Evet! “Kutsal”a Dokundu!

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Hakkari, Edirne, Diyarbakır veya Van’dan ya da ülkemin İstanbul’a ve de Oyun Atölyesi’ne uzak bir yerinden, çocuklarını annesine teslim edip, günlerce öncesinden biletini alıp sırf “7”yi seyretmek için program yapan ve bu heyecanı içinde duyarak yola çıkan bir tiyatro severin, tiyatronun kapısında, babası öldüğü için kendisine “ikram” edilen oyuncunun k..ı ile kalakalması nasıl bir durumdur?

Bir aile arası anlaşmazlığı çözmek için müştereken sevilen oyuncuyu seyrederek öfkeyi yumuşatmak isteyen bir aile, tiyatro kapısında oyuncunun aklına ilk gelen “ikram”ı ile karşılaşsa;

Uzun sürmüş bir nekahetten çıkan biri kapısına geldiği tiyatroda hiç beklemediği “ikram”ı görse;

Zor geçmiş bir ameliyattan çıkan doktora “ikram”ı paketleyip tiyatro kapısında verseler;

Çok sevdiği bir varlığı kaybeden biri inzivadan çıktığı gün, avunmak isteyip kapısına geldiği tiyatroda teselli beklerken o malûm “ikram”ı alsa;

Verilen bir ödevi yapma ya da “büyümüş” olma heyecanı ile ilk kez gittiği tiyatro kapısında anlamadığı bir “ikram”ı bulsa bir genç kız;

Evliliklerin, nişanların, buluşmaların yıl dönümleri ile doğum günlerinde tiyatroyu seçenler kapıda “o” “ikram” ile karşılansalar;

Ya da çok keyifli bir anın cilalanması için oyuncunun oyununda buluşmayı programlamış bir arkadaş grubu, kapıda hiç de tercih etmeyecekleri bir “ikram” ile ağırlansalar ne olurdu acaba?

Tiyatro teselli eder, avutur, şefkatle sarar, unutturur, coşturur, birleştirir, aydınlatır; bunu bize armağan eden de oyuncudur diye bilirdik biz. Çünkü öyle gördük “efsanelerimizden”!

Ama derdini, öfkesini, sevincini, heyecanını, umudunu paylaşmaya gelenlerin duygularını hissedemeyen, hatta hiç düşünmemiş; tiyatrodan yardım istemeye gelmiş olmaları ihtimalini dikkate almayan bir oyuncu ile karşı karşıyayız. “Mesleğin kutsallaştırılması” üzerinden gerçekleri, alkış toplamak adına sofistçe çarpıtıyor. Tüm değerlerin anlamını yok eden pervasız ifadelerle, başkalarının hassasiyetini duymadığını söylemekten çekinmeyen, dünyasını kendisi üzerine kurmuş, kendini beğenmiş, nobran ve ağzı pis bir oyuncu bu! Tek başınayken ancak dibini aydınlatan mum ışığını, yanındaki gölgelere bakarak “nova” sanmışız.

Tiyatro gibi insanı anlama ve anlatma sanatını yapan bir oyuncunun duyarsızlığıdır konumuz. Kendini odağına koyduğu bencil bir dünyanın titremeyen yüreğidir. Zihnimizin “kutsal” sandığında itina ile sakladığımız biri firar ediyor. Asıl budur içimizi yakan.

Biz onu içimiz titreyerek seyrederken o bize inşaat demiri, inşaat kerestesine bakar gibi bakmış meğerse. Biz ona bakarken, onun kendi içi acırsa, bizi bırakıp gideceğini bilememişiz meğerse. O bizim elimizden tutar, teselli eder, fırtınanın içinden geçirir sanmıştık oysa. Sesimizin çıkmadığı anda o, ses verirmiş gibi gelmişti bize. Biz tesellimizi onda bulurken onun tesellisi değilmiş mesleği. Salt kendine batan dikeni hisseden bir “taklitçi” imiş meğerse. Bir dilim börek, bir tabak makarna, bir tahta sandalye verir gibi Hamlet, Macbeth, Timon vermiş bize. Ne oyun öncesi “hissetmiş” ne de oyun sonunda ürpermiş sanatın coşkusu ile. “Oyun oynamış” bize…

Bundan sonra meselâ Shakespeare’i nasıl seyredeceğiz ondan? Dudaklarından dökülen sözlerin samimiyetine nasıl inanacağız? Duruşuna, bakışına nasıl güveneceğiz?

İnsanı anlamayan, insanı nasıl anlatır? İnsanı anlamayan, insana nasıl destek olur, toplumu aydınlığa çıkarır?

Biz komşumuzda hasta varsa radyomuzun sesini kıstık, kendi ölümüzü unuttuk, onunla paylaştık kederi. Çünkü önce yaşam gelir. Sanmıştık ki oyuncu, seyircisini, komşusu gibi görendir, onu avutandır, göz yaşlarını silendir, derdini paylaşandır, yüreklendirendir, yol açandır. Bizimki ise k..ını yediriyor. Acısı ile baş edemiyor. Başka çağrışımlara yol açan müstehzi ve saldırgan bir ifadeyle başkasının “Kutsal”ı ile eğleniyor! Hem de lafını tartmadan “‘YAVŞAK’ la ilişkiye girip, salyalar akıtan” diye niteleyerek.

Bir de kalkmış dil uzatıyor “efsanelerimize”. Kimse efsane olmaz ki kendi başına. Efsanelerimizi biz yarattık. Hem de diziler ve dizi şımarıkları yokken, internet yokken, sanal kahramanlar yokken, karanlık salonlarda tek başımıza. Onlar “şişinmediler” biz efsaneyiz diye! Sırça köşklerinden ahkâm kesmediler. Nasıl göründüler ise ‘o’ydular. Bugünü, onlara borçlu ülkem! Değillerdi ama, kötü oyuncular olsa ne yazar! “Adam”dılar her şeyden önce!

Heyhat ne günlere kaldık! “Usta”sı (?) k.. yediren toplumda insan kargayı özlüyor!

Baktı ki sağ duyunun sesi onu altına alacak, “k..ımı yesin herkes” demişken hemen “ben seyirciye demedim”e sığındı. Bir kere yerinden çıkan çıktığı yere sokulamıyor ki!

Vahim olan ise, sözleri taraftar bulmakta ama aslında dostluk, vefa, doğruluk, fedakârlık, kutsal gibi insanî değerlerin altını oymakta, sarsmakta, mesleği ayrıştırmakta, yerle bir etmekte, fırsat avcılarına imkân vermektedir. İnsanî değerlerin sarsılması, tiyatronun özü ile çelişmektedir ve bu düşüncede olanların bu mesleği neden yaptıklarını ve bizim de onları niçin seyretmekte olduğumuzu sorgulamamıza neden olmaktadır.

Tiyatro, kol gücüyle yapılan ve sonuçları mekanik olan bir iş değildir, zihinseldir, akıl ile kavranır, ruh ile anlaşılır. Kahraman, korkak, cesur, hain, arsız, yalancı, tiyatro ile çakılır zihinlere. Bu keresteye çakılan çivi gibi değildir meselâ. Söz değerini, hareket anlamını oyuncu ile yerine ulaştırır. Oyuncu çekiç değildir meselâ. Durup dururken çekiç olmaya özenip, kendince tabu saydığı putları yıkma hevesinde olan bu anlayıştan, kendi koyduğu kurallara uymasını, alnında ışığı hissetmesini ve de -kendisinin değilse- çocukları korumasını, sorunlar karşısında baş kaldırmasını bekleyebilir miyiz?

Toplumda sebep olduğu yıkımlara aldırmayanların “kahramanlıklarının”(?) yararlı olmadığı ortadadır. Ama ortaya çıkan gerçek şudur ki postmodern toplumun yarattığı bir tür insan, kendisi ile başlayan ve biten bir dünyanın ürünü olarak hayatımızı işgal etmektedir.

İnsanın elini kolunu bağlayan baba acısı ise eğer, bu acı kaç günde biter? Ertesinde gene perde açılacaksa bu ucuz kahramanlığa ne gerek var? Yoksa bu türün en derin acısı bir, iki günlük müdür? Babanın cenazesi de layıkıyla omuzlanabilir, dünya ile ilgili sorumluluklar da yerine getirilebilir. İnançsızsanız ölümün önünde adam gibi, inançlı iseniz İlahi takdirin önünde kul gibi durmayı bilmeniz yeter! Tiyatronun “farklı bir hayat tarzıymış” gibi algılamasının müsebbibi (sebep olan) bizzat “ruhunu ratinge satmış” oyuncular ve onların ipe sapa gelmez sözleridir. Ölüm karşısında yapılması gereken onca şey varken k..ını yedirmek mi gelir insanın aklına?

Dünyadaki cehennemi her gün yaşayan milyarlarca insan var. Dünyanın bir yerinde şu anda, şu anda, şu anda binlerce insanı yok ediyorlar. Onların çektiği, baba acısından daha da acı değil mi? Ve tiyatrocunun görevi acıya, zulme inat direnmek değil midir? Bir derginin kapağında şakağa saplanmış maça aslı, joker bakışlı poza mı hapsedilmiş yaşam? Neredesin ey oyuncu, iki parmak arasında fırlatılmaya hazır kupa asında mı?

Kalabalık bir kadrolu oyunda herkesin “patron” kadar hakkı var mıdır k..ını yedirmeye? Her oyuncu için iptal edilir mi oyun? İptal edilen gösteriler için yevmiyeler ödenecek midir? Yoksa oyuncular telâfi oyunları mı oynayacaktır? Patron k..ını yedirdiği için sarkan programın bedelini kim öder? Tiyatromuzda belli bir süre içinde belli sayıda performans anlaşması yapılmakta mıdır? Tiyatromuzda ciddiyet ve kurumsallaşma olmadığı ve de işleri tıkırında gittiği için bazıları, kendilerinin k.. yedirme lüksleri(!) vardır diye düşünmekte herhalde.

Tiyatro sanatının başlangıcından bu yana yüzlerce yıllık süren tarihinde, kol gücü ile beyin gücü arasındaki farkı idrak edememiş oyuncu bizde çıktı. Onun sayesinde (!) Shakespeare’in mezar kazıcısı ile babamın mezarını kazan arasında fark olmadığını anlamış oldum (!) Babamın mezarcısı, çalışmazsa kendi emeğini, yevmiyesini feda eder ama mezar kazılır gene de.. (kazıldı da) Shakespeare’in mezarcısı oynamazsa Hamlet’in, Ophelia’nın, Kral’ın, Leartes’in yevmiyesi, programları ve de seyircilerin hayâlleri, sevinçleri, zamanları çalınmış olur.

Kolay demagojilerle avlanan insanların alkışları, ancak bir süre daha götürebilir aymazları. Gerçek tecelli ettiğinde anlaşılır. Ve kader, insanı söyledikleri ile sınar. O ana kadar ucuz kahramanlıklara prim vermemek, söyleneni ve söyleyeni ciddiye almamak en iyisidir.

Kendi putuna dokunulunca, onu “efsane” haline getirmiş bir cemaatin “ayaklandığı” sözde put kırıcısının (?), tabu yıkıyorum diye ortaya fırlamasına kim inanır ve fincancı katırlarını ürkütmekten başka işe yaramayan beyhude çıkışlarla sansasyon yaratmasının, kapak olmasının yararı var mı?

Kendi putunu kıramayan, “menü”sünü kendine saklasın ve dokunmasın efsanelere.

melihanik.blogspot.com

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Melih Anık

Yanıtla