Yanıtla