Mesut Arslan İle “Kafa Açıcı” Bir Söyleşi

Pinterest LinkedIn Tumblr +

garajistanbul’un yeni oyunu “ve veya ya da” üzerine Gökçen Tongut’un oyunun yönetmeni Mesut Arslan’la yaptığı söyleşiyi okurlarımızla paylaşıyoruz. (Söyleşi, Sahne Dergisi’nin Mart-Nisan 2011 sayısında yayınlanmıştı.)

“ve veya ya da” garajistanbul’un yeni oyunu. Oyuncu kadrosundaki isimler, Derya Alabora, Erdem Akakçe, Engin Hepileri, Nergis Öztürk, oldukça iddialı bir yeni oyun ile karışılacağımızın sinyallerini veriyor. Oyun, ünlü Fransız yazar ve sinemacı Marguerite Duras’ın “Parkta” ve günümüzde Hollanda ve Belçika’nın önde gelen yazarları arasında yer alan Oscar van den Boogaard’ın “Yatak Dolusu Köpük” adlı metinlerinden yola çıkıyor. Mesut Arslan, Avrupa’da oldukça ses getiren festival 0090’ın sanat yönetmeni, Theater Onderhetve’nin (Tiyatro Derinin Altında) kurucusu. Kendisiyle 0090 hakkında, “ve veya ya da” hakkında, ve Belçikalı olarak İstanbul’da, Türkiyeli olarak Belçika’da işler üretmek üzerine biraz sohbet etmek için garajistanbul’da buluştuk. garajistanbul’un sakin fuayesinde biz sohbet ederken, o akşam gösterimi yapılacak olan 22/11’in yeni projesi Keşke Bir Masada Oturabilseydik’in son hazırlıkları sürüyordu.  Çevremizde dansçılar, koreograflar, yönetmenler garajistanbul’un bar sandalyelerinde ben ve Mesut Arslan ile söyleşimize başlıyoruz..

 Gökçen Tongut (G.T.): İzmir’de başlayan bir tiyatro hayatınız var, Dokuz Eylül GSF’de mi eğitim gördünüz..

Mesut Arslan (M.A.):  Aslında tam bitiremediğim bir eğitimim var. O zamanlar Cengiz Küçükayvaz ile beraber Yeni Asır Gazetesinde tiyatro yapıyordum. Biraz da genç ve deli doluydum. Babamın çevresinde hep sanatçı arkadaşları vardı, o çevreden etkilendim ben de.

G.T.: Sizi Belçika’da üretmeye sevk eden şeyi merak ediyorum, neden?

M.A.: Belki bir yoksunluktan dolayı.  Çalıştığımız oyunun metninde de var bu. Marguerite Duras da “nasıl bir yoksunluk” diyor. Türkiyeli insanların arasında tiyatro yapan hiç yoktu. Şu anda Belçika’da 200 bin Türkiyeli yaşıyor. ’98-’99 yıllarında Belçika’da küçük guruplarda tiyatroyla uğraşıyordum. Çok küçük sahneleri olan amatör ve profesyonel gruplarla tiyatroya devam ettim. Ben tiyatroyu hiçbir zaman bırakmadım. Sadece kısa bir dönem ara vermiştim.  Ve diyebilirim ki Belçika’da Türkçe tiyatroyu ilk ben yaptım. 

G.T.: Hangi metinleri sahnelediniz o dönemde?

M.A.: Pek çok metin sahneledim, Kanlı Nigar’dan tutun da Töre, Ah Şu Gençler, Orhan Veli… Behiç Ak’ın Fay Hattı’nı, Genco Erkal burada sahnelerken ben de Belçika’da yapıyordum.  Fakat oyunlar sadece Türkçe olduğu zaman Türkiyeliler tarafından izleniyordu. Belçikalıların da izlemesini isterken bir dil problemi ile karşılaştım. Böylece ben tiyatromu iki dilli yapmaya başladım.  Oyunlarımda, hem Belçikalı hem Türkiyeli oyuncular oynamaya başladılar. Üst yazı ve alt yazıları iki dilli yazmaya başladık. Birden ben de iki dilli bir adam olduğumu fark ettim.  Beni burada tiyatro yapmaya iten şey ne ise aynı şey yüzünden Belçika’da devam ettim. İzmir’de tiyatro yapmaya 12 yaşımda başladım. 11 yaşımda Töre’yi izlemiştim.  Rahmetli Nisa Serezli, Tolga Aşkıner, babamın arkadaşı Yaman abi.. Hepsi rahmetli oldu, hepsi aile dostlarımızdı, bana tiyatroyu sevdirdiler. Dediğim gibi beni burada tiyatro yapmaya iten şey ne ise aynı şey… Tabii Belçika’da yapılınca dil problemi var, kültür problemi var. Biz çok sıcakkanlı insanlarız, oradakiler kuzey denizi insanları, duygular çok farklı alışveriş yapılabiliyor.

G.T.: Theater Onderhetve’den bahsedebilir misiniz biraz, nasıl bir ihtiyaca cevap veriyor?

M.A.: Ben ’99 yılından bu yana Belçika’da tiyatro yapıyorum, Theater Onderhetve 2004 yılından itibaren var ve yaşıyor. Benim önderliğimde kuruldu. Fakat biz Theater Onderhetve’yi üç farklı yerden bakış açısıyla kurduk. Rejisör olarak Mesut Arslan, görsel sanatçı ve heykeltıraş Meryem Bayram ve Eric Raeves, koreograf. Eric çok uzun yıllar Jan Fabre ile çalışmış bir dansçı ve koreograf. 2003-2004 yıllarıydı, yanılmıyorsam Gılgamış projesi içindi, ben bir koreografla çalışmak istemiştim. Çünkü bir dil arıyordum, bedenin de daha çok şeyi ifade ettiği bir tiyatro dili. Ardından Eric ile tanışmamız gerçekleşti.  Türkiye’de şu anda dahi bu yok, deneyen gruplar var ama bir akım olarak, seçtiği dil ve üslup ile kendinden bir akım olarak söz ettirmiş tiyatro ekibi var mı? İstanbul’da mesela, düşünüyorum bana yardımcı ol Gökçen lütfen.

G.T.: Bence yok.

M.A.: Bedenle, üslupla, şunla bunla yeni bir akım oluşturmuş bir ekip yok. En büyük problemlerden birisi de bu zaten. İstanbul’da tiyatrocu görsele bakmıyor, bakamıyor, birbirlerine baktırmıyorlar.

 “Dünyada oyunculuk ve tiyatro uzun bir zamandır sadece karakter çıkartmak değil”

G.T.: Siz daha çok disiplinler arası işler üretmeyi mi tercih ediyorsunuz?

M.A.: Disiplinlerin birleştiği demeyi tercih ederim.

G.T.: Peki neden İstanbul’da disiplinlerin keskin çizgilerle ayrıldığı işler çıkıyor?

M.A.:  Bunun oluşabilmesi için oyuncunun, yönetmenin, yani o işin içerisinde olan herkesin bir kere o dili algılaması gerekiyor. Çok basit söylüyorum, o tür tiyatrolara, o tür danslara ilgi duyması gerekiyor. Bir kere görsel sanata, sergilere gitmesi gerekiyor. Görsel sanat derken de Frida geldi mesela bundan bahsetmiyorum. Tütün Deposu’ndan tutun da birçok alternatif yer var. Şimdi oyuncu buraya gidiyor mu? Gidiyorsa da, kimse bana kızmasın, iddia ediyorum birisini tanıdığı için gidiyordur.

G.T.: Gerçek bir sanat tüketicisi olarak değil.

M.A.: Dansa ilgisi yok, sadece izleyici olarak da değil kendisi ile ilgili de.. Mesela bir koreografla birlikte çalışayım, workshoplara katılayım, yok böyle bir şey. Bu durum oyuncuyu sadece metinle, karakterle bir oyun yaratmak düşüncesine götürüyor. Bu da tezat yaratıyor.  İstanbul Festivaline yurt dışından gelen yabancı oyuncuları izlerken hayretler içinde kalıyor oyuncu. Hayretler içinde kaldığı şeyi kendisi yapabilecekken bunun üzerine gidemiyor. Dünyada oyunculuk ve tiyatro uzun bir zamandır sadece karakter çıkartmak değil. Hem de uzun bir zamandır değil. Bir karakter artık sadece metin ile yaratılmıyor. Metin-tekst dediğimiz şey bir vücuttan en son çıkan şeydir.  En son çıkan şey metindir. O metin oradan çıkmadan önce kalple, akılla teması vardır, kolla teması vardır… Bu temastan geçiyordur zaten. Şimdi siz bunu fark etmiyorsanız, sadece bir metin olarak düşünüyorsanız buna gömülü kalırsınız. Zaten tekst çıkmasa da o duygu vardır. İşte o duygu varsa, duyguyu bedenle nasıl arıyorsun?  Bunlar üzerine kitaplar yazılmış sorular. Teksti bırakalım da vücudumuzla tiyatro oynayalım demiyorum.  Bunu da yapabilirdik ama bu kadar basit değil. Öncelikle bununla uğraşman gerekir, bunu isteyerek yapman gerekir. Söylediklerimi Türkiye’de şöyle olsun böyle olsun diye söylemiyorum. Artık ben de burada iş yapıyorsam, bu işe soyunduysam, bu dertleri görüyorum, paylaşıyorum, yaşıyorum. Söylediklerim kendime de bir eleştiridir, arkadaşlarıma da, çünkü bunlar tiyatro yapan herkesle konuşulması, tartışılması gereken şeylerdir.

“benim için yeni oyuncularla çalışmak demek yeni bir oyun yapmak demek”

G.T.: “ve veya ya da” daha önce sahnelediğiniz bir oyun yanılmıyorsam.

M.A.:  Evet, Belçika ve Hollanda’da daha önce iki yıl gezdi bu iş. 2006 yılında yapmıştım.  İsmi Hebben Zjin, “var olmak sahip olmak” diye çevirebiliriz.

G.T.: Aynı metin yeni oyuncularla, yeniden.

M.A.: Evet ama benim için yeni oyuncularla çalışmak demek aslında yeni bir oyun yapmak demek. Çünkü ben böyle çalışıyorum. Sadece ben değil herkes için geçerlidir bu. Ekip yeni bir ekip ise oyunun metni aynı olsa da oyun başka çıkar, çıkması gerekir.  Ben şuna inanmıyorum, mesela bir oyuncu değişiyor ama aslında oyunda hiçbir şey değişmiyor.  Değişmezse problem vardır bence. Tiyatro çok yaşayan bir şey, değişmezse problem vardır bence.

G.T.:  “ve veya ya da” bağlaçlarla dolu bir isim. Oyun izleyici ile izlediği şey arasındaki bağlamı da sorguluyor mu?

M.A.: Kesinlikle,  bir kere bütün bağlaçlar seyirci ile ilgili. İki oyun, iki tekst var. Marguirte Duras ve Oscar van der Booder’in metinleri.  Metinlerden birisi 1950’lerde yazılmış. Ve bence Duras bunu öyle yazmış ki, böyle sabahlara kadar, viskiyle, kendisine küfür ederek. Yazdığı metinde, güya diyorum dikkatini çekerim, güya bir parkta 40 yaşlarında bir erkekle, 20 yaşlarında bir kadın.  Birisi hizmetçi, diğeri dünyayı dolaşan bir seyyah. Bir parkta oturup konuşuyorlar. Aşk üzerine, mutluluk üzerine, sanki birbirlerine karşı hiçbir şey hissetmiyorlar, onu da geçtim sanki hissetme duygularını yitirmişler. Duygusuz iki insan ile ilgili yazmış sanki. Öncelikle kadın ile erkeğin yerini değiştirerek bunu kırmaya çalıştım. Neden sürekli dünyayı dolaşan bir erkek olsun ki. Bence kadın da olabilir. Ve Derya Alabora çok uygun bir kast oldu, çok uygun… Tarihe bakarsak, savaştan yeni çıkılmış, insanlar yoksulluk içinde, para çok önemli olmaya başlamış, sahip olmak çok önemli olmaya başlamış. Ve insanlar birden sahip ola ola, bir şeye ait olarak sahip ola ola (bir şeye ait olarak da sahip olabilirsin), bir şeye ait olup sahip olmanın yolunu açıyor. Şimdi bu böyle devam ederken 50-60 yıl sonra Hollandalı başka bir yazar çıkıyor karşımıza. Oscar van den Boogaard, Belçika’da yaşıyor, görsel bir adam, uzun zamandır arkadaşım. Çünkü onun tekstlerini çalışıyorum.  O ise post-modern bir dünyada, artık gözlük kelimesi yerine Ray-Ban, koltuk yerine Martin Visser dediğimiz, markalarla yaşadığımız bu çağdaki modern bireyi ele alıyor. Post-modern bir çağda, bir arada on yıl yaşayan, aşk- mutluluk gibi duyguların hepsini tadan bireyler. Hem özgür bir birey olmak için çabalayan hem de ilişki kurmaya çalışan insanlar. Ki bu imkansız gibi bir şey, günümüzde hem çok özgür olacaksın, hem de bir ilişki kuracaksın. İlişki kurduğun zaman taviz vermeye başlıyorsun, özgür insan taviz vermeyen insandır. Ve insanın 60 yıl sonra geldiği yer. İlişkiye giriyor, ilişkide aşkı elinde tutamıyor,  becermiyor. Elinden kayıp gidiyor. Çünkü çok modern bir yerde duruyor insan. Peki modern birey bu işin içinden nasıl çıkacak? İki ayrı metni bir arada, aynı metin yapmaya çalışıyorum ben. Bu birlikteliğe seyirciyi de ortak ediyorum. Seyirciye sadece oyunu izleyemezsin diyorum. Konseptin içinde seyirci de kendinin sadece izleyemeyeceğini fark ediyor. 

G.T.: 0090 festivalinden bahsedelim biraz da. Bu festival nasıl bir ihtiyaç ile doğdu?

M.A.: Avrupa’da entegrasyon uygulamaları var. Belçika da bunu yapma düşüncesi ile orada yaşayan Türkiyelilere bir öneride bulundu. Arapların bir festivali vardı, örnek gösterdiler. Birkaç Türkiyeliyi bir araya getirdiler ve sizlerin de bir festivali olsun dediler. Türklerin de biraz entegre olmuş gibi görünmesini istediler. O zaman öyle dediler ama niyetlerinin de o zaman çok sığ olduğunu ben sonradan fark ettim.  Belçika sanat açsısından çok özel bir ülke, özellikle flaman bölgesi. 6,5 milyon nüfusu var, baktığımızda İstanbul’un ikide-üçte biri kadar. Fakat dünyayı dolaşan çok özel işlerin üretildiği, çok özel sanatçıların işlerini ürettiği bir ülke.   Jan Fabre, Meg Stuart, Anne Teresa de Keersmaeker, C de la B, Alain Platel ve bir çokları.. Bunlar dünyayı etkileyen, bir şey söyleyen, festivallerimize gelmeleri için bütün paralarımızı verdiğimiz sanatçılar. Bugün Jan Fabre denildiğinde dünyanın her yerinde şöyle bir durular. Küçük bir ülkeden böyle işler ve bu işleri yapan sanatçılar çıkıyor. Sürekli yeniliklerin olduğu bir yapı var orada. Ve bu çarkın içerisinde kendinize yer bulmak çok zor. Fakat şimdilerde entegrasyon teması ile bir yabancı teması üretmeye başladılar. Mesela Meg Stuart’a yabancı olarak bakmıyorlar. Türkler, Araplar bunları yabancı görüyorlar ve entegre etmeye çalışıyorlar. Bize de böyle bir yol açmak istediler. Fakat bize geldiklerinde, 0090 için biz ekip olarak şöyle dedik.  Bizde de çağdaş sanat var, Taldans gerçeği vardı o zaman, 0090’ın ilk yıllarında. Sonra Aydın Teker gerçeği vardı, ashura vardı. Fakat Belçika’ya gelen işler hala mehterdi, pop müzikti, bizi Tarkan ile tanıyorlardı.  Böyle bir hava vardı ve biz o havayı yıkmak için 0090’ı başlattık ve en son altıncısını düzenledik.  Sonuç olarak orada belediyenin yapmak istediğinden bambaşka bir şey oldu. Onlar Türkiyeliler bir araya gelsinler, patates yesinler, Tarkan dinlesinler istedi ama ortaya 0090 çıktı.

 0090 Türkiye’deki çağdaş sanatı destekleyen bir damar

 G.T.: Sonuçta  Türkiye’den Belçika’ya çağdaş sanat örneklerinin gittiği bir festival ortaya çıktı.

M.A.: Sadece Belçika değil, oradan Avrupa’ya yayılıyor. Çünkü biz bir ülkeyi 12 ay takip ediyoruz. Oysa Avrupa’da yaşayan biri bunu 12 ay takip edemez.  Sonra prodüksiyonlar yapıyoruz. Son olarak Ayşe Orhon’un Çok isimli projesi mesela 0090’da prömiyer yaptı.

G.T.: Aslında 0090 Türkiye’deki çağdaş sanatı destekleyen bir damar halini aldı diyebilir miyiz?

M.A.: Kesinlikle. Mesela Meg Stuart ilk defa bu proje kapsamında İstanbul’a geldi, garajistanbul-5. Sokak – Kassandra, Taldans – Dokuman, Ayşe Orhon – Çok, Emre Koyuncuoğlu – Fiction as a reality gibi bir çok projeye prodüksiyon desteği verdik. Hem oradan buraya ve buradan oraya işler getirip götürüyoruz, hem de prodüksiyonlar yapıyoruz.

Daha da fazla prodüksiyonlar yapmak istiyoruz. Mesela sanatçının aklında bir iş var, burada, bu ortamda her şey çok zor. Gerçekten burada çağdaş işler üreten sanatçıları öpüp başınıza koymalısınız. Çünkü çok saçma zorluklar ile ilgilenmek zorunda kalıyorlar.  Bir kere bütçe yok sonra teknik yok, algılayış yok. Bakın halen burada senografi- sahne tasarımı denilen kavram tam olarak yerleşmemiş. Senografiye dekor deniliyor, “burada bir şapka  lazım, hadi getir” değildir sahne tasarımı.  Sanat yönetmeni mesela rejisörden daha çok sanat ile uğraşan insandır. Yön verir rejisöre, genel anlamda söylüyorum büyük filmi değiştirebilir. Özgür ortamlar gerekiyor, bu özgürlüğü bulmak için de yaratan insanın özgür olması gerekiyor.  İstanbul’da yaşadığım en iyi örneklerden birisi Meg Stuart ile olandı. Kadın hiçbir şeyi kendine çekmedi, hep mesafede tuttu. Onun etrafında olan on kişi vardı ve onlar her şeyi yaptılar. Bakın yapmadı, yaptırdı. Tartışmadı bile. Siz burada adım atmak istiyorsunuz ama her attığınız adımda açıklama yapmak durumunda bırakılırsanız üçüncü adımda neden yaptığınızı kendinize bile açıklayamazsınız.  Sanatçıya müthiş boş alan yaratmak gerekiyor. Boş alan yaratmalı ki deneyebilsin, daha denemeden fikirde kırılıyorsa, daha görmeden üçüncü adımda o bile görmez kendini.

 İki metin, dört oyuncu ve altı çiftin bir mekanda iç içe geçtiği “ve veya ya da” modern bireyin sahip olmak, ait olmak ve var olmak arasındaki gelgitlerini, hayata, aşka dair arayışlarını ve bu arayışların açmazlarını tartışan bir oyun.  Oyun, modern birey olarak kurgulayışından beri süregelen özne-insanın, kendini aklından çel/e/me/me yolculuğunda izleyicisini hem yolcu hem de tanık kılıyor. ve veya ya da, 21 Mart’tan itibaren garajistanbul’da izlenebilir.

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.