Orhan Pamuk Okumak İçin 6 Neden

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Barış Yıldırım

Orhan Pamuk kendisi dışında karakter yaratamıyor; anlatılarında bütün zamanların bütün sınıflardan insanları Orhan gibi konuşuyor; Pamuk, zaten hemen her zaman kendi sınıfının insanlarını yazıyor; kurgu halliceyse de dil yaratıcılığı orta seviyelerde sürünüyor; üstelik hep aynı konuyu, çiğnenmekten gevremiş doğu-batı sorununu yazıyor. Peki, buna rağmen, mesela ben, neden Orhan Pamuk okumayı seviyorum? Mesela en son Masumiyet Müzesi’ni neden baştan sona ilgiyle ve sevgiyle okudum? Hatta daha ileri giderek, neden Orhan Pamuk okumak gerekir? O bize hangi kapıları açabilir?

Bu yazı bu sorulara cevap arayacak, bu arada da Pamuk’un benim izlenimimin taş plağında bıraktığı çoğu cızırtılı, ama bir kısmı oldukça güzel izleri sesleyecek. Bu seslerde Orhan Pamuk’un sadece kendisinin değil üslubunun da izleri sezilebilir. Bu henüz okuduğum kitabın dimağımdaki izlerinin tazeliğiyle açıklanabileceği gibi “anlatıcı olduğunun farkında olarak anlatan anlatıcılar” yaratmanın ustası bir yazarı eleştirirken onun gücünü ona karşı kullanmak gibi (o sevdiği sıfatla söyleyecek olursam) “hınzırca” bir çabaya da yorulabilir.

Yine yazarın –en azından bize romanlarında sunduğu– kişiliği göz önüne alınacak olursa, aşağıdaki büyük büyük lafların hiçbiri laubaliliğe yahut ukalalığa yorulmamalıdır. Bize kendi içini didik didik açan, bunu yaparken samimiyetsiz olduğu anlara bile işaret edecek kadar samimi görünen bir yazar; kendi kurduğu evrenin tahtında oturup bütün evren hakkında büyük büyük tefekkürlere dalan bir yazar, başka bir perspektiften “saygısızca” didik didik edildiği zaman çok da gücenmez bence.

Neden’lerimi yediye tamamlayabilseydim belki daha etkileyici olabilirdi, ama yedi değil de altı olmasının başka bir hikmet çağrıştırmasını umuyor ve bu mukaddimeyi fazla uzatmadan Orhan Pamuk okumak için altı nedene geçiyorum.

1. Çünkü Orhan Pamuk, ödüllü bir yazardır. Bunun aslında neden değil de sonuç olması gerekirdi değil mi? Ama değişim değerinin kullanım değerine sultan edildiği bir çağda, bir şeyin değerli olduğunu ara sıra ona verilen değerden çıkartıyorsak, çok mu yabancılaşmış sayılırız?

Orhan Pamuk’u ilk okuduğumda ben de sonuna kadar gidemedim. Sonuçta benim yazarım olmadığını anlamış, edebiyatımızda çok daha iyi yazarlar olduğuna dair kanımı pekiştirmiştim (yıllar bu iki yargımı da değiştirmedi.) Yine de ilk travmamın Pamuk’u ortaokul yıllarımda okumuş olmamla ilgisi olabilir diye; ayrıca Nobel’in siyasi niteliğini bildiğim kadar kötü yazarlara verilmediğini de bildiğim için, bir kez daha külliyatına dalmaya karar verdim. Sonuçta o kadar kötü olsa Nobel vermezlerdi değil mi!

Bu mantık düzeyinde hatalı (tam olarak argumentum ad populum), pratik/pragmatik düzeyde ise çoğunlukla sonuç alıcı önermeye bel bağladığım iyi olmuş. Yeni Hayat’ın şiirselliğini çok sevdim. Şiirsel olmaya çalışan Kar ise politik cehaleti ve yüzeyselliği ile irkiltti, hatta bazen öfkelendirdi beni. Okuduğum diğer romanları da bu iki beğeni noktasının arasına serpildiler. Ama her halükarda okunması gereken iyi bir yazarla tanıştım.

İyi bir yazar, dedim ama, Kar’da en çıplak haliyle fark ettiğim bir durum var ki izi belirli ölçeklerde Pamuk külliyatına düşürülebilir gibi geliyor bana. Kitap çok iyi ve çok kötü pasajları aynı anda barındırma mucizesini sergiliyordu. Ne zaman sanattan ve kendi iç yaşantısından bahsetse (ki Pamuk’un eserlerinde ciddiye alınacak bir iç yaşantısı olan hemen herkes Orhan’dır) kitap parıldıyordu. Ne zaman, konusu gereği, politikadan ve politik insanlardan bahsetse çuvallıyordu (“arada bir sağa sola bomba atıp bildiri bırakan sol teröristler” vs.) Aynı çuvallama çeşitli eserlerde doğa tasvirlerinde de çok açık görülür, neredeyse doğasız bir dünyada yazar Pamuk; belki olsa olsa çeşitli ev eşyalarından oluşmuş bir ‘doğa’ söz konusudur.

Otuz yaşından beri bir apartman dairesinde günde on saat okuyup yazarak yaşayan bir insana içinde yaşadığı dünyanın ve insan topluluğunun engin çeşitliliği vahiy yoluyla gelemeyeceğine göre ve ne kadar çok okunsalar da kitaplar tanımları gereği yaşam deneyiminin yerine geçemeyeceklerine göre, Pamuk’un en çok tanıdığı insanın Orhan, içinde yaşadığı doğanın “ev” olması çok olağan geldi bana. Bu da bizi ikinci nedene taşıyor:

2. Çünkü Orhan Pamuk, kendini çok iyi tanıyan ve anlatan bir yazardır. Bazı yazarlar dış dünyayı çok iyi yazar, bazılarıysa kendi dünyalarını. Bu karşıtlık sık sık Tolstoy ve Dostoyevski karşıtlığında örneklense de, bence onlar bu ikisini birleştirebilen ender dehalardandı. İkisi de kendilerinin ve başkalarının iç dünyalarını (“insan insanı kendinde tanır”) ve her kesimden insanı iyi tanıyorlar, fakat farklı ağırlıklarda yansıtıyorlardı.

Sanatı çok iyi tanıyan Pamuk bu iki yazma biçiminin ve kendi durduğu yerin elbette farkındadır. Beyaz Kale’nin son bölümünde, romanın anlatıcısı ve başkahramanını (dolayısıyla Orhan Pamuk’u) ziyarete gelen Evliya Çelebi’ye kendisinden için şöyle dedirtir:

“Hikâyemdeki gibi tuhaf ve şaşırtıcı olanı aramalıymışız; evet, dünyanın bu bıkkınlık verici sıkıcılığına karşı yapabileceğimiz belki de tek şey buymuş (…) Ama, tuhaf ve şaşırtıcı olanı, dünyada aramalıymışız, kendi içimizde değil! Kendi içimizdekini aramak, kendi üzerimizde o kadar uzun boylu düşünmek mutsuz edermiş bizleri. Benim hikâyemde insanların başına gelen de buymuş işte: Bu yüzden kahramanlar kendileri olmaya bir türlü katlanamıyor, bu yüzden hep bir başkası olmak istiyorlarmış.”

Sorun mutsuz olmaktan ibaret değil tabii, dünyayı daha bütünlüklü anlayıp anlamamak meselesi söz konusu burada. Ben, ancak bu bütünlük içinde anlaşılabilir; analiz nesnesi haline getirilirken dış dünyadan ne kadar soyutlanıyorsa, o kadar eksikli anlaşılacaktır. Pamuk’un Beyaz Kale’de ve başka yerlerde sık sık ele aldığı köle-efendi diyalektiğinde Hegel’in anlatmaya çalıştığı gibi, insan, kendini de başkasında tanır. Yahut daha doğru bir deyişle, insanın başkasını kendinde tanımasıyla kendini başkasında tanıması arasında durmak bilmez bir diyalektik işler.

Pamuk’sa hemen hemen yalnızca kendi iç dünyasını tanıyor, evet. Ama çok iyi tanıyor… Günümüz kapitalizminin uzmanlaşma eğilimine denk düşecek bir şekilde, kendine dair uzmanlaşmıştır o, belki kendisinden önce yazan herkesten daha derin, daha ayrıntılı bir biçimde. Ne kadar ararsak arayalım, onun eserlerinde hem derin, hem de büyük ölçüde Orhan olmayan, tek bir karakter bile bulamayız. Ama bir tek insanı çok iyi bildiğimiz zaman aslında diğer insanlara doğru da kapılar açmış oluruz. Pamuk bu kapılardan nadiren geçiyor ama Sokrates’in “Kendini tanı!” talimatına çok iyi uyduğu için bize geçme fırsatı sunuyor. İnsanı ve kendini değiştirmek için önce insanı tanımak gerekiyorsa, işte bize bütün mahremiyetiyle (ve hatta bazen ‘müstehcen’liğiyle) açılmış bir insan teki…

3. Çünkü Orhan Pamuk, batının en doğulu ürünüdür. ‘Frankfurter Döner’den falan çok daha iyisi hem de. Ve onun bu durumu, batılının gözündeki doğuyu tanıyarak aslında doğuyu da tanımamıza kapılar açabilir. Oryantalizmin bakışının her zaman kusurlu olduğunun farkındayım, ama Hegel bize yanlışların yarım doğrular olduğunu öğretmedi mi? (Engels de bize aynı cümleyi anlamını değiştirmeden tersten kurarak yarım doğruların yanlış olduğunu öğretmişti ki Pamuk özelinde bu iki bilgelik de hep el altında tutulmalı.)

Romandaki tüm olayları başlatan taklit bir çantayla ilgili olarak Füsun’un ‘Nişan’ sahnesinde söyledikleri, hem birinci maddedeki ‘değer’ meselesine hem de bu meseleye dokunuyor:

“Benim için bir şeyin Avrupa malı olup olmamasının hiç önemi yoktur… Hakiki miymiş, sahte miymiş, bu da önemli değil.. Bence insanlar, taklit bir ürünü sahte olduğu için değil, ‘ucuza alındığı anlaşılabilir’ korkusuyla kullanmak istemezler. Benim için kötü olan şeyse, tabii eşyanın kendisine değil, markasına önem vermektir. Kendi duygularına değil de, başkalarının ne diyeceğine önem veren insanlar vardır ya hani…”

Orhan Pamuk, hiçbir şeyin değilse ironinin ustasıdır. Karakteri Füsun’un yasak aşkı olduğu Kemal’in huzurunda onun müstakbel karısına söylediği bu sözlerdeki ironinin Füsun’un değerine ve aşka dair göndermeleri çok açık elbette.  Fakat acaba bunu biz Orhan Pamuk’un edebi değerine dair de okuyabilir miyiz? Hani, Pamuk ironilerinin önemli bir kısmının kendi yazma eylemine dair olduğunu da bilerek… Tamam, burası belki de bu yerlerden biri değil, yine de ben Pamuk’un pırıl pırıl zekâsını düşündüğüm zaman, bu repliğin onun yazınına işaret eden yanlarını göz ardı ettiğine ikna olamıyorum.

Çünkü Orhan Pamuk, aslında bir ‘taklit’ üründür. Batı edebiyat tarihinin bütün geçmişi onun som batılı yazma tarzının üzerine ‘karabasan gibi’ çökmüştür.  Her ‘aydınlanmış’ doğulu gibi batının en son ‘tekniğini’ (burada post-modern edebiyat) almış, yazınına uygulamıştır. Doğuya referansları ise her zaman batılıların gözünde doğulu olduğunun farkındalığıyla, yani yine batılı bir bilinçle örülüdür. Ama Füsun’un da dediği gibi “Bizim ustalar Avrupa mallarını çok güzel taklit ediyorlar evelallah.” Ve her ne kadar bizimki “gibi bilen göz[ler]anlıyor [olsa da]hakiki olmadığını” bu onu değersiz mi kılar?

Ama bunu gören tek göz bizimki değildir, kendininkidir de. Siz onu oryantalizmle mi suçlayacaksınız, onun cevabı hazırdır (Beyaz Kale‘nin son notu) Siz onu politik cehaletle mi suçlayacaksınız o bir yerde “Ben politikayı sevmem,” dedirtir kahramanına (Masumiyet Müzesi).  Apolitikliğinin bilincinde bir apolitik, oryantalizminin bilincinde bir oryantalisttir, ama bunun daha az kötü olduğunu kim iddia edebilir? Eleştirmenden bir adım önde olmak, yazarın zekâsını gösterir, eleştirinin haksızlığını değil. Sonuç olarak, Ka’nın Kar’da Lacivert’e dediği ve Pamuk’a da diyebileceği gibi: “Batı Batı diye, sanki bir tek kişi, tek bir görüş varmış gibi konuşmak sevimsiz oluyor.”

4. Çünkü Orhan Pamuk, bir yazı ustasıdır. Evet, daha yazının başında dil yaratıcılığının ancak orta seviyelerde olduğunu söyledim, kurgularınıysa ancak ‘hallice’ sıfatıyla taltif ettim. Ama bu üst perdeden değer biçmeyi (kendi kavlimce, “aklımda kaldığı kadarıyla”) dünya edebiyatı çapında yaptım. Ve bu kulvarda orta seviyeler bile oldukça ‘seviyeli’dir.

Pamuk’ta çeviri kokma sorunu ezelden beri söylenir durur. Bunun bir yanı onu besleyen damarın açık ara batı edebiyatı olmasıysa (dolayısıyla orijinal dillerinden bile okusa, bütün okumaları Pamuk’un Türkçe eserine bir çeviri edebiyatı olarak yansıyacaktır), diğer yanı, her romanının çevrileceğinin bilinciyle yazmasıdır.[1] Yine de bir dil, üzerine düşen yabancı dillerin gölgesiyle de zengindir. Bazı İngilizce ifade biçimlerinin Türkçeye sızmasından şikâyetimizi bir dil mutlağı sanıyorsak bazı Türkçe ders kitaplarına inanacak kadar safız demektir. Bütün diller diğer dillerden bir şeyler alırlar ve başlangıçta yozlaşma gibi görünen bu alışveriş süreci (bütünüyle değilse bile bazı öğeleriyle) hayırlara vesile olur. Orhan Pamuk, kendisine çoğu zaman haklı olarak atfedilen ‘çeviri dil’i iyi kullanan bir kalem.

Pamuk’un kurguları, çağdaşlarının birçoğuyla (söz gelişi Paul Auster’la) boy ölçüşecek gibi değildir. Yine de iyi oluşturulmuşlardır. Bunu Benim Adım Kırmızı’daki polisiye yapısında görmek görece daha kolay. Ama beni daha çok çarpan örnek, bilinmeyen, akla gelmeyen hiçbir şeyin geçmediği yalın bir aşk hikâyesi olmasına rağmen soluksuz okuduğum Masumiyet Müzesi’ydi. Biraz da aldığım örgün eğitim gereği, okuduğu her hikâyede kurguyu mutlaka düşünen biri olarak “Neden?” diye sordum kendime. Bu yazının Neden envanterine girenlerin bir kısmı etkiliydi mutlaka. Çünkü kendini iyi tanıyan bir insan bize tüm zamanların en ilginç konusu olan aşk hali içinde açılıyordu, böylece kitap insan ve aşk üzerine zekice tefekkürlerle doluyordu vs. Ama bunun ötesinde de bir kurgu becerisi mevcut olmalıydı.

Gerçekten de var. Klasik bir yasak aşk öyküsünün yapıtaşları öyle minimal bir işçilikle örülüyor ki, bunu, bilgisayarlı robotlar yapmıyor olsa, bir tırnak büyüklüğündeki mesafeye gigabaytları sığdıran mikroçip işçiliğine benzetirdim. Sürekli mercek altında bakıldıkları için önemlerinin çok ötesinde roller oynayabilen her küçük olayla (roman olan değil de romana adını veren ‘gerçek’, ama aslında o da kurgusal) Masumiyet Müzesi’ni oluşturan her eşya kurguya öyle bir yerli yerinde oturuyor ve katlana katlana iş görüyor ki bir olaylar dizisi ve dramatik nesne virtüözitesiyle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Düş mü gerçek mi olduğu bilinmeyen bir hayaletle tekinsizlik duygusu yaratmak görece kolaydır, bunu bir de taklit olduğu için iade edilen, sonra geri alınıp bir köşeye atılan, sonra romanın en gergin anlarından birinde, nişan sahnesinde yasak maşukun kollarında beliren bir çantayla yaratmaya kalkın, o kadar kolay olmadığını göreceksiniz. Pamuk’un kurgu ustalığı, kendi içine tuttuğu o çok dışbükey merceği olaylara ve nesnelere de tutmasıyla tezahür ediyor.

Ve elbette 2. Neden’de bahsettiğimiz ironi ustalığı. Fethi Naci, edebiyat eserlerini iyi kılanın söylenenden söylenmeyen çıkarttırabilme becerisi olduğunu söylerdi. Pamuk, söylediği şeye söylemek istediği diğer şeylerin palimpsestini gömmenin ustası. Yazdığı hemen her şeyi en az üç düzeyde okuyabiliyoruz: Öykü düzeyinde, insan (evet, Orhan) düzeyinde ve sanat düzeyinde. Öykü ustalığıyla bu Neden’de, insan bilgisiyle 2. Neden’de ilgilenmiştik. Sanat düzeyi ise yeni Neden’e kalsın.

5. Çünkü Orhan Pamuk, sanatı iyi tanır. Burada aslında yazıya dair değil de kurama dair bir hassadan bahsediyoruz, ama bu hassa onun yazısında ortaya çıktığı için bir praksis var ortada. Orhan Pamuk batı ve (batının gözlükleriyle) doğu sanatını iyi tanır, kitapları engin bir külliyata referanslarla doludur. Öte yandan tüm bu bilgi birikimiyle sürekli olarak sanat üzerine düşünür. Pamuk’un birinci meselesi benlikse ikinci meselesi sanattır ve çoğu zaman, örneğin yukarıda bahsettiğimiz meşhur ironilerinde olduğu gibi, bu ikisini bir arada tartışır.

Bir sanat teorisyeni değildir elbette, ama kuramcısıdır. Bu eşanlamlı (fakat farklı çağrışımlı) sözcükleri birlikte anarken teorisyeni daha çok yeni teoriler üreten kişi, kuramcıyı ise daha çok mevcut teorileri ifade eden kişi olarak kullanıyorum. Pamuk daha ziyade ikincisine denk düşüyor ve aslında belki onun sanat anlayışı tam da budur. Onun yazdıklarında sanat tarihinin çeşitli estetik kademelerinin ve tartışmalarının hepsinin izleri vardır. Kendisi daha çok, yukarıdaki Evliya Çelebi alıntısında belirtildiği gibi, dünyanın sıkıcılığını azaltacak ‘tuhafiye’ler arıyor gibidir. Ama o yeri geldiği zaman didaktik edebiyata da sanat için sanata da, doğu sanatının da batı sanatının da güçlerine ve güçsüzlüklerine ve daha pek çok sanatsal akıma ve bakışa da hakkını verir.

Onun yazdıklarını okumak, sanatın tarihinde ve teorisinde bir takım köşe taşlarını sürekli yerinden çıkarıp takmaya benzer. Edebiyat okuyucusunun genelde ‘sanatsever’ olacağı varsayılırsa, Pamuk okumak bu açıdan da haz verir. Ama bu Neden’i sadece sanatı sanat aşkına öğrenme ve ilerletme rotasına bırakmakla yetinecek değilim. Burası benim asıl derdim açısından da önemli. O yüzden ona ayrı bir Neden açıyorum.

6. Çünkü Orhan Pamuk, bir burjuvadır. Aslında bu yazı, başlığından beri bir mantık boşluğu barındırıyor. Orhan Pamuk’u okumak için nedenlerde bahsedip duruyorum ama kimin okuması için? Günde on iki saat çalışıp asgari ücretle üç çocuk büyütmeye çalışan, kalan zamanı da ertesi güne hazırlanmaya ve sokaktaki on milyonlarca işsizden biri olmadığı için şükretmeye ancak yetiren işçinin Pamuk ironisinden lezzet alması mümkünse de çok mu gereklidir? Ya o işçinin yatının güvertesini kitap okumaktan çok çılgın gece partilerine ayırmayı tercih eden patronu ‘estetik teorisi’ sermayesini nereye yatıracaktır?

Ama bu yazı şimdiye kadar dile getirmediyse de aklında ‘Kimin için?’ sorusuna hep bir cevabı vardı. Pamuk’un kendine ve sanata dair tefekkürleri, dili ve edebiyatı hamur yoğuran bir kadının ustalığıyla işlemesi, zekâ pırıltıları, sanatı ve yaşamı dünyayı iyiye doğru değiştirmek için okuyanlar için de değerli bir kaynaktır. Halktan yana, halk için, halka birlikte sanat yapma idealinden caymayanlar için.

Onun bir burjuva olması bu sosyalist söylemle çelişecek gibi duruyorsa da ille de böyle olmak zorunda değildir.

Hemen şunu söylemek gerekiyor, tamı tamına sosyolojik terimlerle konuşacaksak, Pamuk bir burjuvadan çok küçük-burjuva. Gerek yaşamında gerek sanatında. Ama geldiği köken ve girdiği sanatsal akış söz konusu olunca bu iki sınıf arasında ayrım yapmak kılı kırktan fazlasına yarmak sayılabilir. Burjuvazi, kendisi için sanat ve kültür üretme işini uzun zamandır küçük-burjuvaziye ihale etmiş durumda. Pamuk ailesiyse[2] “Bir zamanlar zengin olup da servetlerini beceriksizce kaybeden pek çok aile”den biri olarak her iki sınıftan birden olma niteliğini taşıyor. Üretken bir sermayeyle para kazanmıyor olmaları küçük burjuvaziye, geçmiş servetten kalma mülklerin rantıyla geçinmeleri burjuvaziye yaklaştırıyor onları. [3]

İşte bu sınıflara dair öğrenecek çok şeyimiz var ondan. Gerçek dünyada nasıl düşünürler, sanat dünyasında nasıl üretirler? Düşmanı tanıyalım!

Aslında, toplumu tanımak açısından, burjuva sanatın başka büyükleri Pamuk’tan birkaç gömlek ileridedir. Örneğin –ilki soylu olma heveslisi, ikincisi düpedüz soylu– Balzac’ın ve Tolstoy’un sahnesinde sadece egemen sınıflar değil, hatta bazen onlardan daha çok, ezilen sınıfları görürüz. Pamuk hiçbir zaman –deyim yerindeyse– bu ‘sosyolojik çoğulculuğa’ erişmediği halde, bu topraklarda bu toprakların burjuvalarını yazan bir yazar olarak dikkatimizi hak ediyor.

Orhan Pamuk, kira gelirleriyle gezip tozmayı yahut da fabrikalar falan açıp yiten zenginliği yeniden kazanmayı seçeceğine yazı yazmayı seçti.[4] Hemen her zaman orta ve üst sınıfları anlattı ama genel olarak insanın dertleriyle meşgul oldu hep. Söz gelişi İkinci Paylaşım Savaşı’nda sürülen Yahudilerin mallarına konarak zengin olan tufeylilerden bile şefkatle bahsedecek kadar apolitiktir onun insan sevgisi,[5] ama yine de kimi zaman (tıpkı doğuyu batının gözünden yazdığı gibi), zenginin gözünden yazdığı yoksullara da uzanır. Belli ki, sanat eserlerini ölümsüz kılan şeyin “evrensel” sorunları ifade güçleri olduğunu düşünen metafizik bir inanca sahiptir. Yanlıştır bu inanç, ama dertleriyle ilgilendiği soyut ‘insan’ın genel olarak insanlığa (dolayısıyla onun tarihin bu anındaki en ilerici ve en kalabalık sınıf ve tabakalarına) dair hiçbir şey ifade etmediğini düşünmek, Pamuk’un soyutlamasını mümkün gördüğü için başka bir metafizik çukura düşmek olur. ‘Soyut insan’ı, ‘genel olarak insan’ı anlatmak mümkün değildir, her zaman belirli bir toplumsal zemin üzerinde var olur insan. Kahramanlarına isim ve toplumsal köken atfetmeyen avangard yazarlar bile başaramadı o zemini ortadan kaldırmayı. Hangi insan teki anlatılıyor olursa olsun, bizim ondan çıkartacağımız bazı genel sonuçlar vardır. Hatayı yapanlar, bu somut sonuçları soyut bir insani varoluşa atayarak yapıyorlar.

“Yirmi yaşımdan beri üzerimde beni her türlü beladan ve mutsuzluktan koruyan görünmez bir zırh olduğu duygusu vardı içimde. Bu duygunun bir yanı, bana başkalarının mutsuzluğuyla fazla meşgul olmanın beni de mutsuz edebileceğini ve zırhımın delinmesine yol açabileceğini sezdirirdi.”[6]

Anlaşılan o ki, Orhan, Pamuk’u bu delikleri tamir etmeye uğraşırken yarattı. Ortaya çıkan ürün, yukarıda (elbette bir soyutlama olarak) postüle ettiğim ‘halktan yana sanatçı’ öznesinin de dikkatle bakması gereken bir ürün. Belki çoğu zaman müzedeki bir eşyayı seyreder gibi seyredeceğiz onu, ama deliklerinden içeri dikkatli bakarsak insana, sanata ve onun sınıfına dair önemli şeyler de göreceğiz. İlkine dost, üçüncüsüne hasım olduğumuz için ve ikincisini bu husumette kendi hanemize yazmak için, dikkatli bakmalıyız.

Kendisi demiyor mu, “sakın inanmayın Orhan’a. Çünkü hikâyesi güzel olsun da inanalım diye kıvırmayacağı yalan yoktur,” diye.[7] Kim bilir ne doğrular saklıyordur da yazdıkları, belki kendinden bile gizliyordur.

 Not: Bu yazının Marburg ve Ankara’daki yazılma süreçlerine, yakınlarda Bilkent Üniversitesi’nde ‘Arketip Bir Yolculuk İçinde, Narsistik Bir Kitap Biçiminde: Beyaz Kale’ başlıklı mastır tezini teslim eden Çiğdem Yıldırım Mirol’le her iki ülkede yaptığımız Orhan Pamuk tartışmalarının önemli katkıları var. Said Aydın da dikkatli okuması ve değerli önerileriyle bu yazıya tuzunu kattı. İkisine de teşekkürler…

 Mesele Dergisi’nin 56. Sayısında (Ağustos 2011) yayımlanmıştır. 

 


[1] O kadar ki, mesela Kar’da ‘kahvehane’ye (‘teahouse’ olarak çevrileceğini bilerek ya da isteyerek) ‘çayhane’ diyecek kadar.

[2] Yazar tarafından nişana başkahramanın karısının daha az zengin ailesinin davetlisi olarak getirtilen Masumiyet Müzesi’ndeki tarif üzre:

[3] Bu siyasi iktisadi çözümlemelerim Pamuk’un kitaplarında, özelde de İstanbul’da anlattığını varsaydığım olgulara dayanıyor, yoksa ailenin ekonomik şeceresini dökmüş değilim. Pamuk’un kendisini eserleriyle hem Orhan hem Pamuk olarak inşa ettiği düşünülürse kitapları, bu çözümleme açısından, çok da yabana atılır bir kaynak sayılmaz.

[4] Gerçi kendi dediği üzere, şimdi harcamaya kalksa roman yazamayacağı kadar çok parası var ama buraya bir sermaye yatırımıyla gelmediği için bu sınıfsal analiz hâlâ geçerli.

[5] “Yahudilerin ve Rumların fabrikalarını ve mallarını ucuza kapatarak bir anda tefecilikten sanayiciliğe geçen ve babamın ahlakçı bir öfkeden çok kıskançlıkla andığı, ama dostluğunu da çok sevdiği Cüneyt Bey…” vs.

[6] Masumiyet Müzesi.

[7] Benim Adım Kırmızı’nın son cümlesi.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Barış Yıldırım

2 yorum

  1. Barış Yıldırım:
    “Ama beni daha çok çarpan örnek, bilinmeyen, akla gelmeyen hiçbir şeyin geçmediği yalın bir aşk hikâyesi olmasına rağmen soluksuz okuduğum Masumiyet Müzesi’ydi.”
    Melih Anık:
    Masumiyet Müzesi NEYİN müzesi?
    Masumiyet Müzesi “yalın bir aşk hikâyesi” mi sadece?

  2. Barış Yıldırım Tarih:

    “Sadece” değil elbette… Yazıda “yalın bir aşk hikayesi” olmasının ötesini yazmaya çalıştım.

Yanıtla