Ayşe’nin Sandık Odası

Pinterest LinkedIn Tumblr +

AYŞE’NİN GRAZ GÜNLÜĞÜ

Ayşe Selen (26.02.2010)

Tiyatrotem, 05-10 Şubat 2010 tarihleri arasında Avusturya’nın Graz kentinde yapılan 3. Uluslar arası spleen*graz Tiyatro Festivali’ne Böyle Devam Edemeyiz adlı oyunla katıldı.

“Böyle Devam Edemeyiz” masal ve rüya tekerlemelerinden yola çıkılarak oluşturulmuş bir “tekerleme”. Lahana Sarma ülkesinin iki yanında oturan Herşeyiyer Hanım’la Boliştah Hanım yemek yiyerek geçirirler bütün zamanlarını. Uşakları Tavtati’yle Dümteka, efendilerini tok tutmak için habire yemek yaparlar. Yine bir gün yemeği fazla kaçıran iki hanımefendi patlar. Önce şaşıran iki uşak, çok sevinirler buna. Biraz nefes alacaklardır nihayet. Büyük bir şenlik yaparlar. O kadar kaptırırlar ki kendilerini, farkına varmadan perdelerinden çıkarlar, kaybederler evlerini. Perdelerini ararlarken yollarını, yolu ararken birbirlerini kaybederler. Arayışları içerisinde başka perdelere dalarlar, ama ya dışlanırlar ya da zor kurtarırlar kendilerini başlarına gelenlerden. Kuklacılar da bu işin içinden çıkamaz bir türlü, ta ki büyük bir fırtına kopana dek… Tasvir-kukla tasarımının Şehsuvar Aktaş’a ait olduğu oyunda Ayşe Selen ve Şehsuvar Aktaş oynuyorlar ve oynatıyorlar.

18 Ağustos Salı, 18.20

Avusturya’nın Graz kentinde faaliyet gösteren Mezzanintheater’den Hanni Westphal’den bir elektronik posta geliyor. Şubat 2010’da yapılması öngörülen Uluslar arası spleen 2010 Tiyatro Festivali’ne katılıp katılamayacağımızı soruyor. Şaşırıyorum ve seviniyorum. Hanni’yle 2007’de Viyana’da karşılaşmıştık. Uluslar arası Multikids Festivali’nde gözlemciydi. Biz o festivale Böyle Devam Edemeyiz adlı oyunumuzla katılmıştık. Unutmamış, koşulları oluşturmuş, davet etmeye karar vermiş. Karşılıklı sayısız elektronik postadan oluşan uzun bir yazışma başlıyor: Festival tarihinin ve programının kesinleşmesi, gidiş-dönüş tarihlerimizin belirlenmesi, sözleşmenin imzalanması, teknik ayrıntılar, sorular, cevaplar, bir daha sorular, bir daha cevaplar derken… her şey kesinleşiyor. 09 Şubat günü Graz’a gideceğiz. 10 Şubat günü saat 09.00’da ve 11.00de olmak üzere Theater am Lend’te iki gösterim yapacağız. 11 Şubat günü de döneceğiz.

14 Ocak, Perşembe, 11.50

Yeniköy’deki Avusturya Konsolosluğu’nda vize başvuru randevumuz var.

16 Ocak Cumartesi, 14.00

Taksim’deki atölyemizde oyunu provaya alıyoruz. Oynamayalı uzun zaman olmuş. Özlemişiz.

19 Ocak, Salı, 15.00

Vizemizi alıyoruz.

07 Şubat, Pazar, 14.00

Son kez akış provası yapıyoruz. Ardından dekoru, uçağa yüklenecek biçimde paketliyoruz.

09 Şubat, Salı, 05.30

Istanbul-Viyana-Graz uçacağız. Havaalanındayız. Check-in yaptırıyoruz, bagajımız tartılıyor, fazla bagaj ödemiyoruz, dekorumuzu büyük bagaj bölümüne teslim ediyoruz. Gecikme olmaksızın Istanbul’dan havalanıyoruz.

Viyana’da aktarma yapıyoruz. Viyana-Graz uçağı, küçücük, pervaneli bir uçak. O kadar küçük ki, acaba bizim dekor sığmış mıdır diye gülüşüyoruz.

Dekor ve biz sağ salim Graz’a iniyoruz. Gümrük polisi havalı naylonlara sıkı sıkı sarılı bu parçaların ne olduğunu eni konu merak ediyor. “Ben nereden bileyim bunları burada bırakıp gitmeyeceğinizi” diyor. İçimizden “sevgili oyun dekorlarımızı neden Graz’ta bırakalım ki” diyoruz; dışımızdan sözleşmemizi ve festivalin gönderdiği davet mektubunu gösteriyoruz. “Şimdi tamam; hoş geldiniz” diyor gümrük polisi.

Havaalanından çıkıyoruz. İki genç insan ellerinde festival afişiyle bizi bekliyor.Onlardan Pauline 3 gün boyunca hep bizimle olacak, o bizim rehberimiz. Dekorumuz ve biz arabaya biniyoruz ve otele hareket ediyoruz.

Graz bembeyaz karla kaplı ve kar yağıyor. Otele fazla bagaja yakalanmayalım diye sadece bir sırt çantasından oluşan özel eşyamızı bırakıyoruz. Dekoru bırakacağımız tiyatroya yollanıyoruz. Güzel bir salon. Küçük ve şirin bir fuaye, mobil bir seyir yeri, tam istediğimiz gibi. Güler yüzlü bir teknik adam karşılıyor bizi. Dekoru bırakın, gidin yemeğinizi yiyin, sonra gelir kurarsınız diyor; ben buradayım, merak etmeyin diyor. Merak etmiyoruz. Festival merkezine yollanıyoruz.

Festival merkezi bir binanın 2. ve 3. Katlarına kurulmuş. 2. Katta yemek yeniyor, kahve, çay, bira, şarap vs. içiliyor, oturuluyor, tanışılıyor, sohbet ediliyor. 3 Kat idari kısım. Bilgisayarlar, dosyalar vs. var. Öğle ve akşam yemekleri belli saatler arasında veriliyor; iki güler yüzlü genç kızın başında durduğu bir açık büfe… Herkesin üzerinde tarihler yazan yemek fişleri var. Veriyorsun fişini, alıyorsun yemeğini, hem de istediğin kadar; üstelik de çok lezzetli. Kahve suyun dışında içmek istediğini katın öteki tarafındaki bardan alıyorsun. Her şey çok basit ve tıkır tıkır işliyor. Rehberimiz tramvay biletlerimizi veriyor. Festival merkezi-tiyatro-otel arasında gidip gelebilmek çok basit. Dışarıda kar yağıyor.

Yemekten sonra tiyatroya gidip dekorumuzu kuruyoruz. Teknik adam işgüzar değil, tembel de değil. Sadece işini yapıyor, işimizi kolaylıyor.

Otele gidiyoruz. Yorgunuz. Biraz dinlenip çıkıyoruz. Tipik bir Avusturya lokantasında tipik bir Avusturya yemeği yiyoruz. Dışarıda kar yağıyor.

Kentin bir kalesi var: Schlossberg. Kentin neresine gidersen git o kale hep tepede, orada. Tıpkı Erciyes Dağı gibi. Bir kale ve kocaman bir saat kulesi. Osmanlı buraya gelmiş, ama bu kaleyi alamamış. Graz’ın adı Osmanlı’da Graç’mış. Gece ışıklar içinde kale.

Otele dönüyoruz, sıkı bir uyku çekiyoruz.

10 Şubat, Çarşamba, 07.00

Sabah kahvaltımızı yapıyoruz. 08.00’de tiyatrodayız. Son hazırlıklar. Heyecan! Seyirci fuayeye alınıyor! Büyük gürültü! Heyecan! Seyirci içeri alınıyor. Kulisten seslerini duyuyoruz. Türk çocuklar çoğunlukta. 09.00’da oyuna başlıyoruz. Salon tıklım tıklım dolu. Erkek çocuklar çoğunlukta; var olan bir-iki kız beyaz türbanlı. Yetişkin bir-iki kadın var, onlar da türbanlı.

Başladığımız anda Türk çocuklar Şehsuvar’ın bir televizyon dizisinde oynayan tanınmış bir oyuncu olduğunu fark ediyorlar. O andan itibaren cep telefonlarıyla kayıt yapmaya, fotograf çekmeye, Şehsuvar’a dizideki adıyla seslenmeye, yüksek sesle laf atmaya başlıyorlar. Kimileri doğrudan sahneye hamle yapıyor Şehsuvar’a dokunmak için; öğretmenler engel oluyorlar. Oyunu izlemiyorlar, dinlemiyorlar, yalnızca bağırıyorlar. Zaman zaman bana “yenge” diye seslendiklerini duyuyorum. Arada oyunu izlemek isteyen az sayıdaki Türk ve Alman seyirciler şaşkınlık içinde. Kargaşa sürüyor. Oyunu oynamakta güçlük çekiyoruz, öyle ki bazı sahneleri “kısa kesmek” zorunda kalıyoruz. Oyunun bitmesiyle birlikte seyir yerinden oyun yerine -deyim yerindeyse- hücum ediyorlar ve Şehsuvar’ın etrafını sararak fotograf çektirmek istiyorlar. Şehsuvar bunun baş edilmez bir durum olduğunu bildiği için salondan çıkmalarını rica ediyor. Dinlemiyorlar. Kargaşa sürüyor. Fotograf çektirmediğine sinirlenen biri sahne zeminine sabitlenmiş olan ışıklara tekmeler atıyor. Salon güçlükle dışarı çıkartılıyor. Oysa oyun sonrasında söyleşi yapacaktık onlarla. Kimi seyirci bize soru sormak istediğini belirtince onlar salona geri alınıyor. Onların girdiğini gören “fanatik” kitlesi de onlarla birlikte giriyor. Soru sormadıkları gibi, soranları da rahatsız edecek biçimde laf atmaya devam ediyorlar. Soruların arkası gelmeyince hepsi dışarı çıkıyor. Kapının yanında duruyorum: Bana nereli olduğumu soruyorlar; onlar Konyalı’ymış; bir de hangi takımı tuttuğumu soruyorlar; onlar Fenerli’ymiş. En son seyirci de çıktıktan sonra kendimizi savaştan çıkmış gibi hissediyoruz. Saat 11.00’deki oyun için hazırlanmaya başlıyoruz. Festival yetkilileri geliyor yanımıza ve Türk çocukların neden böyle davrandıklarını soruyorlar. Dilimiz döndüğünce anlatıyoruz. Peki diyorlar, Türk çocukları neden bu kadar farklı? 50 yıldır yan yana yaşadıklarını düşünüp bu soruya şaşırıyoruz. Hanni anlatıyor: “Ailelere haber saldık, bir Türk topluluk gelecek dedik. Sandık ki, çok sevinecekler ve çocuklarını hemen gönderecekler. Ama hiç öyle olmadı. ‘Tiyatroya filan gerek yok. Öğreneceğini okulda öğreniyor’ dediler. Bu grubu güçlükle bir araya getirdik. Zaten ikinci oyunda ancak 20-25 kişi seyirci var. Bütün bunların nedeni ne?” Bu soruya da şaşırıyoruz. Her iki tarafın da yalnızca “yan yana” yaşadıklarına, birbirlerine hiç mi hiç bakmadıklarına bir kez daha tanık oluyoruz.

11.00’deki oyun iyi geçiyor; ararlında 5 Türk çocuk var, oyunu izliyorlar, oyundan sonra sorular soruyorlar, perde arkasına gelip tasvirleri oynatıyorlar, iyi vakit geçirip, eğleniyorlar. Rahatlıyoruz.

Dekoru söküp yine uçağa yükleyecek biçimde paketliyoruz. Teknik adam kendi işine bakıyor, bize hiç karışmıyor; hadi çabuk olun diye tepemize binmiyor, rahat rahat işimizi yapıyoruz.

Ardından festival merkezine gidip yemeğimizi yiyoruz. Sohbet ediyoruz. Festival yöneticileriyle uzun uzun konuşuyoruz. Bu gün tanık oldukları şeylerin kendilerine ders olduğunu, bundan sonra Türk çocuklar meselesini baştan düşünmeye karar verdiklerini söylüyorlar. Seviniyoruz. Dışarıda kar yağıyor.

15.00’te festivalin son oyunu olan oyunu izlemeye gidiyoruz: Almanya’dan gelen Ensemble Materialtheater, Ernesto Hase hat ein Loch in der Tasche (Tavşan Ernesto’nun Cebinde Bir Delik Var) adlı 60 dakikalık bir oyun. İki anlatıcılı, oyunculu, oynatıcılı. Elzbieta’nın “Petit-Gris” adlı kitabından figür tiyatrosu için uyarlanmış oyunda yoksulluğun Tavşan Ernesto ve ailesinin mutlu mesut hayatına nasıl girdiği, evlerinden olduktan sonra nasıl yollara düştükleri ve sonunda yine her şeyin nasıl tatlıya bağlandığı mizahi bir dille anlatılıyordu.

Akşam yemeği saatine kadar kentin ana caddelerinde, alış veriş merkezinde avarelik ediyoruz.

Akşam yemeğinden sonra kapanış partisi başlıyor. Çok kalabalık. Bir sürü insan gelmiş partiye. Davulu çalan erkeğin dışında tamamı kadınlardan oluşan bir orkestra bizi çok eğlendiriyor. Dans ediyoruz. Hanni kapanış konuşmasını yapıyor. Dans ediyoruz. Vedalaşıp çıkıyoruz. Dışarıda kar yağıyor.

Kendimize bir taksi ısmarlıyoruz. Sürücü Arap ülkelerinden birinden olsa gerek. Radyoda kendi müziğini dinliyor. Almanca ya da İngilizce bilmiyor. Otelin bulunduğu meydanını adını veriyoruz, bizi götürüyor.

Otelin yakınında çok güzel, küçük bir bar var. Veda içkilerimizi içiyoruz. Kale tepede, ışıl ışıl. Dışarıda kar yağıyor.

11 Şubat, Perşembe, 13.25

Bir gün önceden rezerve edilen taksi tam zamanında geliyor bizi otelden almaya. Dekorumuz ve biz taksiye binip havaalanına gidiyoruz. Check-in yaptırıyoruz, bagajımız tartılıyor, fazla bagaj ödüyoruz, dekorumuzu büyük bagaj bölümüne teslim ediyoruz. Graz-Viyana uçağı küçücük, pervaneli bir uçak. Viyana-Istanbul uçağı hava muhalefeti nedeniyle iki saat gecikmeyle kalkıyor. 24.00 sularında Istanbul’a iniyoruz. Dekorumuzu Taksim’deki atölyemize bırakıp eve geliyoruz. Sırt çantamızda Mozart buzdolabı magnetleri var hediye olarak.

AYŞE’NİN DANİMARKA GÜNLÜĞÜ

15-22 Nisan 2007 tarihleri arasında Danimarka’nın Viborg kentinde yapılan 37. ASSITEJ Danimarka Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali’ne gözlemci olarak katılan Ayşe Selen’in izlenimleri

18.04.2007

10.45: Istanbul, Yesilköy; beni Kopenhagen’e götürecek olan uçak 15 dakika gecikmeyle kalktı. Kopenhagen havaalanından trene bineceğim; yetişebilecek miyim?

13.58: Trene yetiştim. Kitap okuyorum, çevremi seyrediyorum; her taraf yeşil…

18.30: Langa istasyonunda aktarma yaptım. Ne kadar ıssız bir istasyondu. Viborg’a gidiyorum.

18.33: Viborg! 6 saatlik tren yolculuğu boyunca karsılıklı oturup tek kelime konusmadıgımız kadının festivale Izlanda’dan gözlemci olarak katılan Messiana oldugu cıktı ortaya!!! Cok güldük ve arkadas olduk!!!

19.00: Japonlar’ın bir gösterisini izledik. Köy şeyirlik oyunlarıyla halk oyunu karısımı. En az 5 Danimarkalı, Japonya’ya tatile gitmeye karar vermistir!!! 

19.04.2007

9.30: Bornteatret, The Towering Hund, 3-8, 45 dak.

Yalnız yasayan bir adamın kücük ve basit ve sıradan dünyası! Adamın gündelik yasamı. Uyanısı, kahvaltı edisi, cicegini sulaması, gündelik isi olan mektup damgalaması vb. Bir gün gittigi piknikte tanıstıgı köpegi eve getiriyor ve onunla dost oluyor. Dekorda olağanüstü basit çözümler; yatağı dikey olarak kullanmış; dolayısıyla dikey olarak perde gibi asılı bir kumaşın arkasına oyuncu yalnızca başı gözükecek biçimde girdiğinde yatağına girmiş de üstünü örtmüş gibi gözüküyor; clownesk oyunculuk. Sokak kapısı hem buzdolabı, hem camasır makinesi oluyor; gerektigi zamanlarda kapıyı actıgında camasır makinesinin dıs kapagini ya da buzdolabinin icini görüyoruz; aynı zamanda kızartma makinesi de olan radyo müthis!

11.00: Teater Rejseholdet, Kalonborg by Night, 13-99, 35 dak.

1 kadın ve 1 erkek oyuncu; uyuşturucu üzerine belgesel bir ‘konusma’. Sokakta yaptıkları söylesileri, ‘oynamadan’ yalnızca küçük gestus’larla göstererek yarım saat uyuşturucu konusuna ‘degindiler’. Şeyirciye dogrudan sorular sorarak, burada anlatılanlardan hangisini yasadiklarını, ya da burada anlatılanlardan hangisinin ucunun onlara dokundugunu sordular.

13.00: Teatre Dusco Radoviç, Stone Prince, 90 dak.

Festivalin yabancı konuklarından biri. Anne ve babasıyla sorunları olan bir çocuğun öyküsü. 2 erkek oyuncu; çok hızlı ve devamlı role giriş-çıkış; rolden role giriş-çıkış; rolden anlatıcıya, anlatıcıdan role giriş-çıkış. Oyun Sırpca oynandı.

20.04.2007

10.30: Japon Kyogen tiyatrosuna bir örnek

Oyuncu önce sahneye gelip Kyogen’in ne oldugunu, belli baslı özelliklerini anlatarak, örnegin Kyogen’de bir oyuncunun nasıl güldügünü örnekledi. Ardından oyun basladı. Çok teyatral; hiçbir şey oynanmıyor, yalnızca gösteriliyor. Ortaoyununa cok benziyor. Karısının ve kaynanasının eziyet ettigi bir adamın öyküsü. Cok komik, cok basit. Kyogen, No oyunlarının arasında oynanan bir cesit ‘interlude’; diğer bir deyisle Japon farsı. Göstermeci tiyatroyu; Bertolt Brecht tiyatrosunu anlamak icin cok iyi bir örnek.

17.00: Boomerangteatret, Siames, 10-99, 70 dak.

Kitap dolu bir odada iki yetişkin erkek siyam ikizi. View point’ten yola çıkılarak yapılmıs bir oyun; iki oyuncu oyunun büyük bir bölümünde bedenlerinin bir yeri mutlaka birbiriyle temas eder bir halde oynuyorlar; sanki bir insanın iki yönü gibi, biri Weissclown, diğeri August! Sonra bir an geliyor birbirlerinden ayrılıyorlar ve özgür olmanın büyük sevincini yasıyorlar; ama bu büyük sevinc bazı şeyleri paylasamama sonucu kavgaya kadar uzanıyor; ardından gelen barıs ve birlikte yasayabilmeyi ögrenmenin getirdigi mutlu son!

18.45: Meridiano Teatret, Genesis, 5-11, 45 dak.

Gölge oyunu+tepegöz+slayt+kara tiyatro+kukla…. Dünyanın olusumu, gezegenler, insan vb. Bastan sona teknik, oyun yok, oyuncu yok…

20.00: Corona La Balanche, Looking for my father, 9-99, 75 dak.

4 cok iyi danscı+oyuncudan izledigim cok iyi bir genclik oyunu. Babası evi terk etmis olan, Zidane hayranı, futbol tutkunu Nick’in hayatından kesitler; sahne dört köse bir saha halinde düzenlenmis, dört oyuncu dört corner’de oturuyor; sıradaki sahnede oynayacak olanlar köselerinden kalkıp sahneyi oynuyorlar ve yine köselerine dönüyorlar. Genclerin okul yasamından, birlikte yaptıkları ‘geyikler’den, yolculuklardan, acılarından, kavgalarından, sıkıntılarından, aile hayatlarından kesitler, bazen dansla, bazen sözle, bazen sessizlikle anlatılıyor. Oyuncular cok enerjikler.

21.04.2007

9.45: Gruppe 38, Haensel und Gretel, 7-99, 40 dak.

Cok iyi tasarlanmıs, bembeyaz bir kostüm giymis anlatıcı kadın oyuncu ve piyanist bir adam. Anlatıcı kostümünün kat kat tüllerini zaman kaldırıp acıyor, bu tülün üzerine görüntü düsüyor, bir tür projeksiyon perdesi olarak kullanılıyor tüller; zaman zaman teknikten kendilerini alamamıslar; cok ısık oyunu, arka plana düsen görüntüler (ay, yıldızlar vb.) yerden verilen kırmızı ısıklar, vantilatör; sahnede bir müzisyen oldugu halde efekten gelen kimi sesler; teknik ugruna dramaturji zaafları: Kostümünün tülünü yukarıya kaldırdıgında da projeksiyonun vurdugu göstermek ugruna ilgisiz ucan balon ve ucak görüntüleri gibi.

12.30: Theater 2tusind, The Bloody Story of Oidipus, 12-17, 70 dak.

3 erkek+1 kadın oyuncu. Oidipus’un öyküsünü en başından, doğumundan itibaren almıslar; cagdas bir uyarlama. Anlatı; siyah takım elbiseler icindeki oyuncular yine anlatıcıdan role, rolden anlatıcıya girip cıkıyorlar. Sahne uzunlamasına, şeyirci sahnenin iki tarafına yerlestirilmis; ileri-geri oynanan bir oyun. Iyi oyunculuk.

14.15: Teater Rio Rose, Slagmark, 10-99, 50 dak.

Bir kadınla bir erkegin bütün muhtemel halleri, daha dogrusu ‘dünya hali’ dansla, hareketle, sarkıyla, sözle, suskunlukla anlatılmıs; iyi bir gösteri; özellikle silah-siddet defilesi sahnesi müthis: Kadınla erkek bir podyumda yürüyen mankenler edasıyla ellerinde degisik silahlarla, baslarında sargılarla, kafaya gecirilmis naylon coraplarla defile yaptılar. Dansta ve harekette tekrar ve dansın, hareketin hızıyla oynayısları cok etkileyici. Iyi oyunculuk.

17.00: Apollo Theater/Sampling, 11-99, 50 dak.

Coca cola ve Amerikan dayatmasını, emperyalizmini elestiren kötü bir oyun; elestirdigi şeyin tuzagına düsmüs. Arka planda oyun boyunca koskocaman duran bir coca cola makinesi, aynı zamanda bir ekran; Amerikan cagrısımı olan bir sürü görüntü bu ekrandan gelip geciyor; sahnenin sagında ise bir palmiye agacı. Oyunun basında palmiye agacının anlattıgi bir masal coca cola makinesinden gelen seslerle kesiliyor ve biri Süpermen ve öteki Marlyn Monroe kostümü icersindeki iki oyuncu bu seslere ve ardından gelen görüntülere kapılıp gidiyorlar.

19.00: Teatergruppen Batida/A White Man,

Bebeklerin yasadıgı bir orman; bu ormana günün birinde paraşütle bir Beyaz Adam geliyor; yeni kurallarıyla ve kocaman saatiyle; ormanda yeni bir düzen, yani kendi düzenini kurmaya calisiyor; bebekler önce uyum saglayamasalar da sonunda Beyaz Adam’ın ögretilerini hatmetmeye calısıyorlar; hatta iclerinden biri Beyaz Adam’a gönül vererek onun kadını oluyor; kendini ve Beyaz Adam’ı diğer bebeklere karsı korumaya calısırken yanlıslıkla Beyaz Adam’ı vuruyor; bebekler Beyaz Adam’ın saatini ve paraşütünü kullanarak bir tür İsa figürü oluşturuyor ve ona tapınıyorlar; bu sırada Isa figürünü olusturdukları fonun arkasından bir ısık yanıyor; bebekler bu ısıgın ne oldugunu, fonun arkasındaki ‘dünya’yı merak ederek arka tarafa, baska bir dünyaya geciyorlar ve bizler icin birer gölge oluyorlar. Isıga yaklasmak suretiyle kaybolan gölgelerinin ardından her birinin birer sopa ucuna takılmıs birebir tasvirleri kısa bir resmi gecit yapıyor. Oyunun birkac tane finali var; oyunculuk zaafları mevcut.

22.04.2007

10.00: Uppercut Dans, Skal vi dancie?, 1,5-4, 25 dak.

2 kadın danscı; oyun oynayan iki arkadaş; geometrik şekiller, bu şekillerle neler yapılabilir, hangi şekil hangisine uyar? Aynı küpü paylasamayıp kavgaya tutusuyorlar; tümüyle dans; basit, sössüz, renkli, çocukca… Güzel, temiz bir gösteri.

11.00: Graense-Loes, Fucking Alene, 13-99, 50 dak.

Olaganüstü bir bilgisayar teknigi; genc bir kızın kendini, bedenini, cinselligi kesfi; görüntü bombardımanı ve bilgisayar egemenligini yine müthis bir bilgisayar teknigiyle anlatmıslar. Dekoru olusturan fonun üzerinde bilgisayar görüntüleri; dekorun muhtelif yerlerindeki ekranlarda evin diğer mekanlarının görüntüsü; odalardan birine konmus olan kücük akvuryumun görüntüsü; oyunun belli bir yerinde kullanılan kücük bir kuklanın icinde (basının icinde) parmak kamera var; böylece her şey kuklanın gözünden de izlenebiliyor.

23.04.2007

13.40: Bu gün 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Istanbul’a dönüyorum! Sevincliyim!

AYŞE’NİN BELGRAD GÜNLÜĞÜ

Kasım 2005’te Belgrad’ta yapılan Tiba Uluslar arası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali’nde jüri üyeliği yapan Ayşe Selen’in izlenimleri

23 Kasım 2005, 15.30:

Istanbul’da yağmur var. Trafik korkusundan evden erken çıktık. Şehsuvar’la vedalaştık. Taksim’den kalkan Havaş otobüsüne bindim. Havaalanı. İşlemler. Polis, pasaportumdaki harç puluna taktı, oysa pul orda işte! İki kez git, gel. Sıcak bastı. Son kontrolden de geçtim.

18.05: Birazdan uçağa bineceğim. Şehsu’yla biraz önce konuştum. Murathan Mungan’ın “Çador”unu okuyorum.

20.00: 40 dakika gecikmeyle kalktık. Küçücük bir uçaktayım. Güvenlik önlemleri anons edilirken iki sözcüğün bizdekiyle aynı olduğunu duydum: kopça ve kayış! Yugoslav Havayolları yaşlı hostes konusunda rekor kırmış bence! Uçuş 2 saat 15 dakika sürecekmiş.

23.00: Yerel saatle 20.50’de Belgrad’a indik. Her yer bembeyaz, kar altında. Festival görevlisi Tanja Pereviç karşıladı beni. Yaklaşık 20 dakikalık bir araba yolculuğundan sonra Otel Metropol’e geldik. Bizim eski körüklü otobüsler, troleybusler, küçük büfeler, elçiliklerin sıralandığı Kral Miller Caddesi, bitmek bilmeyen toplu konutlar… dikkatimi çeken şeyler bunlar. Ama Nato’unn bombaladığı ve o halde bırakılmış binaları görünce dermanım kesildi. Kendimi hiç iyi hissetmiyorum.

Tanja festival programını verdi. Yarın 10.00 tiyatroda, Dusko Radoviç’te buluşmak üzere ayrıldık.

Otal odasındayım, karşımda toplu konutlara bakıyorum, “Arka Pencere” filmi gibi…

Savaş sırasında Tanja 17 yaşındaymış!

24 Kasım 2005, 10.50:

Dusko Radoviç! Devasa ST.Martin Ketedrali’nin arkasında! Şu anda kuliste oturuyor ve Türk kahvesi içiyoruz! Camdan bakıyorum. Bombalanmış bir bina! Televizyon binasıymış. Müdür ihbar aldığı halde binada çalışanlara haber vermemiş. Aralarında Miloseviç’in kızı da olmak üzere bir sürü genç insan ölmüş. Müdür şu anda hapisteymiş!

İnanılmaz bir şey: Ekim’de Bursa’da tanıştığım İspanyol Omar ve grubu da bu festivale katılıyor…

Birazdan açılış gösterisi olacak, ardından da Sırp-Danimarka ortak yapımı “Stone Prince”i izleyeceğiz. Kantinde oyuncu oldukları her hallerinden belli olan iki “aktör” kahve içiyor. Acaba jüri üyeliği tiyatronun kantininden başlıyor mudur?

11.30: Açılış töreni ve oyun iptal oldu. Yönetmen, gelen çocukların yaş grubunu küçük bulmuş; oynamayı reddettiler, oynamadılar!

Öğle ve akşam yemeklerini kendi cebimden yiyeceğimi öğrendim, canım sıkıldı!

Tanja’yla birlikte Boska Buha tiyatrosuna geldik. Ulusal müzenin ve ulusal tiyatronun hemen yanında; burası merkez, yaya bölgesi, alışveriş merkezi filan var. Ulusal müze kapalıymış, yeniden toparlamaya çılışıyorlarmış! Saat 14.00’te Boska Buha’nın “Rebellio of the Dolls” adlı oyununu izleyeceğiz.

Her katında tiyatro olan bir bina burası ve her yeri dökülüyor!

14.30: Şimdi de Boska Buha’nın kantininde bekliyoruz. Bir okul geç kalmış, öteki çocuklar salonda bekliyorlar. Diğer jüri üyeleri Katerina ve Aleksandr da buradalar. Bir grup kadın oturuyor kuliste. “Bunlar kim?” diye soruyorum. “Öğretmenler!” diyor Tanja. Öğretmenler oyunla hiç ligilenmezlermiş, her zaman kantinde beklerlermiş, asla çocuklarla birlikte salona girmezlermiş! Allah Allah! Allah Allah!

15.45: sonunda ilk oyunumuzu izledik. Birbirlerinin oyuncaklarını kıran iki kardeş; biri kız, biri erkek. Gece uyuduklarında kırık oyuncaklar (Harry Potter, Barbie bebek, spiderman vb.) canlanıyorlar, isyan ediyorlar ve evden çıkıyorlar; bir ormana geliyorlar, orada da huzur içinde yaşayan bir oğlanla bir kız var (?). Oyuncaklar oldukça uzun süren bir süreçten sonra onlarla birlik ve beraberlik içinde evlerine dönüyorlar (?). Çocuklar oyuncaklarına kavuştuklarına çok seviniyorlar. Kurgusu, dramaturgisi zayıf, ritm ve anlatım sorunlarıyla dolu, sıkıcı ve özensiz bir oyundu.

Yarın daha iyi oyunlar izlemeyi umuyorum.

25 Kasım 2005, 12.00:

Andersen’in “Thumbelina” adlı masalından aynı adla uyarlanan bir oyun izledik! Youth Theatre’nin oyununu Emilia Mrdakoviç yönetmiş. 3 oyuncu hem oynuyorlar, hem de kuklaları oynatıyorlardı. “Çocuk oyunlarında sesi inceltmek gerekir!” anlayışının hakim olduğu bir gösteriydi. Balı fazla kaçmış, hiçbir gerçek ânı olmayan bir gösteriydi. Bu tür çocuk oyunlarını hiç sevmiyorum. Daha perde açıldığı anda “eyvah” dedirten oyunlardan biriydi. Yazık ki çok çalışmışlar! Ya da iyi ki çok çalışmışlar! Diğer jüri üyeleri de benimle aynı fikirdeler.

13.15: Belgrad’ta güneş açtı. Koskocaman bir parkın içindeki küçük bir restoranda ton balıklı salata yiyorum, soda içiyorum (335 Dinar). Kırmızı kareli, kocaman peçeteler var! Bir de nar ekşisi!

15.15: Macarlar’ı izledik. Daha önce de örneklerini gördüğüm gibi tam onlara özgü bir gösteriydi! Yine Macar müziği, yine halk oyunları! Yine temiz, disipline, yine iyi! Bir Macar masalından hareketle, yine dansla ve müzikle kotarılmış bir oyun. Jürinin oybirliğiyle büyük ödüle aday! Çekincelerim: tekrarlar kısaltılabilirdi; müzikte yabancı öğlere gerek yoktu (Carmina Burana gibi).

20.20: Otel odamda bir Tito belgeseli izliyorum. Ulusal günlerde uçaklar havada TITO yazarak uçuyorlarmış! Nasıl da tapıyorlarmış Tito’ya. Burada konuk olarak bulunan Danimarkalı oyun yazarı Michael bu gün bana “Assiyej Bursa festivali çok büyük bir festival öyle değil mi?” diye sordu. Nasıl gönendim, nasıl!!!

26 Kasım 2005, 11.00:

Bu gün yarışma dahilinde olan oyun yok. Etkinlik kendi içinde ikiye ayrılıyor: Büyüklerin çocuklar için oynadıkları oyunlar –ki ben bunun jürisindeyim-; çocukların çocuklar için oynadığı oyunlar –ki bunun da jürisi ayrı-; ama ben hepsini izliyorum!

15.15: Belgrad gençlik merkezine gittik, Sırbistan ASSİTEJ’inin başkanı Lubitza’yla birlikte! Orada gençlerle çalışma yapan pedagog Diana’yla tanıştım. Çalıştırdığı genç grubun kısa doğaçlamalarını izledim. Gençler her yerde genç!

20.30: Bizi Sırp yemekleri yemek üzere tipik bir Sırp restoranına yemeğe götürdüler. Sırp yemeği diye gele gele çöp şiş geldi. Bir de rakı içer misin diye sormazlar mı? “O bizde var, siz için!” dedim en ukala halimle. Yemekte Sırbistan’daki çocuk tiyatrosunun sorunlarından konuşuldu. Okul öğretmenlerinin tutuculuğunu aşamadıklarından yakındı Anya Susa! Çocuk tiyatrosunun bu “vıcık vıcık bal” halinden kurtarmak istediklerini, bunun için çalıştıklarını anlattılar! Bunun çaresinin 5-6 kişilik bir öğretmen grubunu Danimarka’ya festivale göndermekte yattığına inanıyorlar. Michael de kendisinin doğru adres olmadığını, bunu Peter Manscher’le görüşmeleri gerektiğini söyledi. Anya Susa biraz boşuna dil dökmüş gibi oldu, ama neyse!!!

27 Kasım 2005, 10.45:

Belgrad’ta Pazar günü. Pazar günleri Istanbul’da bile sevimsizdir, nerede kaldı Belgrad’ta sevimli olsun! Üstelik oteldeki karate takımı gece olay çıkardığı için sabaha kadar uyumadım. Dökülüyorum! Bu gün yarışmaya dahil oyun yok!

28 Kasım 2005, 11.00:

Ve festival devam ediyor. Birazdan Belgrad’taki tek kukla tiyatrosu olan Pinokyo’dan Andersen’in bir masalından uyarlama “Goldilocks and the three bears” adlı bir oyun izleyeceğiz.

15.45: Pinokyo’dan arka arkaya iki oyun izledik. Birincisi yolunu kaybeden ve bir ayı ailesinin evine rast gelip orada karnını doyuran, ardından da ayı ailesiyle dost olan kızın, Goldilock’un öyküsüydü; kara tiyatro, ipli kukla ve gölge oyunun bir arada kullanıldığı bir gösteriydi. Oldukça dağınık bir oyundu. İkinci gösteri ise gölge perdesinde salt ellerin gölgesiyle kotarılan, kendi içinde bütünlük taşıyan kısa sekanslardan oluşuyordu. Bu türün çok iyi örneklerini izlemiş olmakla birlikte bu gösteriden de keyif aldım.

29 Kasım 2005:

Bu gün 11.00 belki de hayatımda gördüğüm en kötü oyunu izledim. Çok sıkıldım, o kadar ki şu anda kızgınım, öfkeliyim! Festival böyle bir oyunu nasıl seçer? Sırbistan’dan bir topluluktu ve ne yaptıkları, ne yapmak istedikleri hiç belli değildi!!!

15.40: saat 14.00’te Cindrella izledik. Herhangi bir özelliği yoktu. Yok, yok vardı: oyuncu yokluğu vardı herhalde ki oyunda üvey anne yoktu; prensi ve büyük kız kardeşi aynı oyuncu oynuyordu ve bütün oyun boyunca çocuklar “ama sen erkeksin!” diye bağırdılar. Doğal olarak oyunun büyük bölümünde abla sahnede yoktu; çok özensiz bir çalışmaydı.

Seyredecek iki oyun kaldı!

30 kasım 2005, 12.10:

Nihayet bir şey seyrettim; koskoca Sırbistan şimdiye kadar gördüklerimden ibaret olamazdı!!! Niş’ten gelen kukla tiyatrosu bir masal anlattı bize. Bir krallığı tehdit eden devi öldürerek prensesle evlenmeye hak kazanan, ama prensesin yine de sevdiğine vardığı bir masaldı bu. Sahne düzenlemesi, kuklalar, kuklaların oynatılışındaki inanılmaz ayrıntı ve özen, toplu oyunculuk, uyum… herşey gerçekten iyidid! Gönlüm büyük ödülü onlara vermekten yana, ama diğer jüri üyeleri Macarlar’da diretiyorlar! Geriye tek oyun kaldı; onu da izledikten sonra kesin kararımızı vereceğiz.

14.00: Yine Sırbistan’dan bir oyun izledik. Çok basit bir öykü, çok basit kuklalarla, çok basit anlatılmış! Bir horozla bir tavuk birbirlerine âşık oluyorlar; birleşiyorlar, yumurtalardan bir tanesi bir türlü açılmıyor, diğer hayvanlardan yardım istiyorlar, sonunda yumurta açılıyor. Mutlu son! Güzel ve temiz bir gösteriydi.

Ve jüri kararını verdi:

En iyi sahne gösterimi: Poor Boot Maker and the Wind King, yönetmen Hernjak Djerdj, Gyermekszinhaz Çocuk Tiyatrosu, Subotica, Macaristan

En iyi yönetmen: Hernjak Djerdj, Poor Boot Maker and the Wind King, Gyermekszinhaz Çocuk Tiyatrosu, Subotica, Macaristan

En iyi erkek oyuncu: Greguş Zaliani, Poor Boot Maker and the Wind King, Gyermekszinhaz Çocuk Tiyatrosu, Subotica, Macaristan

En iyi toplu oyunculuk: Niş Kukla Tiyatrosu, Niş, Sırbistan

En iyi sahne tasarımı: Niş Kukla Tiyatrosu, Niş, Sırbistan

En iyi canlandırma: Niş Kukla Tiyatrosu, Niş, Sırbistan

Üst düzey sahne gösterimi: Tosa Jovanoviç Ulusal Tiyatrosu, Kukla Bölümü, Zrenjanin, Sırbistan.

Böylece 11.Festiç sonuçlanmış oldu. Ödül töreni yarın, 01 Aralık 2005 Perşembe günü, saat 18.00’de. Ben burada olmayacağım!

Hoşçakalın Ivana, Niki, Anya, Tanya, Aleksandra, Aleksandr, Andrea, Lubitza, Diana, Bosco, Michael… Hoşçakal Belgrad!

Paylaş.

Yanıtla