Tiyatro Salt / Üç Deniz, İtirazım Var Masallara, Sıradan

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Özlem Belkıs

İzmir, dünyadaki en büyük ‘gelinlik marketi’, bu marketin merkezi de Çankaya. Burası kentin ticaretinin döndüğü, örneğin tarihi Borsa binasının, bankaların il müdürlüklerinin bulunduğu, Kemeraltı çarşısının sırtına konuşlanmış geniş bir bölge. Gelinlik modelleriyle dolu vitrinlerin, mali müşavir ve avukat bürolarının olduğu böyle bir bölgede bir tiyatroya rastlamak oldukça hoş bir deneyim. Kentin başka bir yüzünü görmek gibi, çünkü akşam saatlerinde bu bölgede nüfus neredeyse sıfıra iniyor. Çalışanlar evlerine dönünce hayalet binayı andıran iş hanının beşinci katının akşam saatlerinde bir tiyatroya dönüşmesi şaşırtıcı elbette.

Tiyatro Salt 2011’de kurulmuş, 2012’de Sahne Salt’a yerleşmiş. O günden bu yana, pandemi hariç her sezon yeni bir oyun çıkardılar. Bunların hepsi yaşamın görülmek istenmeyen taraflarına ışık tutan, yokmuş gibi yapılanları yüzümüze çarpan, hatırlatan oyunlar. Bu yıl Sahne Salt’ın onuncu yılı ve yapımlarını takip eden hiç azımsanmayacak bir seyirci kitlesi de oluşturdular.

Metinleri çoğunlukla topluluğun kurucularından Bahadır Yüksekşan yazıp yönetiyor, Alev Koçer’in de çevirip uyarladığı Kesik, Mona Hamlesi, Sessizliğin Beş Çeşidi gibi oyunlar hatırlanmalı. Yıldan yıla büyüyen kadronun çekirdeği bu iki isim, desem herhalde yanılmış olmam. Tüm bağımsız tiyatroların pandemiden yoğun şekilde etkilendiklerini, desteksiz kaldıklarını, ama inadına devam ettiklerini bir kez daha anıp, bu konuyu bir başka yazıya bırakarak Tiyatro Salt’ın sezon oyunlarına bakalım… Üç Deniz, Sıradan ve İtirazım Var Masallara.

Sıradan, pandemi öncesi birikmeye başlayan ve çözüm üretilmeyen sorunları elinde patlayan, evden çıkamadıkları için de bu sorunlarla yüzleşmek zorunda kalan kişilerin hikayelerini anlatıyor. Sorunlar pandemiye özel değil, ama çözümlenmesi için artık zaman kalmamış, bıçak kemiğe dayanmış. Paylaşacak bir şeylerinin kalmadığı, aralarındaki sevgi ve bağlılığın çoktan kaybolup gittiğini eve hapsolduklarında anlayan genç çift; yalnızlığını küresel hastalık döneminde kendi evinin dört duvarında idrak edenler, zaten sınırda olan her şeyin bardağı taşıran damlası avucuna düşenler… Sıradan insanların hikayeleri anlatılıyor bu oyunda. Uzaktan bakınca herkes gibi ve genellenebilen, fakat sorunu yaşayan için sarsıcı ve acıtıcı yüzleşmeler. Yazar, ısrarla görülmeyeni, erteleneni açık etmeyi, ışığa tutmayı ve yüzleşmeyi seviyor; tüm oyunlarında bu motifi bulmak mümkün. Sıradan da ertelenen sorunlarla ‘evde kalma’ ile zorunlu olarak yüzleşildiğini gösteriyor. Burada sorunun pandemi koşulları değil, sorunların üzerinin örtülmesi, problemlerle yüzleşme ve çözme cesaretinin olmadığına işaret ediliyor. Pandemi olsa olsa sorunu gün yüzüne çıkaran bir etmen, yazara göre.

Üç Deniz, tahmin edeceğiniz gibi isimleri aynı olan üç Deniz’in hikayesi. Bambaşka yerlerde başlayan hikayeler bir noktada buluşuyor. Aslında başka noktalarda başlayan hikayelerin buluşması, Yüksekşan’ın kullanmayı sevdiği bir teknik. Olmaz denilen buluşmalar, kimi yerde dayanışma, kimi yerde ölümle bitiyor. Her durumda yazarın, hayattaki kesişmeler ve rastlantıları etkili bulduğunu vurgulamalı. İzleyiciyi uzak bir noktadan alıp hikâye ile birlikte merkeze doğru taşıyor. Adım adım, tüm hikayelerin buluşacağı o merkeze doğru ilerliyoruz ve artık finalde bunun nasıl bir buluşma olacağını heyecanla bekliyoruz.

Bu oyunda da görülmek istenmeyenlerin, kolayca itilen ve bir çırpıda vaz geçilenlerin, ötekilerin hikayesi anlatılıyor. Bahadır Yüksekşan, Alev Koçer ve İrem Altan’ın etkileyici bir gerçeklikle canlandırdıkları kişilerin hikayeleri kimi zaman gülümseten ve samimi, kimi zaman öfke kusan ve haykıran, kimi zaman da uzaktan tanıdık hikayeler. Üç Deniz, bir kent hikayesi. Kentin ‘kenarında’ bir yaşam kurmayı mümkün kılanlar, mutsuzluklarına rağmen birbirlerine tutunarak yaşamaya çalışıyorlar bir inat.

İtirazım Var Masallara ise masallardaki öteki’leri, pırıltılı başrolün gölgesinde kalanları ele alan bir oyun. Bahadır Yüksekşan bu tek kişilik oyunda farklı masallardaki en kenarda köşede kalmış olanların hikayelerini anlatıyor. Hansel ve Gratel’in Hansel’i, kuleye tırmanan ve prensesi öpen ama hiç hatırlanmayan prenslerin, Pamuk Prenses’in canını almaya kıyamayan Avcı’nın, Fareli Köyün Kavalcısı’nın bilinmeyen hikayeleri… Masallardaki ötekiler, karanlıkta kalanlar yaşamdaki ötekilere dönüşüyor.

Masalların yapıbozumu son yirmi yıldır epey popüler bir yaklaşım. Toz pembe anlatılar deşifre ediliyor, mutlu dünyaların yapmacık örüntüleri büyük bir keyifle bozguna uğratılıyor. Masalı bir tür ve yapı olarak kullanmak, bu yapıyı bozarak sistem eleştirine yönelmek, o bilinen ve ezbere kabul edilen örüntülerin koca bir yalan olduğunu açığa vurmak pek çok yerde karşılaştığımız bir şey. Aslında masallar, özellikle doksanlı yıllardan itibaren iki farklı yolla kullanılıyorlar. Birincisi hikâye / masal anlatıcılığının popüler olmasıyla başlayan ve masal anlatmayı bir performans biçimi ya da türü olarak kullanan fakat içeriği perimasalı kalıbından sıyıran çalışmalar. Yani bir bakıma sözlü kültürü odak alan ve masalın/anlatının ‘asıl’ özüne dönen performanslar. Sıla Topçam, Judith Liberman ve daha pek çok masalcı ile modern masallar dinlemeye alıştık. İkincisi ise var olan anlatıların, bildik masalların olay ve anlamsal olarak bozulup kırılmasıyla farlı bir içerik, alternatif anlatılar kurgulanması. İtirazım Var Masallara bu ikinci türden; masalı, görünmeyenin ardında kalanı göstermek için bir çıkış noktası olarak kullanıyor, üstelik bunu, bir pavyon atmosferi içinde, tek kişilik bir şarkılı ışıltılı gösteri biçiminde yapıyor. Bütün itiraz, yapmacık bir mutlu sona, önünü ardını düşünmeden inananlara, o beter gerçekleri göstermek için. Diyor ki yazar: “Duymaya cesaretiniz, gönlünüzden eşliğiniz varsa, gelin.. belki de bir masal yazarız vuslata dair çünkü biliriz; gerçeğin gölgesinde solar gönüller”.

Mekân, Metin, Gerçeklik

Tiyatro Salt’ın oyunlarından söz ederken birbirine bağlı belirleyenleri ortaya koyalım. Öncelikle mekân, bu yapımların temel belirleyeni. Oldukça küçük, seyirci ile iç içe, göz göze bir oyun alanında elbette hareket ve fiziksel devinim değil metin, yani söz önem kazanıyor. Sözün öne çıktığı bir yapı tercih edilince oyunculuk ve hikâye, yapımın ağırlık noktası haline geliyor. Kısaca söylenebilir ki Tiyatro Salt oyunları bu iki temel öğeye dayanıyor. Güçlenebilmek için birbirine muhtaç iki öge haline geliyor hikâye yani metin, oyunculuk yani gerçekliğin yaratılması. Bu topluluğun oyunlarında önce şaşırtan, yadırgatan oyun kişilerinin adım adım inşasıyla karşılaşırsınız. Bu inşa, metinleri yazan Bahadır Yüksekşan’ın oyun kişilerinin hikayelerini şiirsel ve edebi bir üslupla yer yer zalim bir gerçekçilikle yazmış olması ile başlar.. Oyuncunun bu şiirsel ve neredeyse üçüncü sayfa gerçekçiliğindeki hikayelere olan olağanüstü inancı ve bu hikayeleri yüksek bir gerçeklik duygusu ile yaratması ile bütünlenir. Tiyatro Salt’ta izlediğim pek çok iyi oyuncu arasında İrem Altan’ın beni her seferinde şaşırtan, etkileyen ‘gerçek olma’ halini burada anmalıyım.

Bu tiyatroda, oyun alanında etkili reji çözümleri, görkemli sahneler yerine gerçek kişilerin anlattıkları hikayeler görürsünüz. Belki çok da bilmediğimiz hikayeler değildir bunlar ama her zaman izlenmeye, dinlenmeye, seyredilmeye değer hikayeler olduğunu söylemeliyim. Yani mekân, metin ve gerçekliğin akıllıca, cesurca kullanıldığı bir tiyatro olarak değerlendirilebilir Tiyatro Salt.

2010 sonrası genç oyun yazarları kuşağının kanımca en önemli özelliği, ayrımcılığın her türüne karşı hassasiyet göstermeleri. Etnik, siyasi, kültürel, ekonomik ve daha pek çok ayrımcılık türü içinde en katlanamadıkları ise cinsiyete dayalı ayrımcılık. Yani heteronormatif temele yaslanan tüm ayrımcılık biçimlerini deşifre etmekte kararlılar. Sadece LgbtiQ+’lara yönelik ayrımcılık değil, ikinci dalga feminizmde ve 1990’lardaki erkeklik çalışmalarında tanımlanan ‘hegemonik erkeklik dışındaki tüm erkeklik formları’na yönelik ayrımcılık da bu yazarların işaret ettikleri konular. Bahadır Yüksekşan’ın da bu ayrımcılık karşıtı eleştirel yaklaşımı benimsediği hemen tüm oyunlarda izleniyor.

Cinsiyet temelli bir sorunsal sunuluyorsa, elbet bunu feminist bir perspektifle okuyacağız. Feminist Eleştirinin bir olgudan (burada eser) iki temel beklentisi vardır: 1) eşitsizlik ve tahakküm pratiklerini deşifre edip ortaya çıkarmak, tanımlamak ve tespit etmek. 2) bunlarla ilgili mücadele ve güçlenme stratejileri üretmek. Bu iki aşamanın ortak varlığı çok önemli, çünkü sadece birinci sağlanırsa trajedi ortaya çıkıyor–bunun bizim kültürdeki karşılığı arabesk–orada da ya bir isyan ya bir katlanış oluyor; sadece ikinci sağlanırsa bu sefer de hamasi ve nedensiz, parlayıp sönen bir güçlenme ortaya çıkıyor. Bu ilişkinin korunmasının eserin etkisini güçlendireceğini düşünüyorum.

Alternatif Tiyatro

Alternatif tiyatro dediğimiz şey, kendi steril hayatlarımızda karşılaşma ihtimalimizin zayıf olduğu kişileri, kentin görmediğimiz yerlerini ve bizden kaynaklanmadığından emin olduğumuz (!) kötülüklere maruz kalan insanları gösterir. Alternatif tiyatro ötekileri anlatır. ‘Problemin bir parçası değilim’ dediğimiz, çözümün bizimle ilgili olmadığından emin olduğumuz her şeyin, aslında bizimle ilgili olduğunu yüzümüze vurur. O steril hayatlarımızın dışındaki dünyayı ve duyguları ‘yakından gösterir’ alternatif tiyatro. Alain Badio, o steril hayatlar içinde yaşayanların buna nasıl inandıklarını / inandırıldıklarını kötülük kavramıyla açıklıyor; bence çok etkili bir açıklama. Diyor ki, ‘iyiliğin hâkim olduğu mükemmel bir dünyada yaşamıyor olsak da, kötülüğün tamamen hakim olduğu bir dünyada da yaşamadığımız’ fikrine inandırılıyoruz. Çünkü bu fikir pek çok şeyi meşrulaştırmakta, açıklamakta ve katlanılır kılmakta. Hatta, diyor Badio, o kadar inandırılıyoruz ki gerçek kötülüğün başka bir yerde, bizden uzakta olduğu konusunda hemfikiriz. … elimizde iyilik yoksa bile en azından mümkün olan en iyi durumda olduğumuza inandırılıyoruz. Örneğin şöyle diyoruz: ‘evet demokrasimiz mükemmel değil, ama Uganda’daki gibi çocukların kollarını palalarla kesmiyoruz’. Alternatif tiyatro işte tam olarak burada çalışıyor ve ‘bizden uzakta’ olduğuna inandığımız yanlışların, acıların, pisliklerin aslında dibimizde olduğunu hatırlatıyor. Şununla yüzleşmek lazım: ayrımcılık dediğimiz şey, sadece, kentin yılda iki kez geçtiğimiz semtlerinde değil, sürekli yaşadığımız mahallede, çalıştığımız mekanlarda oluyor.

Oyun bittikten sonra boş iş hanının merdivenlerinden iniyor, bomboş sokakta ilerliyorsunuz. Vitrinlerde gelinlik giymiş, boş bakışlı plastik mankenlerle göz göze geliyor, hayata karışıp gidiyorsunuz; cebinizde, aklınızda tartışacak, konuşacak pek çok şeyle…

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Özlem Belkıs

Yanıtla