HaHa Tiyatro’dan Bir Oğuz Atay Uyarlaması “Ne Evet Ne Hayır”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

[Eroğan Mitrani’nin Şalom‘da yayınlanan yazısının bir kısmını okuyucularımızla paylaşıyoruz.]

Oğuz Atay’ın 1974’te tamamladığı ‘Ne Evet Ne Hayır’ hikâyesi, ilk baskısı 1975 yılında yapılan ‘Korkuyu Beklerken’kitabında yer alır. Atay’ın bu mizah dolu öyküsünde, sivri dilli olduğu için Güzin Ablalık yapmak zorunda kalan gazeteci Akın Korkmaz (F.G.), M.C. isimli genç bir mahkûmdan aldığı sıra dışı mektubu anlatıcı olarak okuyucularıyla paylaşır.

Gazeteci, “İnsanların dertlerine çare bulmak” olan görevini yapmak, bu uzun ve trajik(!?) mektuba bir cevap yazmak ister ama, “askerliğini yapmış, lise ikiden belgeli, 24 yaşında, uzun boylu, esmer, ciddi, dürüst genç”adamın kullanmadığı noktalama işaretlerinden anlatım bozukluğuna, ifade tarzından  mektuptaki karşılıksız aşk hikâyesine de tepkilidir.

MC, mektubunda sürekli olarak ‘sevdiğim insan’ olarak söz ettiği, saplantılı biçimde sevdiği kıza aşkını itiraf etmiş, ancak kızdan hiçbir cevap alamamıştır: Ne Evet Ne Hayır! Tabii ki kız adamın teklifini kabul etmemiştir ama saplantılı MC, suskunluğu bir ret cevabı olarak kabul etmez: “Cevabınız? dedim. Hayır demedi. Ne evet ne hayır.”MC, reddedilmeyi reddetmektedir.

Yönetmen Özge Erdem, ortadan ikiye bölerek, bir tarafını hapishaneye diğer tarafını ‘Gönül Postası’ yazarının gazetedeki odasına dönüştürdüğü sahnede, anlatıcı FG ile mahkûm MC’yi, birer monologla karşı karşıya getiren, ancak bu monologları zekice iç içe geçirerek keyifli bir diyaloga dönüştüren parlak bir uyarlama yapmış.

Sahnede iki oyuncu benzersiz bir denge kurarak öyküyü seyirciye aktarmakta. FG (Özer Arslan) tepkilerini kâh alaycı, kâh öfkeli yorumlarla sunarken, bu acıma ile karışık alaycılığına ara bir parantez açarak, öğretmen edasıyla mektup metnini düzeltmeye de çalışıyor. MC (Sinan Arslan) ise cehaletinin masumiyetiyle, durmadan kendini tekrarlayan öyküsünü, devamlı kendi üzerine dönen kısır döngüyü anlatıyor.

Oğuz Atay’ın mizahı ve ironiyi ustalıkla harmanlayarak bireysel ve toplumsal gerçekliği dil üzerinden yansıttığı ‘Ne Evet Ne Hayır’ yazıldığı dönemde yeni filizlenmeye başlayan arabesk furyayı zekice eleştiren bir metin. Sevdiği insana “Tam dört yıl bıkmadan, usanmadan, yemeden, içmeden, uyumadan, durmadan, dinlenmeden daima kafayı takan”, üç yıl aynı şarkıyı dinleyen, kendini jiletleyerek dört defa intihara teşebbüs eden, tekinsiz birtakım kişilerle ilişkileri yüzünden hapse düşen MC, arabesk gençliğin prototipidir sanki. Aşk uğruna karanlık işlere girişmek, hapse düşmek, uykuyu unutup, yemeden içmeden kesilmek, arabeskin acılı ve bir o kadar da komik karakterinin aynası değil midir?

Oyunun iki kişisi birbirini tamamlayan ve dengeleyen müthiş bir performans sergiliyor. Özer Arslan sahne sempatisi olan, izleyiciyle hemen iletişin kuran bir oyuncu. Burada metnin de desteğiyle ilk sözcüklerden itibaren seyirciyle derin bir bağ kuruyor. Sinan Arslan keşfetmekten çok mutlu olduğumuz bir yetenek. Cahil-âşık gülümsemesi ve çok dozunda şive kullanımı ile aşk acısının bunca gürültüyle yaşanmasının trajikomik boyutunu başarıyla aktarıyor.

Çok başarılı bir edebiyat uyarlaması; çok iyi sahnelenmiş, çok iyi oynanmış bir tiyatro gösterisi. Mutlaka izlenmeli. Sezonun son oyunu.18 Haziran Kadıköy Boa Sahne’de. Kaçırdıysanız gelecek sezonda da devam edecekler.

Paula Vogel Oyun Atölyesinde

AIDS’le ilgili çalışmalarıyla hastalığın ABD çapında anlaşılmasına büyük katkı sağlamış olan Amerikalı üniversite profesörü ve oyun yazarı Paula Vogel 1951’de, Yahudi bir baba ile Katolik bir annenin üç çocuğundan biri olarak doğmuş. Babaları Donald Stephen Vogel, Paula’nın1988’de AIDS’den ölen kardeşi adına Carl Vogel Vakfını kurmuş. Vakfa bağlı faaliyet gösteren Carl Vogel Center, HIV Pozitif olanlara ve AIDS hastalarına destek veren kâr amacı gütmeyen bir kuruluş.

Paula Vogel, akademisyen olarak yıllarca sürdürdüğü saygın oyun yazını eğitmenliği kariyerinin paralelinde, 1970’lerden itibaren edebiyat çevrelerinde de adını duyurmaya başlamış. Yazdığı çoğu ödüllü bir düzine oyunda cinsel taciz ya da fuhuş gibi tartışmalı konuları ele akan Vogel, bir söyleşide neredeyse bütün oyunlarında kardeşi Carl’ın anısına bir sevgi selamı gönderdiğini ve homofobik bakış açısını değiştirmeye çaba gösterdiğini söylemiş. 2004’ten beri kendisi gibi profesör ve yazar olan Anne Fausto-Sterling ile evli.

Vogel’in ilk kez 1977’de sahnelenen, 1988 Pulitzer Ödüllü, ‘How I Learned to Drive / Araba Kullanmayı Nasıl Öğrendim’ oyunu Türkiye’de ilk kez 2004-2005 sezonunda Tiyatro Fora tarafından sahnelenmiş.

1960’larda Amerika taşrasında geçen oyun, kalabalık ve sıra dışı ailesinde Li’l Bit (Ufaklık) lakabıyla anılan bir kız ile eniştesi arasında, kızın çocukluk döneminde başlayıp ergenliğe, üniversite yıllarına ve sonrasına uzanan ilişkiyi konu alıyor. İzleyicilere, yetişkin Ufaklık’ın ağzından yıllar sonra anlatılan öykü, araba kullanma metaforu üzerinden pedofili, ensest, cinsiyet ayrımcılığının yanı sıra büyüme, kabullenme ve bağışlama gibi konuları ele alıyor.

‘Araba Kullanmayı Nasıl Öğrendim’in yepyeni yorumu, sezonun son oyunu olarak Oyun Atölyesi repertuarında. Oyunu, yeni bir çevirisini de yapmış olan misafir yönetmen, bplanı’nın kurucusu Sami Berat Marçalı sahneye koyuyor.

Son derece işlevsel dekoru Marta Montevecchi tasarlamış. Kostüm tasarımını Selin Ölçen, ışık tasarımını Kemal Yiğitcan üstlenmiş.

Çağcıl Amerikan tiyatrosunun kimi ‘modern klasiklerinin’ ortak bir sorunu var. Yazıldıkları dönem için müthiş çarpıcı olan bu oyunlar, 20-25 yıl sonra karşımıza, etkilerini bir miktar yitirmiş, biraz eskimiş, biraz demode kalmış metinler olarak çıkabiliyor. Bu açıdan ‘Araba Kullanmayı Nasıl Öğrendim’ ender bulunur bir istisna. Ele aldığı konunun maalesef hâlâ güncelliğini koruması bir yana, teatral yapı ve biçem olarak bugün bile çağının ötesinde çok sağlam bir çalışma.

Paula Vogel, çeviride Fındık olarak yeniden adlandırılan kahramanının cesur, engebeli, inişli çıkışlı yolculuğunu çağcıl bir Antik Yunan Tragedyası olarak anlatıyor.

Kronolojinin başarıyla kırılarak anlatıldığı öyküde anlatıcı Fındık ve Dick Enişte dışında bütün karakterleri üç kişilik bir Yunan Korosu üstleniyor. Fındık’ın küçük yaşta hamile kalan annesini, kocasının sorunlu davranışlarını görmezden gelen teyzesini, tanrı korkusuyla yaşayan çok erken evlendirilmiş büyükannesini, cinsiyet ayrımcılığı yapan umursamaz büyükbabasını bu koro seslendiriyor.

Yazılarımın devamlı okuyanlar, henüz otuzlu yaşlarının başındaki Sami Berat Marçalı’yı tiyatromuzun en yetenekli, en önemli yazar yönetmenlerinden biri olarak gördüğümü bilir. Sami bu kez de, bu modern tragedyayı, taraf tutmadan, yargılamadan, ilişkinin korkunç tarafının altını aşırıya kaçmayan yalın ve etkileyici bir dille çizerek, Amerikan taşrasında aile ilişkilerinin traji-komik boyutunu bir an olsun göz ardı etmeden yalın bir sahnelemeyle aktarıyor. Kemal Yiğitcan’ın başarılı ışık tasarımının desteğiyle, iki oyuncusu ile korosunun diyaloglarını, hızlı bir tenis maçının git-gelleri gibi soluk soluğa bir tempoda izletiyor.

Her zaman üst düzey olan oyuncu yönetimi yine dört dörtlük. Yasemin Çolak (Kadın Yunan Korosu), Yezdan Kayacan (Erkek Yunan Korosu) ve İnci Sefa Cingöz (Genç Yunan Korosu) çok etkileyici bir ekip oyunculuğu sergiliyorlar.

Oyunun asıl yükünü taşıyan Özlem Zeynep Dinsel (Fındık) ve Berk Hakman (Dick Enişte) ise müthiş bir ikili oluşturuyor.

Az ve öz sinema filmlerinden hayranı olduğum Berk Hakman; karısının yeğenine sağlıksız bir ilgi duyan, tedavi aşamasında alkolik Dick Enişte olarak, 2016’da ‘Aşk Delisi’ndeki olağanüstü performansını bile aşıyor. Her şeyiyle ‘öteki’ olduğu, hiçbir bireyiyle gerçek iletişim kuramadığı bu ailede onunla konuşan, belki kendisini de ‘yabancı’ gördüğü için bir tür bağlılık hisseden yeğenine duyduğu hastalıklı tutkunun irkiltici suç yönüyle hem nefret hem de çaresizliğiyle acıma duygusu uyandıran derinlemesine çalışılmış bir yorum.

Özlem Zeynep Dinsel, hikâye anlatıcılığının yanında, Fındık’ın her yaşını başarıyla canlandırıyor. Araba kullanmakta ustalaştıkça aile içindeyken hissetmediği kontrol duygusunun güçlenmesini adım adım aktararak, araba sürerkenki özgürlük hissini ve belki de bu sebeple özgürlüğü kendisine kazandıran Dick’i affetmesini inandırıcı kılıyor.

İkilinin oyunun sonlarına doğru hesaplaşmalarıyla başlayan ve Fındık’ın 11 yaşındayken ilk kez araba kullanmasıyla devam eden sahne unutulur gibi değil.

Şalom

Paylaş.

Yanıtla