“Sadece Diktatör” ve “Sabahat” Oyunlarının “Politika – Politikacı” Kavramlarıyla İncelenmesi

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Onur Orhan’ın “Sadece Diktatör” ve Nazım Hikmet’in “Sabahat” Oyunlarının “Politika – Politikacı” Kavramlarıyla İncelenmesi

 Muhammed Eşref Genç[1]

 ÖZET

Bu çalışmada Onur Orhan’ın Sadece Diktatör ve Nazım Hikmet’in Sabahat oyunları politika ve politikacı kavramları doğrultusunda incelenecektir. Öncelikle politika, politikacı ve bunlarla ilişkin diğer kavramlara değinilecek, bunlar doğrultusunda da bahsi geçen oyunlar irdelenecektir. Bu çalışmada yararlanılacak kaynaklar; Fathali M. Moghaddam’ın Diktatörlüğün Psikolojisi, Eric Hoffer’in Toplumda Kitle Hareketleri ve Gerçek İnanç Adamı, Kenneth Minogue’nin Siyaset ve Despotizm, Dr. Ali Şeriati’nin Kapitalizm, Georg Fülbert’in Kapitalizmin Kısaca Tarihi, Elias Canetti’nin Kitle ve İktidar, Münci Kapani’nin Politika Bilimine Giriş, Thomas Lemke’nin Biyopolitika, Zühtü Bayar’ın Nazım Hikmet Üzerine, Antonina Sverçevskaya’nın Nazım Hikmet ve Tiyatrosu kitapları ve Emine Seda Çağlayan Mazanoğlu’nun Unutulan Adam’dan Othello’ya: Nazım Hikmet ve Shakespeare Okuması ve Cihan Atakul’un Politik Tiyatro’nun Nazım Hikmet’in Oyunlarına Etkisi adlı makale çalışmalarıdır. Bu çalışmada değinilecek konular ise; politika ve politikacı kavramlarıyla birlikte bu kavramların doğurduğu sınıf, toplum, kapitalizm, despotizm vb. kavramların doğrultusunda Onur Orhan’ın Sadece Diktatör ve Nazım Hikmet’in Sabahat oyunlarının incelenmesidir.

 Anahtar Kelimeler: Onur Orhan, Sadece Diktatör, Nazım Hikmet, Sabahat, Politika, Politikacı

GİRİŞ

Politika kavramının Antik Yunan’daki “polis” yani şehir kelimesinden türediği bilinmektedir. Bununla birlikte her toplumda farklı anlamları vardır. Politika sözcüğü günümüzde, etimolojik kavramındaki anlamından uzaklaşmakla birlikte, genel bir tabirle insanların vatandaşı olmaktan gurur duydukları bir siyasal topluluk olarak nitelendirilmektedir. Yahya Kazım Zabunoğlu Kamu Hukukuna Giriş kitabında politika kavramının kökeni üzerine şunları söylemiştir;

“Kelimenin Arapça karşılığı olan siyaset kelimesi ise at eğitimi anlamına gelmekte, Eski Mısır taş kabartmalarında, tanrı-kral olan firavunlar, bir ellerinde kamçı, diğer ellerinde dizginlerle tasvir edilmektedirler. Türk-İslam geleneğinde de siyaset kelimesi, devlet yönetimi yanında, hükümdarın ülke idaresi ve genellikle kendisine karşı işlendiği iddia edilen suçlara karşı verilen cezaları – özellikle idam cezası – ifade etmektedir”[2].

Bununla birlikte Münci Kapani ise politika kavramı nedir sorusunu şu şekilde yanıtlar;

“Politika kavramı nedir diye sorulduğunda karşımıza, iki görüşün çıktığını görmekteyiz. Bu görüşler birbirine karşıt olarak iki farklı şekilde tanımlanmıştır. Birinci görüşe göre; “politika toplumda yaşayan insanlar arasında bir çatışma, mücadele ve kavgadır”. Her insan yaradılıştan itibaren farklı sosyal, ekonomik, değişik görüş ve değişik çıkarlara sahiptir. Aramızda oluşan bu farklar ve ortaya çıkan bu çatışma, politikanın temelini oluşturuyor. Dolayısıyla çatışmanın asıl konusu toplumdaki değerlerin paylaşılmasıdır. Çatışmanın amacı ise, iktidarı ele geçirmektir. Toplumda oluşan çeşitli gruplar siyasal iktidarı elde etmek ve onu kullanmak için kendi görüşlerini ve çıkarlarını gerçekleştirmek istemektedirler. Yani buradaki amaç, iktidarın ele geçirilmesi ve onun sağladığı faydanın paylaşılmasıdır. Politikanın bu yönünü ele aldığımızda belki en iyi tanımını Amerikalı siyasal bilimci Harold Lasswell’ in yaptığı kabul edilebilir ve politika “Kimin, neyi, ne zaman, nasıl elde ettiğini” belirleyen bir faaliyet olarak nitelendirilebilir”[3].

Yukarıda görüldüğü üzere genel anlamıyla toplumu düzende tutmak için uygulanan işlem, tutum ve tavır olarak basitçe dile getirilebilir. Bu işlem için bir iktidarın varlığı söz konusudur. Böylelikle bağlandığı nokta şudur; toplumu düzende tutmak iktidarın elindedir. Asıl olan bu süreçte özel çıkarları bir kenara bırakıp insanların ortak bir paydada refaha ulaşmasını sağlamaktır. Yukarıdaki Münci Kapani’nin yazısından da şuna varılmalıdır ki; politikanın yalnızca bir tarafı yoktur. Bir düşüncenin belli zümrelerce doğrusu vardır. Politika kavramını da bu şekilde görmeliyiz. İki karşıt görüşün dahilinde bakıldığında politika kavramının hem düzen tarafı hem de iktidar tarafı oluşmaktadır. Bu iki kavramı birbirinden bağımsız okumamız politik bağlamda imkansızdır. Bahsedilen bütün olay aslında kavramlara daha geniş bir perspektiften bakmakla alakalıdır.

Politika bir ihtiyaç dahilinde toplumun yararına sayılmaktadır. Bu kavramın varlığı ortadaki fikir ayrılıklarının, orta yol bulunmasıyla birlikte bir karara bağlanması olarak nitelendirilebilir. İnsanlar arasında fikir ayrılıkları var olduğu sürece politika kavramı da varlığını sürdürmeye devam edecektir. Çünkü insanlar arasındaki fikir ayrılıkları her zaman daim kalacaktır. Fakat otoriter rejimler, kapitalist düzen kurmak çabasına girenler ve diktatörler politika kavramını kendilerine göre uyarlayarak kendi düşüncelerini topluma empoze ederler. Bu durum politika kavramının objektif yorumlanmadığının, tamamen belirli bir zümreye hizmet edildiğinin göstergesidir. Böylelikle bahsi geçen kavramdan sapıldığı belli olur. Burada bahsedilmek istenen şudur; eğer politika yanlı bir şekilde uygulanırsa toplumsal karışıklık, iç savaş ve kaos kaçınılmaz olur. Yani politikacı bahsi geçen kavramı objektif bir şekilde, tamamen fikir ayrılıklarını ortak bir paydada buluşturmak amacıyla kullanmalıdır.

Yukarı kısımlarda kısaca politika kavramının türemesinden bahsetmiştik. Şimdi de bu kavramın kısaca gelişimine değinebiliriz. Bahsi geçen kavram sosyal bilimlerin en eski ve sürekli değişime uğrayan bir bilim dalı sayılmaktadır. Eskiden şimdiye kadar uzanan bu süreçte birçok düşünür; toplum hayatı, çeşitli yönetim şekilleri ve iyi olan yönetim şeklinin esaslarını bulmak adına çeşitli düşünceler ortaya atmışlardır. Siyaset felsefesi olarak ortaya düşünce ayrılıkları yahut düşünce benzerlikleri harmanlığında çıkan politika kavramı günümüzdeki şeklini almıştır. Politika biliminin devlet ve hükümet şekilleri paralelinde günümüze gelene kadar siyaset felsefesi ve anayasa hukuku çerçevesinde değiştiği gözlenmektedir.

“19. yüzyılda diğer sosyal bilimlerin de gitgide politika konusu ile ilgilendiğini görmekteyiz. Kendilerine özgü belirli inceleme alanları olan tarih, hukuk, iktisat, sosyoloji ve antropoloji gibi disiplinlerin, başlarına “siyasal” sıfatını yerleştirmek suretiyle politikanın değişik yönlerini kendi aralarında bölüştükleri ve neticede ortaya birtakım yeni “yan-disiplinler” çıkardıkları görülür. Böylece, siyaset felsefesi ve siyasal hukukun yanı sıra, siyasal tarih, siyasal iktisat, siyasal sosyoloji ve siyasal antropoloji gibi bilim dalları sosyal bilimler alanına dâhil olmuşlardır. Bu durum, yakın zamana gelinceye kadar niçin “siyasal bilim” yerine daha çok çoğul olarak “siyasal bilimler “den söz edildiğini anlatmaya yetecektir”[4].

Bütün bunlarla birlikte politika kavramının bilimsel bir inceleme halini alması İkinci Dünya Savaşı ertesine kadar sürdüğü bilinmektedir. Bu kavram bahsi geçen tarihten sonra bir kırılma yaşamıştır. Böylelikle politika kendine özgü yöntem ve amaca sahip bağımsız bir disiplin olarak kabul edilmeye başlanmıştır.

1950 yıllarında UNESCO çatısı altında toplanan çeşitli devletlerden bilim insanları düşüncelerini; incelemeleri ve araştırmaları sonucunda “Çağdaş Politika Bilimi” adlı eserde bir araya getirmişlerdir. Çeşitli kongreler ve toplantılar dahilinde ortaya konmuş olan eser, politika biliminin konusundaki yeri ve değişimi açısından iki konu bakımından etkilidir; inceleme konusu ile içerik ve araştırma yöntemleri. Sözgelimi politika biliminin değişimi böyle bir süreçle ortaya çıkmıştır.

Münci Kapani politika biliminin ana konusu nedir sorusunu şöyle yanıtlar;

“Politika biliminin ana konusu nedir? Bu soru, klasik politikanın gelişimini ve yeni politikanın doğuşunun tartışmalı noktalarından birini oluşturur. Klasik politika bilimi ana konu olarak “devlet”i ele alıyordu. Devletin fonksiyonu, kuruluşu, amaçları, devlet ve birey ilişkileri gibi sorunları kapsayan geleneksel siyasal bilim, esas olarak “devlet bilimi” olarak kabul ediliyordu. Bugün de siyasal bilimciler arasında bu görüşe bağlı kalanlar vardır. Örneğin, Marçel Prelüt, politika bilimi terimini benimsemekle birlikte, disiplinin mahiyeti ve temel kavramı bakımından bunun “devlet bilimi” niteliğinde olduğu tezini savunmaktadır. Fakat bu görüşün günümüzde etkisinin az olduğunu görmekteyiz. Gerçekten, politika biliminin kapsamını devletle sınırlandırmak, bu alanı daraltmak demek olacaktır. Politika, devleti aşan bir kavramdır. Siyasal ilişkiler, henüz devlet niteliğinde olmayan topluluklarda görülmektedir. Leslie Lipson’un da belirttiği gibi, “devletin olduğu yerde politika da vardır; ancak bunun tersini ileri sürmek, yani politikanın olduğu yerde devlet de vardır” demek mümkün değildir. Diğer yandan devlet, değişik anlayışlara ve tanımlamalara yol açan bir kavram niteliğindedir”[5].

Politika kelime anlamıyla amaca ulaşmak konusunda izlenen yol anlamı taşımaktadır. Bu amaç her alanla ilişkili olmalıdır ve izlek olarak seçilen yol tek değildir. Bu hedefe ulaşmanın birçok yolu vardır. Böylelikle politikanın asıl hedefine ulaşması için birkaç yolu vardır. Bunlar; “Bilgi politikası, bilim ve teknoloji politikası, eğitim politikası, sosyal politika ve kültür politikasıdır.”

Bilgi politikası; bilginin erişim sağlanmasına, üretimine, yönetimine ve işlenip kullanılmasına yönelik birbiriyle ilişkili kanun, yönetmelik vb. yargı politikalarıyla ilgili uygulamaları düzenleyen politikalardır. Bu politikanın önemi ulusal düzlemdedir. Bilim ve teknoloji politikası; ülkenin bilim ve teknoloji alanındaki üretimini artırmayı ve bu alanlarda zenginleştirmeyi hedefleyen bir politikadır. Başka bir amacı ise; ekonomik büyümedir. Böylelikle yaşam kalitesini artırmak hedeflenir. Eğitim politikası; kamu yararı düşünülerek düzenlemeler yapılan bir uygulamadır. Bu politika ülke düzeyindeki en önemli politikalardan biridir. Sosyal politika; tamamen toplumsal olanı kapsayan bir politikadır. Sosyal sınıfların hareketleri, düşünce ayrılıkları ve bu konudaki mücadeleleri karşısında devleti idare etme siyaseti olarak da tanımlanabilir. Sosyal politikanın asıl amacı toplumun adaletini sağlamaktır. Toplumun kapitalizm tarafından doğan çeşitli unsurlardan korunması olarak da nitelendirilebilir. Kültür politikası ise; genel bir deyişle toplumun refah seviyesini kültürel anlamda zenginleştirme politikasıdır. Sanat, çevre vb. faktörlerle kapsamlı bir düzenleme yapılması uygulamasıdır.

Genel hatlarıyla politika kavramından bahsettik. İncelemeye aldığımız bir diğer kavram olan politikacı kavramına değinelim şimdi de. Politikacı diğer bir tabirle siyasetçi; sözlük anlamıyla parti siyasetinde aktif olan ya da hükümette görev yapan veya görev yapmak isteyen kişi olarak belirtilmiştir. Bu kavram konusunda değinilecek noktalar aslında politika üzerine olacaktır. Politika kavramından derinlemesine bahsettiğimiz için politikacı kavramını şu şekilde nitelendirebiliriz; politika uygulayan kişi.

Politikacı şayet politika kavramını bir çıkar doğrultusunda kullanmaya başlarsa bu toplumsal yargıları doğrudan etkileyeceğinden karışıklıklara yol açar. İktidar olgusunun politika kavramıyla bağdaşımı bu şekildedir. Toplum iktidardan yaşamının sağlıklı ve sorunsuz bir şekilde ilerlemesini beklerken iktidar da bu şekilde bir politika uygulamak zorundadır. Aynı zamanda iktidar toplumdan itaat bekler. Politikacının bu kavram üzerindeki yeri de bu şekildedir.

Politikanın yanlış uygulanması böylelikle başka kavramlar doğuracaktır; despotizm ve diktatörlük. Despotizm kelime anlamıyla despotluktan türeme, bir ülkeyi baskıya, zora dayanarak yönetme biçimi olarak anılmaktadır. Kenneth Minogue Siyaset ve Despotizm kitabında despotizm kavramının özünden şöyle bahseder;

“Despotizmin özü, ister pratikte, ister hukuki açıdan olsun, egemenin kontrol edilemeyen gücüne karşı herhangi bir yolun ve çıkış noktasının olmayışıdır. Tebaanın tek amacı onu memnun etmektir. Parlamento yoktur, iktidarın aç gözlülüğünden yasalar yoluyla korunacak olan özel mülkiyet de yoktur; tek kelimeyle, despot’unkiler hariç hiçbir kamu hakkı yoktur”[6].

Yukarıda bahsi geçen özellikleri desteklemesi için Hitler ve Stalin gibi diktatörlerin uyguladıkları politika örnek verilebilir. Çünkü bu durumdaki esas ilke despotun başka bir deyişle diktatörün kişisel eğilimlerinden doğan sübjektif emirleridir. Böylelikle taraflı olmak elbet topluma yalan söylemeyi doğuracaktır. Siyasilerin yalan söylemeleri bilinmedik bir durum değildir fakat bunun beraberinde daha birçok özellikleri vardır. Bunlardan birisi de ölümsüzlük fikridir. Diktatörleri despotluğa iten gücün ölümsüzlük fikri olması ve bu fikirden yola çıkarak kendilerini peygamber ilan etmeleri kaçınılmaz olacaktır. Bu duruma günümüzde Kuzey Kore Lideri Kim Jong-un örneği de verilebilir.

Elias Canetti Kitle ve İktidar kitabında yer alan “İktidarın Özellikleri” bölümünü 6 ana başlıkla kategorize etmiştir. Bunlardan birinci başlık; İnsanın Duruş Biçimleri ve Bunların İktidarla İlişkisi’dir. Bu başlığın ise 5 alt başlığı vardır. Bunlar; Ayakta Durma, Oturma, Yatma, Yere Oturma ve Diz Çökme’dir. Diğer başlıklar ise sırasıyla; Orkestra Yöneticisi, Zamanın Düzenlenmesi, Saray, Bizans İmparator’unun Yükselen Tahtı ve Genel Paralitikler ve Büyüklük Nosyonları’dır.

Canetti’nin Kitle ve İktidar kitabındaki en iyi tespitlerinden biri olan Orkestra Yöneticisi başlığı altında topladıklarıdır;

“İktidarın, orkestra yöneticisinin yaptığı işten daha bariz bir ifadesi yoktur. Onun halk önündeki davranışının her bir ayrıntısı iktidarın doğasına ışık tutar. İktidar hakkında hiçbir şey bilmeyen biri, bir orkestra yöneticisini dikkatle gözlemleyerek, iktidarın bütün niteliklerini, birbirinin peşi sıra keşfedebilir. Bunun hiç yapılmamış olmasının nedeni açıktır: Orkestra yöneticisinin ortaya koyduğu müziğin önemli olan tek şey olduğu düşünülür; insanlar konserlere senfoni dinlemeye gittikleri fikrini mutlak addederler ve hiç kimse buna orkestra yöneticisinden daha çok inanmaz. Orkestra yöneticisi işinin müziğe hizmet etmek ve onu sadık bir biçimde yorumlamak olduğuna inanır”[7].

Yukarıda görüldüğü üzere iktidarın orkestra şefine benzetilmesinin yegane ortak noktası yönetimdir. Canetti aynı zamanda orkestra yöneticisi imgesiyle yönetimdeki asaletin önemini vurgulamıştır. Yönetimin nasıl olması gerektiğinin vurgusunu yapan Canetti, “ya orkestra şefi yanlış bir harekette bulunursa” sorusunu da beraberinde getirir. Bu soru diktatörün yanlış politika uygulamasına benzetilebilir. Çünkü orkestra şefinin yanlış bir hareketiyle her şey birbirine girecek, ritim bozulacak ve ahenk yerle yeksan olacaktır. Bu durum tıpkı orkestranın müziğindeki gibi toplum düzenindeki ahengi de bozacaktır.

Genel bir bakış açısıyla politika ve politikacı kavramlarına değindik. Bunlarla birlikte en önemli hususun bu iki kavramın insanın varlığıyla paralellik gösterdiğini söyledik. Çeşitli politika türleri olduğunu aktardık. Tüm bunlar dışında ise bahsi geçen iki kavramın bağdaştığı bazı kavramlar olduğunu dile getirdik. Buna ek olarak politika ve politikacı kavramının birbirinden ayrılamaz bir bütün olduğuyla birlikte daha önce de bahsi geçen; despotizm, kapitalizm, diktatörlük, sınıf ve toplum gibi kavramların da bu yönde bağdaştığını söyleyebiliriz. İnsanlık tarihinin en eski yıllarına dayanan bu iki kavramın insanlık üzerinden bağımsız okunamayacağını ve tiyatroya olan etkisini de yadsıyamayacağımızı belirtmeliyiz.

 

Onur Orhan’ın “Sadece Diktatör” Adlı Oyununun İncelenmesi

Onur Orhan; 1975’te İstanbul’da doğmuştur. Bir süre hukuk öğrenimi gören Orhan, gazetecilikten mezun olarak eğitimini tamamlamıştır. 2015 – 2016 yılları arasında Kadıköy Emek Tiyatrosu’nda oynanan ve ciddi tartışmalara yol açan Sadece Diktatör adlı oyunun yazarı Onur Orhan; aynı yıllar arasında bu oyunuyla Müjdat Gezen Sanat Merkezi (MSM) tarafından verilen Savaş Dinçel Ödülü’ne layık görülmüştür. Edinilen verilere göre Sadece Diktatör oyunu, başta Türkiye olmak üzere dünyanın dört bir yanından yaklaşık 160 bin seyirciyle buluşmuştur. Oyun 3. sezonunda hükümet tarafından sakıncalı bulunarak yasaklanmıştır.

Aynı zamanda Onur Orhan’ın senaristliğini üstlendiği ve Barış Atay’ın yönettiği; İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen 38. İstanbul Film Festivali’nden mansiyon alan Aden filmi ise yakın bir zamanda 34. Varşova Film Festivali’nde Grand Prix adayları arasındadır.

Sadece Diktatör oyunu herhangi bir diktatörün hikayesini konu almaktadır. Oyun yeri ve zamanı belli olmayan bir çalışma odasında geçmektedir. Bu çalışma odasına gergin bir şekilde, telefonda konuşarak giren Diktatör’den yığınla insanın bu mekana yaklaştığını anlarız. Bununla birlikte sadece bir saati kalmıştır; yığının karşısına çıkıp konuşma yapması için. Hayli gergin ve sinirli olan Diktatör bir saatlik zaman dilimi içerisinde seyirciye kimi zaman kendi hikayesinden çoğu zaman politikasından bahseder. Alışılagelmişin dışındadır bu kez. Her şeyi bir bir, tüm dürüstlüğüyle seyircinin yüzüne vurmaktadır. Genel hatlarıyla kendini haklı çıkarmaya çalışan Diktatör bu konuda suçlamaya başvurmaktadır. Haksız da sayılmazdır çünkü parmak bastığı noktaları iyi saptayabilmiştir fakat diğerleri gibi bir zayıf noktası vardır. Diktatör buraya nasıl geldiğini, nasıl bu kadar şeye sahip olduğunu ve bütün bunlar süregelirken diğerlerinin nerede olduğunun cevaplarını bir bir anlatır oyunda. Bütün bunlarla birlikte dışarıda galeyana gelmiş yığının karşısına konuşmak için çıkmasıyla da oyunu bitirir.

Yukarıda Onur Orhan ve onun Sadece Diktatör oyunundan bahsettim. Şimdi de Sadece Diktatör oyununun politika ve politikacı kavramları bakımından incelemesinden bahsedeceğim.

Onur Orhan; oyun başlar başlamaz bizi bir büro ortamıyla tanıştırmaktadır. Burası Diktatör’ün çalışma odasıdır. Gayet düzenli ve steril bir ortamdır. Her şey yerli yerinde ve hiçbir materyal yerinden santim oynamamıştır. Eksik olan tek bir şey vardır; Diktatör. O da çok geçmeden sinirli ve gergin bir şekilde telefonla konuşarak sahneye girer. Telefonun diğer ucundaki şahıs; Diktatör’ün ofisine karşıtı olan yığınla insanın yaklaştığını söyler. Böylelikle oyun kişisi daha da hiddetlenir. Çünkü buraya gelmelerine ve yığının karşısına çıkıp konuşma yapmasına kısıtlı bir zaman kalmıştır. Yaklaşık bir saat kadar vakti kalan Diktatör tiklerine hakim olamayacak vaziyete gelmiştir. Önce pencereyi kontrol eder. Daha sonra ise saati kurar ve seyirciye doğru çevirir. Sonra aynanın karşısına geçer. Kendiyle konuşarak kendini motive ve telkin eder. Bütün bunlara rağmen gerginliği ve siniri geçmemiştir. Sonra masayla ilgilenmeye ve oyalanmaya başlar. Bir an; seyirciyle konuşmaya karar verir.

Diktatör onları olabildiğince küçümseyerek ve hor görerek, onu istemeyen büyük bir topluluğun buraya yaklaştığından dem vurmaktadır. Bununla birlikte onların karşısında dimdik duracağından, bunun da ihtişam ve gösterişle olacağından bahseder.

“Ayrıca mekân önemli! Büyüklüğü de önemli, ihtişamı da… Bunu iyi biliyorum. Bak, dünyanın bütün ülkelerine bak, göreceksin sarayları”[8].

Daha sonra ufak ufak kendi hikayesine doğru yol almaya başlar. Ailesinin durumunun iyi olmadığını ve fakir bir semtte doğup büyüdüğünü söyler. Bundan sonra da politikaya nasıl adım attığını anlatır. Böylece hikayesine hız kazandırmaya başlamıştır. Böylelikle bizde yavaş yavaş Diktatör adlı oyun kişisini tanımaya başlarız.

“(…) Büyük binalar, saraylar, törenler, resm-i geçitler, bayraklar, dualar, bunlar önemsiz olsaydı kimse bunlarla uğraşmazdı. Hiçbir lider kaçamaz bunlardan. Senin en sevdiklerin, taptıkların bile kaçamaz. Hayır, buna ihtiyaç var. Üzerinizde etkisi var çünkü. Korkutucu, hipnoz altına alan bir etki… Kendilerinden büyük bir şeye adamak istiyor insanlar kendilerini. Bu insani bir ihtiyaç. (Gülümseyerek.) İşime yarayan bir ihtiyaç”[9].

Yukarıdaki alıntıdaki atfın önemi şudur; insanlar inanmak istedikleri varlıkların hep kendilerinden daha şaşaalı olmasını isterler. Daha ihtişamlı görünen inanılmak istenen varlık; her sorunun çözümcüsü niteliği taşımalıdır ki; güven problemi yaşanmasın. Bu esasen basit bir göz yanılgısı olarak kabul edilebilir fakat etkilidir. Sözgelimi, diktatör böylesi bir hareketle ülkesinin milletini ihtişam ve gösterişle korkutabilecek ya da büyüleyebilecektir.

“(…) Nasılsa her bildiğini unuttuğun gibi bunu da unutacaksın, o yüzden sana sır verilebilir: Devlette başarı yukarıya doğru değildir. Melek olmakla ilgilenmiyorum ben. Aşağıya doğrudur, yeraltına aittir. Birtakım karanlık işler. İnsanın sert koşulları göze alması gerek”[10].

Bir diktatörün bembeyaz olması pekte mümkün değildir. Zira yalnızca şu yönden hak verilmesi gereklidir ki; devlet yönetiminin zor olduğu aşikardır. Fakat diktatörün her zaman seçim yapma hakkı vardır; ya en az sıyrıkla beyazlığını koruyacak ya da tamamen siyah olmayı seçip gizlenmeyi tercih edecektir.

Diktatör daha sonra seyirciyle irtibatını artırmaktadır. Hayli sinirlidir. Seyirciyi yani temsili halkı aşağılayarak kendini tatmin etmeye çalışmaktadır. Bu psikoloji tam anlamıyla suçlu psikolojisidir ki oyun kişisi bunu oyun metni içerisinde de kabullenmektedir. Şöyle ki; suçlu eğer sinirle ve ağzı köpürerek birilerini suçlamaya başladıysa suçunu da kabul etmeye başlamıştır. Metinde de görüldüğü üzere oyun kişisi bu tanımla birebir uyum sağlamaktadır. Bütün bunlar dışında metinden anlaşılacağı üzere seyirciyi suçlamasındaki konuşmalarında haklılık payı da vardır. Esasen doğru noktalara parmak basan Diktatör, kendinde de haklılık payı aramaya başlamıştır.

“(…) Yoluma çıkanları birer birer silkeleyip attım. Hızla yaptım bunu. Politikayla ve yasalarla. Hayır, yasalarla bir şey yapmadım. Yasalarla bir şey yapamazsınız. Zamanımızı mahkemelerde harcasaydık çok işimiz olurdu. Ben hukukçu beylere güvenmem. Paragraf cambazlarını işe karıştırmadan insanları tutuklamak çok daha pratik… Kendime bu hakkı tanıyorum. Ben kendi kendimin adalet bakanıyım”[11].

Diktatör’ün bu cümlelerinden asla aksi bir çıkarımda bulunamayız. Her şey gözle görülür vaziyette ve apaçıktır. Kendi kanun ve hükümlerini -bunlar canice de olsa- hiç çekinmeden yürürlüğe koyan, kendi ne isterse o olan bir yönetim şeklinden sonuçla elbette ki bir diktatöre yaraşır bir harekettir bu tutum. Esasen yalnızca kendinin adalet bakanı değildir. Ülkeyi kendi tekelinde tutmak için bütün makamların görevlerini üstelenen yegane şahıstır. Ekonomi bakanı iken aynı zamanda birçok görevi de üstlenmektedir. Böylelikle hükmetmek ateşini körükleyerek her şeye sahip olmak duygusunu bir nebze de olsa dindirmeyi amaçlamaktadır.

Onur Orhan bahsettiğimiz diktatör özelliklerinden ziyade en önemli olduğunu düşündüğü özelliği vurgulamakta bu kez; bağırmak! Diktatör oyun kişisi bu durumu çok net bir şekilde seyircinin yüzüne vurmaktadır. Böylelikle halkın bağıranları sevdiğini söyleyerek onları aşağılamak ve rencide etmektedir.

“(…) Bağırırken ne yaptım gördün mü? Bana gelen suçlamayı (Eliyle geriyi işaret ederek, tane tane.) az önce anlattığım gibi yine sana, daha yüksek sesle, bağırarak, hiddetle ve parmağımı sallayarak iade ettim”[12].

Ego havuzunda deliler gibi yüzen Diktatör bununla da yetinmeyip bir de özlü sözlerle kendine övgüler sıralar.

“(…) Ortalama insan, bir haritayı önüne açtığında kendini küçücük hisseder, bense dünyayı avucumun içine almış gibi hissederim kendimi. Parmağımı koyduğum yere adamlarımı sevkedebilirim”[13].

Özlü sözlerle tespitlerde bulunmaya başlayan Diktatör oyunun devamında kitle kavramına kılıf uydurma çabasına girmeye başlamaktadır.

“(…) Bu tespit büyük bir hata: “Kitleler kadın gibidir.” Değildir! Değildir ve Allah’tan değildir, şükür ki değildir yoksa halim duman olurdu. Size bir sır vereyim, kitleler daha çok erkektir. (Dalga geçercesine güçlü.) Erkek! (Dalga geçercesine zayıf.) Erkek… Öyle ya da böyle erkektir kitleler… O yüzden dikkatleri kolay dağılır. O yüzden hemen bir kavgaya karışır, o yüzden bir dikilir kabarır, (Bacaklarının arasına bakarak.) bir patlar yumuşarlar. Erkek, sabit değildir, oynaktır. Kadın sabittir. Yani bir yerden bir yere sürüklemek zordur kadını. (Kendinden geçerek.) O yüzden ancak saçından yakalarsanız onu… (Kontrollü olmaya çalışarak.) Konuşmanız, konuşmanız, konuşmanız gerekir bir kadına. Onu ikna etmeniz. Kulağının dibine yumuşacık fısıldamanız, onu sevdiğinizi. (İğrenmiş gibi.) Böyle şeyler işte ve eğer onu ikna edemezseniz, bilin ki bildiğini okuyacak ve istediğini alacaktır. Ama erkekler bir emre boynunu verir. Kuzum benim… Kuzucuklarım. Kadınlar bir şeye inandı mı, işiniz zordur onlarla. Erkeklerin dikkatini çelmekse kolaydır”[14].

Metnin kırılma noktalarından biri olma niteliği taşıyan repliklerde oyun kişisi “dürüst bir diktatör” olarak karşımıza çıkmaya devam etmektedir. Bununla birlikte cinsiyet kıyaslamasıyla aslında erkek hegemonyasına da bir atıfta bulunmakta ve iğnelemektedir. İktidar ve erkek kavramlarıyla bir bağ kurup kitle kavramına kendince bir yorum getirmeyi hedeflemektedir. Bu tavır; tam da zor durumda kalan bir politikacının sergilemek istediği bir tutumdur.

“(…) Bir dahi yüzyılda bir geliyor bu dünyaya. Bu yüzden görevlerimin yerine getirilmesini benden sonrakilere bırakamam. Onların tek görevi olacak: Benim fethettiklerimi ellerinde tutmak”[15].

Yukarıda görüldüğü gibi; kendini dahi olarak nitelendiren Diktatör, bizlere diktatör özelliklerinden birini daha benimsetiyor; aşırı ego! Bu durumun bazen kendini peygamber ilan etme haline kadar gidebileceğini söylemiştik. Kendini herkesten üstün gören iktidar; kitleyi tamamen bir karınca gibi görmeye başlar. Daha önce kendini kendinin adalet bakanı olarak nitelendiren Diktatör oyun kişisi karakteristik özelliklerinden bir an olsun vazgeçmediğini göstermektedir.

Bütün bunlarla birlikte biat etmek, itaat etmek ve tabi olmak meselesi hakkındaki düşüncelerini aktarmaktadır. Güven kavramını nasıl işgal ettiğinden bahsetmekte ve böylelikle buraya kadar gelirken kullandığı yolları ve amacına ulaşmak için neler neler yaptığını bir bir sıralamaktadır.

Bağırmaktan dem vuran ve halkın bağıranlarını sevdiğini düşünen Diktatör; kapısına yığılan insan kalabalığının karşısına geçmek için harekete geçmekte daha sonra. Konuşmasına da yüksek sesle söylediği “Eyyy!” hitabıyla başlamakta ve oyunu da bu şekilde sonlandırmaktadır.

Görsel 1. Kadıköy Emek Tiyatrosu, Sadece Diktatör, Barış Atay, 2015
https://tiyatrolar.com.tr/tiyatro/sadece-diktator Erişim Tarihi: 3 Mayıs 2020

Nazım Hikmet’in “Sabahat” Adlı Oyunun İncelenmesi

Nâzım Hikmet Ran 15 Ocak 1902 Selanik’te doğmuş olup 3 Haziran 1963 yılında Moskova’da vefat etmiştir. Türk şair ve yazar Ran; Romantik Komünist ve Romantik Devrimci lakaplarıyla da bilinmektedir. Siyasi düşünceleri yüzünden defalarca tutuklanmış ve yetişkin yaşamının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmiş olsa da binlerce eser kaleme almıştır. Eserleri birçok ödül almış ve şiirleri elliden fazla dile çevrilmiştir.

Nazım Hikmet yasaklı olduğu yıllarda Orhan Selim, Ahmet Oğuz, Mümtaz Osman ve Ercüment Er gibi takma adlarla yazmıştır. Bu duruma örnek olacak olan İt Ürür Kervan Yürür kitabını Orhan Selim takma adıyla kaleme almıştır. Türkiye’de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin en önemli, öncü isimlerinden olan Nazım Hikmet Ran; uluslararası bir şana ulaşmış ve dünyada 20. yüzyılın en gözde şairleri arasında gösterilmektedir.

59 yıllık hayatına şaheserler sığdıran Nazım Hikmet 1962 yılında kaleme aldığı Oyunlarım Üstüne adlı değerlendirmesinde tiyatroyla ne kadar içli dışlı olduğunu anlatmakla birlikte teatral faktörlerin kendi şiir meşgalesini de farklı bir boyuta taşıdığını belirtmiştir. Bununla birlikte birçok tiyatro oyunu kaleme almış ve bu oyunları birçok yerde sahnelenmiştir. Neredeyse her alanda metinler yazan Hikmet 1963 yılında ise hayata gözlerini yummuştur. Hikmet’in mezarı ise hala Moskova’da bulunmaktadır.

Nazım Hikmet Sabahat adlı oyunu 1948 yılında yazmıştır. Bahsi geçen oyun 1966 ise yılında kitap olarak basılmıştır.

Türkiye’deki tek partili yılların izlerini sıkça rastlayacağımız bahsi geçen oyunda bürokrasinin ve üst kesimin ülke ve sosyal yaşam üzerindeki etkisi söz konusudur. Oyunda üst kesim avam kesimi ezdikçe ezmeye devam eder. Bununla birlikte halk ise ezilmemek için türlü mücadeleler verir. Oyun bu iki eylem arasında çatışmayla süre gelmektedir. Merkezde ailesi olmayan Sabahat adlı on altı-on yedi yaşlarında bir kız çocuğu vardır ve olaylar onun etrafında gelişmektedir. Evlatlık olarak büyütülen Sabahat bir fabrikada işçi olarak çalışmaktadır. Onu evlatlık alan ailede ise Yılancı İbrahim lakaplı, işsiz, asalak bir baba vardır. Üvey annesi ve Sabahat çalışırken o eve gelen parayı çarçur etmekte ve yan gelip yatmaktadır. Bunun üzerine yoksunluktan bıkan aile, bolca para karşılığında Sabahat’ı fabrika patronunun oğluyla evlendirmeye çalışırlar. Sabahat ise uğradığı bu büyük mağduriyet karşısında verem hastalığına yakalanır fakat hayatın bir ucundan tutup yaşamaya devam eder. Nazım Hikmet bütün bu olaylar silsilesi arasında debelenen Sabahat ve onun gibilerin hikayesini bir ezen-ezilen çatışması içerisinde anlatır.

Sabahat onurlu bir genç olan Murat ile tanışır ve birbirlerine aşık olan iki genç evlenme kararı alırlar. Yılancı İbrahim ise bu evliliğe kendi çıkarlarına ters düşeceği kaygısıyla karşı çıkar. Ali Usta’nın dükkanında çıkan hengamede, Murat tarafından ağır yaralanan Yılancı karakteri hastaneye kaldırılır. Murat ise hapse atılır. Bu yaşanan olaylar neticesinde üvey annesi Sabahat’ı sorumlu tutar ve onu sokağa atar. Bu sırada Patronun Oğlu Sabahat’ın sevdiği Murat’ı hapishaneden kurtarma vaadiyle tekrar Sabahat ile birlikte olur. Sabahat bu birliktelikten hamile kalmıştır. Derhal durumu hapishaneye ziyaretine gittiği Murat’a anlatır. Murat deliye döner ve hakaretler savurmaya başlar. Sabahat bu durumu kendisi için yaptığını açıklamaya çalışsa da Murat’ın siniri bir türlü geçmez. Sabahat ise bunun üzerine Müdür’ün masasında bulunan tabanca ile intihar eder. Oyun da Sabahat’ın ölümüyle sona erer.

Yukarıda kısaca Nazım Hikmet ve onun Sabahat adlı oyunundan bahsettim. Şimdi de Sabahat oyununun politika ve politikacı kavramları bakımından incelemesinden bahsedeceğim.

“ALİ: Vay anasını, amma da namussuz herifler var bu dünyada”[16].

Ali karakterinin bu repliği tıpkı Godot’yu Beklerken adlı oyundaki ilk replik gibi bir nitelik taşımaktadır. Samuel Beckett bahsi geçen oyunda henüz oyunun başında ne olacağını söyler. Yapacak hiçbir şey yoktur ve sadece Godot’yu beklemeye devam ederler. Burada da “namussuz herifler” vardır ve var olmaya devam edecektir. Çünkü bu replikten biraz sonra Nuri karakterinin anlatacağı Süleyman hikayesindeki Süleyman’a tekmeler savuran şahıs bu replikteki ibareyi birebir karşılayacaktır.

Oyunun ilk sahnesinde savaşın olumsuz getirilerinden olan ekonomik sorunlardan bahsedilmektedir. Marangoz Ali Usta üst kesimin emek sömürüsünden yakınmakta hatta Işıklar Köyü’nden gelen Hüseyin ve Kayseri’ye fabrikada çalışmak üzere yanına gelen ama buna rağmen yine de para kazanmak zorunda olan Murat karakterleri bu duruma en iyi örnek olacaktır. Nazım Hikmet her ne kadar şahıs geçirmemiş olsa da şahısların bahsini geçirmiş ve bununla birlikte duruma kısa ama etkili bir tutum sergilemiştir. Çünkü neredeyse herkes aç ve hastalıktan kırılmaktadır. Nazım Hikmet henüz oyunun birinci sahnesinde bunun izlerini hissettirmektedir.

Verem dispanserinde geçen ikinci sahnede ise yoksulluk, yetersiz beslenme gibi nedenlerle yayılan verem hakkında dolanan söylentiler ister istemez herkeste tedirginlik yaratmıştır. Bu süreçte halk ve süreci idare etmeye çalışan görevlilerin bahsi geçmektedir. Verem olmadığını ispatlamak için dispansere giden Murat burada Sabahat ile karşılaşır. Murat’ın verem belirtilerini taşımadığı anlaşılmıştır.

“NURİ: Bu akşam bendesin. Şarap içer misin?

MURAT: Elbette… Bak, bugün işe başlayacaktık… Neyse, yarın koza çuvallarının altına bir gireyim, görenler de, “Sülâlen Siirtli hamal mıydı!” desinler. Ver şurdan bir fırça da bana. Boyacılığı seyret bende”[17].

Kurulan düzen itibariyle Murat, Nuri’nin bu durumu kutlamak için onu şarap içmeye davet etmesine bile sevinememiştir. Sevindiği tek şey gayretli çalışacağı ve sermaye sahiplerinin onunla gurur duyacağı noktasıdır.

Üçüncü sahne Sabahat’ın fakir odasında geçmektedir. Sabahat ile Murat’ın ilişkilerinin ilerlediği anlaşılan bu sahnede Sabahat, Yılan İbrahim’in borcunu ödemek için kendisini Patronun oğluna sattığını anlatır. Murat’ın ise bu süreçteki tutumu kıskançlıktır. Bu sahnedeki önemli noktalardan biri ise bu iki aşığın yorgunluktan doğan konuşmalarıdır.

“SABAHAT: Siz ne vakitten ne vakte ayakta kalırsınız bakayım?

MURAT: Fabrikasına bakar. Sekiz saat, devlet fabrikasında. Ötekilerde dokuz da olur, ona kadar da çıkar. Ya siz?

SABAHAT : (Kibirli.) Biz sabahın dördünde, beşinde başlarız, öğle üstü biraz paydos, sonra gece sekizde, dokuzda işi bırakırız… Kaç saat etti?

MURAT: Sabahın dördünden, beşinden, gecenin sekizine, dokuzuna, bir saat öğle paydosunu çıkar, on dört, on beş saat…

SABAHAT: Gördün mü? Nasılmış? Biz sizden çok ayakta kalıyoruz işte…

MURAT: Doğru…

SABAHAT: Hem bizde öyle kazık gibi herifler değil, hep kadınlar, kızlar, çocuklar çalışır”[18].

İki aşığın arasında geçen diyaloglar bile iş üzerinedir. Nazım Hikmet, sermaye sahipleri tarafından kurulan düzenin ne kadar vahşi olduğunu bu şekilde gözler önüne sermektedir.

Dördüncü sahnede ise işlerin durgunlaşması karşısında direnemeyen Marangoz Ali Usta’nın dükkana mobilya almak için gelen Halil Ağa ile arasındaki muhabbetler yer verilmektedir. Sabahat ile Murat da daha sonra aynı dükkanda buluşurlar fakat Murat’ın içine bir şüphe ateşi düşmüştür. Çünkü Sabahat’ın bu hayattan kurtulmak için onunla evlenmek istediğini düşünmektedir. Aynı zamanda Sabahat’ın ailesi de bu ilişkiyi istemez. Yılancı İbrahim Sabahat’ın Murat ile evlenmesine razı gelmemektedir. Çünkü Sabahat’ın üzerinden elde ettiği gelirin bozulacağını bilmektedir. Bu yüzden Yılancı İbrahim ile Murat arasında kavga çıkar. Kendini savunmak isteyen Murat, Yılancı İbrahim’i yaralar.

Bu sahnedeki temel faktörlerin sebebi yine ekonomik sıkıntılardır. Çünkü oyun ilk bakıldığında Murat ile Sabahat’ın aşk hikayesi gibi görünse de olayın ardında seyreden muhteşem bir eleştiri vardır. Bu eleştiriyi en iyi Halil ve Ali karakterlerinin diyaloglarında görmekteyiz.

“HALİL: Harp olacak diyorlar…

ALİ: Olsun, alıştık…

HALİL: Alışmasına alıştık ya, hani yine de boş durmaya gelmez, şimdi ucuz pahalı iş çıkarıp beş on para koymalı bir yana, harp çıktı mıydı, işler açılır yine, sermaye lazım…

ALİ: Bizim şimdi de boş durduğumuz yok ki…

HALİL: Alışveriş durgun… Çarşı kabristan gibi”[19].

İkili arasında geçen bu diyalog ise durumu gayet net özetlemektedir. Çekilen sıkıntıların bütün nedeninin savaş olduğu bariz bellidir. Nazım Hikmet ise göndermesini direkt üst kesime yapmıştır. Çünkü halk açlıktan kırılırken sermaye sahipleri zenginliğine zenginlik katmaya ve refah içinde yaşamaya devam etmektedir.

Beşinci sahne adliyede geçmektedir. Jandarma ile sanıklar arasında 1946 senesinde Türkiye’de demokrat partinin kazanımıyla sonuçlanan seçimlerin şaibeli olduğuna dair bir muhabbet başlamıştır. Yaralanmış olan Yılancı İbrahim’in hayati tehlikesinin olmadığı anlaşılmıştır. İdam söylentisi çıkarılmış olsa da bu olay için uygulanamayacağı açıktır ama bu korku bir kere yayılmıştır. Sabahat ise üvey annesi tarafından evden kovulmuştur.

Genel hatlarıyla böyle seyreden sahnenin başlarında Gecekuşu ve Jandarma 2 adlı karakterler arasında ironik bir konuşma geçer. Gecekuşu hapishaneleri eleştirmektedir.

“JANDARMA 2: Kimseler yatmasa hapisaneler ne olacak? Koskoca devlet bu kadar masraf etmiş, yapılar yapmış, boş kalır mı? Müdürleriydi, kâtipleriydi, gardiyanlarıydı ne olacak? Allah herkese bir rızık vermiş. İmam ölüden, doktor hastadan geçinir”[20].

Nazım Hikmet Jandarma 2 karakteriyle müthiş bir toplumsal eleştiri yapmıştır. Bariz bellidir ki; bilinçsiz halk Jandarma 2 karakteri gibi düşünmeye devam ettikçe ezen ve ezilen bahsi var olmaya devam edecektir.

“MÜDÜR: Tamam… Zırıltıya meydan vermeyin… (Birdenbire sertleşir.) Savcılığa yine içerden mektup yollamışlar… “Hapisanede esrar dolu, afyon dolu, aldıran yok, koğuşlarda resmen nargile içiliyor, kumar oynanıyor,” diye yazmışlar”[21].

Nazım Hikmet bu bölümde ise sistemin iyice cılkının çıktığını göstermek istemiştir. Genelde göndermelerini ironik bir dilde yapmayı tercih eden Hikmet bu süreçte de bu yola başvurmuştur.

“MÜDÜR: (Evrakı önünden iter, başını kaldırır, derin bir nefes alır.) Ben ne adamım vallahi… Bak şurda bir evrak var, bunu benden başkası, böyle dobra dobra, kafasına çalarmış gibi, savcılığa yazamaz… Savcı da şaşıyor bana, “Senin gibi müdür görmedim,” diyor”[22].

Düzenin çarpıklığından dem vurulan bu bölümde ise Müdür karakterinin altı çizilerek uygulanan politikanın ne denli saçma olduğu mesajı vurgulanmıştır.

Marangoz Ali Usta’nın eski bir arkadaşı olan Müdür; Murat ve Sabahat’ı odasında görüştürmeye izin vermektedir. Sabahat bu görüşmede Murat’a onun idam edilmemesi için Patronun Oğlu ile birlikte olmayı kabul ettiğini ve bu ilişkiden de hamile kaldığını anlatır. Murat küplere biner. Sabahat ise küplere binen Murat’ın hakaretlerine daha fazla dayanamayarak intihar eder.

“SABAHAT: Öff… Murat, canımı yaktın… Öf, canımı yaktınız… Hepiniz”[23].

Sabahat’ın bu sözünden anlaşılacağı üzere bu atıf toplumsal olana acıyla üstü örtülmüş naif ama haklı bir isyanın dile getirilmesidir. Sabahat’ın bu son cümlesi, hiçbir suçu olmayan üzerinde baskı kuran, ondan faydalanan insanlara ve toplumsal sisteme karşı naif bir başkaldırışın ifadesidir.

Nazım Hikmet Sabahat oyununda çaresiz bırakılan ve cahilleştirilerek kullanılmaya müsait duruma getirilen halk ile gözü paradan başka bir şey görmeyen, açgözlü üst kesim arasındaki çatışmaya böylesi politik bir eleştiri getirmiştir. Sıradan bir insan olan Sabahat’ın bozuk düzenin, çarpık politikanın altında ne denli çaresiz ve ezik kaldığı durumuna atıf yapılarak bahsi geçen ilgili mercileri eleştirmiştir.

Adaletin her zaman adil işlemediğinin bahsi geçen bu oyunda her yönüyle ezilmiş ve tepinilmiş olan Sabahat’ın debelenişleri yine naif bir serzenişle son bulmuştur. Murat’a zarar gelmemesi için her şeyi yapan Sabahat vahşi kapitalistlerin ve ne yazık ki toplumsal tutumunda pençe darbelerine daha fazla dayanamamıştır. Hatta son sözünde ise toplumdan alacaklı olduğunu söylemektedir.

“Sabahat’ in, serim-düğüm-çatışma-kriz-çözüm dizgesi ekseninde geliştirilmiş bir olay kurgusu vardır. Umutsuzluk yansıtan sahnelerin arasında sevimli, dokunaklı, hatta kışkırtıcı aşk sahneleri yerleştirilerek toplumsal portenin bunaltıcı görünümü kırılmış, oyuna yeni tatlar kazandırılmıştır. Olay toplumsal durumun içerdiği sorunlarla ve sorunları yaşayan kişilerin sergilenmesiyle başlatılmış, aynı koşullarda koşullanmış bir sevi ilişkisiyle geliştirilmiştir. Bu ilişkinin yol açtığı çatışmalar sevgililerinden birinin intiharı ile noktalanırken, ötekine yeni suçlamaların yolunu açar. Nazım Hikmet bu oyununu açık uçla bitirerek yazıldığı dönemde az denenmiş bir kurgulama tekniği kullanılmıştır”[24].

Genel itibariyle bu oyunda Nazım Hikmet aldatma kavramını zorunluluk koşullarına bağlamıştır. Bu koşullar; toplumsal ve maddiyat koşullarıdır. Çünkü Sabahat karakteri için aldatma artık bir kurtuluş halini almıştır. O bu durumu Murat için yapmıştır fakat toplum bu durumu asla böyle karşılamamıştır. Dolayısıyla Sabahat’ın son nefesindeki cümleler de buna en iyi örnektir. Çünkü onu bu duruma iten koşullar vardır. Bu koşulları birçok oyununda dile getiren Hikmet; bu gibi toplumsal sorunları; Marksist dünya görüşü paralelinde incelemekte ve eleştirmektedir.

 

Bulgular

Sadece Diktatör oyununda yanlış politika uygulandığı net bir şekilde belli olsa da Hikmet Sabahat oyununda bu durumu hikayenin gerisinde tutmayı hedeflemiştir. Yani Sabahat ile Murat’ın aşk hikayesi ilerlerken arkasında akan bir toplum ve sistem eleştiri vardır.

Onur Orhan’ın yarattığı Diktatör karakterinin yanlış bir politika uyguladığı oyunun başında onun için gelen bir insan yığınından anlaşılırken Sabahat adlı oyunda bu hikayenin döneminden esintilerle anlaşılmaktadır. Nazım Hikmet dönemin ekonomik sorunlarını savaşa bağlayarak uygulanan politikanın yanlışlığını gözler önüne sermeyi hedeflemektedir. Onur Orhan ise başlı başına bir politikacının diktatörlüğe doğru evirilişini Diktatör karakteri ağzından anlatmaktadır.

Bütün bunlarla birlikte yine Nazım Hikmet’in oyununda halk açlıktan ve veremden kırılmaktadır. Aynı durum Sadece Diktatör adlı oyunda farklı bir şekilde verilmiştir. Bahsi geçen oyunda halk ayaklanıp Diktatör’ün sarayının-ofisinin kapısına dayanmıştır. Her iki oyunda da ezen-ezilen ilişkisi söz konusudur. Böylelikle taraf tutan politikacı yanlış bir politika uyguladığı için halk ayaklanmıştır. Daha öncede belirttiğim gibi; toplum politikacıdan yalnızca refah bir yaşam sürmesi için bir politika uygulamasını bekler şayet politikacı bu isteği karşılamaz veya karşılamak istemez ve sübjektif bir politika uygulamayı tercih ederse toplumda iç karışıklıklar boy göstermeye başlar.

Her iki oyunda da uygulanan politikanın yanlışlığı gözler önüne serilmek istenmiştir. Sadece Diktatör oyununda yaklaşan yığının karşısına çıkmaktan ilk başta korkmaktadır fakat seyirciye politikasını anlatmaya başladıktan sonra bir politikacı değil de Diktatör olduğunu hatırlamaktadır.

“(…) Yoluma çıkanları birer birer silkeleyip attım. Hızla yaptım bunu. Politikayla ve yasalarla. Hayır, yasalarla bir şey yapmadım. Yasalarla bir şey yapamazsınız. Zamanımızı mahkemelerde harcasaydık çok işimiz olurdu. Ben hukukçu beylere güvenmem. Paragraf cambazlarını işe karıştırmadan insanları tutuklamak çok daha pratik… Kendime bu hakkı tanıyorum. Ben kendi kendimin adalet bakanıyım”[25].

Nazım Hikmet ise; ironik bir dille aslında sistemin topluma direttiği saçma politikayı hatırlatmaktadır.

“JANDARMA 2: Kimseler yatmasa hapisaneler ne olacak? Koskoca devlet bu kadar masraf etmiş, yapılar yapmış, boş kalır mı? Müdürleriydi, kâtipleriydi, gardiyanlarıydı ne olacak? Allah herkese bir rızık vermiş. İmam ölüden, doktor hastadan geçinir”[26].

 

SONUÇ

Genel bir bakış açısıyla politika kavramı; insan var olduğu sürece var olmaya devam edecektir demiştik. Çünkü insanın olduğu yerde daima karşıtlık vardır. Politika ise bu karşıtlığı ortak bir paydada buluşturmaya denir. Bu uygulama süreci ise politikacıya aittir. Günümüze gelene kadar bu kavramın ilk günkü halini koruyamamış ve sürekli değişime uğramıştır. Zira politika sosyal bilimlerin en eski ve sürekli değişime uğrayan bir bilim dalı olarak bilinmektedir. Bununla birlikte politika kavramının asıl amacına ulaşması dallara ayrılmıştır. Bunlar; “Bilgi politikası, bilim ve teknoloji politikası, eğitim politikası, sosyal politika ve kültür politikasıdır.” Bahsi geçen kavramın paralellik gösterdiği bazı kavramlar da vardır. Bunlar ise; siyaset, despotizm, diktatörlük, kapitalizm, kitle, iktidar, sınıf vb. kavramlardır.

Onur Orhan Sadece Diktatör oyununda bir politikacıdan taraflı, sübjektif bir diktatöre dönüşmüş bir insan üzerinden sisteme göndermeler yapmıştır. Diktatörün yanlış politika uyguladığını yaklaşmakta olan insan yığınından anlamakla birlikte aynı zamanda uyguladığı politikayı ve tavrını net bir şekilde göstermesinden anlamaktayız. Bir politikacının yanlış bir politika uyguladığından yol açtığı sorunları gözler önüne sermeyi hedefleyen Onur Orhan; aynı zamanda toplumu da eleştirmekten bir an olsun vazgeçmemektedir. Diktatör oyun kişisinin seyirciye umarsızca ve haşin bir şekilde yönelttiği repliklerden bunu rahatlıkla anlayabiliriz. Fakat Orhan da Diktatör de doğru yerlere parmak basmaktadırlar. Zira toplumunda yanlış uygulanan bu politika da suçu büyüktür. Yani bu suçun tamamını politikacıya yüklemekte yersiz olacaktır. Bu sürecin bu hale kadar sürüklenmesinde halkın-toplumun da yeri hayli büyüktür.

Nazım Hikmet’in Sabahat adlı oyununda ise iki işçinin aşk hikayesi anlatılmakta fakat geride gürül gürül akan bir ezen-ezilen çatışması da eksik olmamaktadır. Hikmet genellikle şair tarafıyla bilinse de teatral mantığın görsel oluşunu da yer yer güzel kullanmaktadır. Bu durumu iki işçinin aşk hikayesinin gerisine saklamakta fakat aynı zamanda metinde geçen diyaloglarla olsun toplumun düştüğü durumun vahim görüntüleriyle olsun uygulanan politikanın yanlış olduğunu göstermekten bir an olsun kaçmamaktadır. Savaştan dolayı ülkenin üzerine çöken ekonomik sorunların sistemden kaynaklı olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü bir tek üst kesim savaştan etkilenmemiş ve refah hayatına aynı şekilde hiç sekteye uğramadan devam etmektedir. Savaştan sonraki durumu bir de veremle güçlendirmektedir Hikmet. Halk açlıktan ve veremeden kırılmakta fakat yine de sistemin onca ağır yükünü sırtlanmaktadır. Çünkü uygulanan politikaya ses çıkarması pekte mümkün değildir. Sadece ekmek parasını kazanıp kendi geçimini sağlamaya odaklanmıştır.

Sonuç olarak bütün söylenenlerle birlikte politika ya da politikacı kavramlarıyla bağlantısı olmadığı düşünülen bir kavram da ortaya çıkmaktadır. Bireyselleşmedir bu kavramın adı. Kapitalizmin en büyük silahı olan bireyselleşme ise tamamen tüketim toplumu yaratmak için kullanılmaktadır. Ezen-ezilen çatışması yıllarca süre gelirken ezilen tarafın gittikçe sessizleşmesi ve vahşi kapitalizm altında soluğunun kesilmesi de tamamen politikacının ki bu bir siyasetçi de olmayabilir, güç kazanmasından ötürüdür.

KAYNAKÇA

Akıncı, U. (2010). Oyun Yazarlarımızın Çok Partili Sisteme, Politika ve Politikacıya Bakışı (1946-1960). Tiyatro Araştırmaları Dergisi, 171-184.

Atakul, C. (2019). Politik Tiyatro’nun Nazım Hikmet’in Oyun Yazarlığı Üzerine Etkisi. Yüksek Lisans Tezi. Isparta.

Bayar, Z. (1992). Nazım Hikmet Üzerine. İstanbul: Armoni Yayıncılık.

Canetti, E. (2006). Kitle ve İktidar. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Çağlayan Mazanoğlu, E. S. (2018). Unutulan Adam’dan Othello’ya: Nazım Hikmet ve Shakespeare Okuması. Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, 57-73.

Fülbert, G. (2011). Kapitalizmin Kısa Tarihi. İstanbul: Yordam Kitap.

Görsel 1. Sadece Diktatör. Kadıköy Emek Tiyatrosu, İstanbul. https://tiyatrolar.com.tr/tiyatro/sadece-diktator Erişim Tarihi: 3 Mayıs 2020

Hoffer, E. (1968). Toplumda Kitle Hareketleri ve Gerçek İnanç Adamı. İstanbul: BATEŞ Bayilik Teşkilatı.

Kapani, M. (2007). Politika Bilimine Giriş. İstanbul: Bilgi Yayınevi.

Lemke, T. (2016). Biyopolitika. İstanbul: İletişim Yayınları.

Minogue, K. (2002). Siyaset ve Despotizm. Ankara: Liberte Yayınları.

Moghaddam, F. M. (2014). Dikdatörlüğün Psikolojisi. İstanbul: 3P Yayıncılık.

Sverçevskaya, D. A. (2002). Nazım Hikmet ve Tiyatrosu. İstanbul: Cem Yayınevi.

Şeriati, D. A. (2004). Kapitalizm. İstanbul: Dünya Yayınları.

[1] Atatürk Üniversitesi, Sahne Sanatları Bölümü, Dramatik Yazarlık Anasanat Dalı, Lisans III Öğrencisi

[2] Zabunoğlu, Y. K. (1973). Kamu Hukukuna Giriş. Ankara Hukuk Fakültesi Yayınları. (sf. 1-2) Akt. Dilan Mızrak – Özgür Temiz

[3] Kapani, M. (2007). Politika Bilimine Giriş. Bilgi Yayınevi. (sf. 17-18)

[4] Kapani, M. (2007). Politika Bilimine Giriş. Bilgi Yayınevi. (sf. 23)

[5] Kapani, M. (2007). Politika Bilimine Giriş. Bilgi Yayınevi. (sf. 27-28)

[6] Minogue, K. (2002). Siyaset ve Despotizm. Liberte Yayınları. (sf. 4)

[7] Canetti, E. (2006). Kitle ve İktidar. Ayrıntı Yayınları. (sf. 399)

[8] Orhan, O. (2015). Sadece Diktatör. Basılı Olmayan Metin. (sf. 3)

[9] Orhan, O. (2015). Sadece Diktatör. Basılı Olmayan Metin. (sf. 4)

[10] Orhan, O. (2015). Sadece Diktatör. Basılı Olmayan Metin. (sf. 4)

[11] Orhan, O. (2015). Sadece Diktatör. Basılı Olmayan Metin. (sf. 6)

[12] Orhan, O. (2015). Sadece Diktatör. Basılı Olmayan Metin. (sf. 8)

[13] Orhan, O. (2015). Sadece Diktatör. Basılı Olmayan Metin. (sf. 9)

[14] Orhan, O. (2015). Sadece Diktatör. Basılı Olmayan Metin. (sf. 11)

[15] Orhan, O. (2015). Sadece Diktatör. Basılı Olmayan Metin. (sf. 14)

[16] Hikmet, N. (1993). Oyunlar 2 – Ferhad ile Şirin. Adam Yayınevi. (sf. 137)

[17] Hikmet, N. (1993). Oyunlar 2 – Ferhad ile Şirin. Adam Yayınevi. (sf. 154)

[18] Hikmet, N. (1993). Oyunlar 2 – Ferhad ile Şirin. Adam Yayınevi. (sf. 159)

[19] Hikmet, N. (1993). Oyunlar 2 – Ferhad ile Şirin. Adam Yayınevi. (sf. 169)

[20] Hikmet, N. (1993). Oyunlar 2 – Ferhad ile Şirin. Adam Yayınevi. (sf. 184)

[21] Hikmet, N. (1993). Oyunlar 2 – Ferhad ile Şirin. Adam Yayınevi. (sf. 195)

[22] Hikmet, N. (1993). Oyunlar 2 – Ferhad ile Şirin. Adam Yayınevi. (sf. 203)

[23] Hikmet, N. (1993). Oyunlar 2 – Ferhad ile Şirin. Adam Yayınevi. (sf. 210)

[24] Şener, S. (2002). Nazım Hikmet’in Oyun Yazarlığı. Kültür Bakanlığı Yayınevi. (sf. 77) akt. Cihan Atakul

[25] Orhan, O. (2015). Sadece Diktatör. Basılı Olmayan Metin. (sf. 6)

[26] Hikmet, N. (1993). Oyunlar 2 – Ferhad ile Şirin. Adam Yayınevi. (sf. 184)

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Muhammed Eşref Genç

Yanıtla