“Ona Kürt Cemali Desem Oynamazlardı”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Fırat Güllü

Bir tanıklığa göre Haldun Taner’in ağzından dökülen yukarıdaki sözler, Yaşam Kaya’nın başlattığı Keşanlı Ali Destanı tartışması açısından işin özünü ortaya koyuyor gibi görünüyor. Mehmet Bayrak’ın Alevilik, Kürdoloji, Türkoloji Yazıları başlıklı kitabında yer alan “Keşanlı Ali mi Kürt Cemali mi?” başlıklı yazısında yer verdiği, 26 Mart 1996 tarihli Özgür Politika gazetesinde yayınlanmış Yaşar Kaya imzalı “Keşanlı Ali Destanı mı, Ankaralı Kürt Cemali Destanı mı?” başlıklı yazıdan yapılan alıntı şöyledir: “Haldun Taner, Keşanlı Ali Destanı’nın vizyonundan sonra Kadıköy vapurunda Doğulu bir savcı arkadaşımla tartıştı (…) Hukukçu arkadaş 1960’lı yıllarda Ankara’da çok ünlenen Kürt Cemali ile bu oyunun ilgisinin olup olmadığını söyler. Onun, öldürülen Kürt Cemali’nin hayat hikâyesinin tıpatıp aynısı olduğunu söyler. Haldun Taner inkâr yoluna sapar… Arkadaşım, Keşanlı Ali için niçin Trakya şivesi ile değil, bir Kürt kabadayısı ağzıyla konuşturulduğunu sorar. O zaman ip kopar. Haldun Taner bunu kabullenir gibi olur. ‘Ona Kürt Cemali desem oynamazlar, onun için Keşanlı Ali dedim’ der.”

Yıllar önce Hrant Dink duygu yüklü konuşmalarından birisinde örgütlü sol hareket içerisinde yer almaya karar verdiğinde adını Fırat olarak değiştirdiğini anlatmıştı. Ve yıllar sonra bu olayı yeniden düşündüğünde, o zamanlar hiçbir arkadaşının kendisini, devrimci hareketin zarara uğramasını engellemek için Ermeniliğini gizleme kararından döndürmeye çalışmamasının şimdilerde içini ne kadar yaktığından bahsetmişti. Çünkü o zamanlar sol için formül çok netti: Hele bir devrim olsun kadın sorunu da, Ermeni sorunu da, Kürt sorunu da çözülecek. Haldun Taner Hoca’nın da dönemin politik ortamından etkilenerek , “Hele bir devrim olsun o zaman bu oyunu Kürt Cemali Destanı adıyla da oynarız” diye düşündüğünü hayal edebiliriz. Ama aradan yıllar geçti ve devrim olmadığı gibi “erdemli kabadayı” Kürt Cemali’yi de pek hatırlayan kalmadı.

Bir dönemin hâkim yargısına göre ezilen sınıfların etnik çelişkileri asli hedef olan sınıf mücadelesinin devrimci başarısı için askıya alınmalıydı çünkü oyunun Takdim bölümünde yer alan açılış şarkısında da söylendiği gibi: “Her cins insan var burada/Çalışkanı tembeli/Dört bucaktan gelmişler/Hırlı hırsız serseri//Lazı Kürdü Pomağı/Maraşlısı Vanlısı/Erzincanlı Kemahlı/Hepsi kader yoldaşı.” Görüldüğü gibi aslına bakılırsa Haldun Taner ezilen sınıfların etnik çeşitliliğine gözlerini tamamen kapamamıştır ve bunu oyununa yansıtmak için yer yer uygun fırsatlar yaratmıştır. Ancak besbelli ki dönemin hâkim sol anlayışı içerisindeki etnik kimlikleri “sınıfı bölen”, dolayısıyla nihayetinde sınıf mücadelesi açısından “zararlı” bir unsur olarak gören yaklaşım, yazarın Kürt Cemali’nin Kürtlüğünü tartışmanın o an için gereksiz olduğunu düşünmesine yol açmıştır. Ama o zaman şu soruyu sormadan edemiyoruz: Etnik kimlikler bu denli önemsizse ve ezilenlerin, aralarındaki tüm ayrım noktalarını bir yana bırakarak egemen sistemle girişilen mücadele temeli üzerine inşa edilmiş bir sınıf kimliğini sahiplenmesi gerektiği savunuluyorsa Haldun Taner oyunun adı Kürt Cemali Destanı koyduğunda -oyunun tüm yapısı aynı kalmasına rağmen- neden tiyatrocuların bu oyunu oynamayacak olduklarını düşünmüştü? Demek ki bu o kadar da önemsiz bir mesele değildi ve Cumhuriyetin kuruluşundan beri var olan bir ulus devlet yaratma projesinin açık sonuçlarının Türk solu içerisindeki yansımalarından birisi olarak görülmelidir.

Şimdi tabii ki bu oyunun aslında etnik bir meseleyi değil, Hobsbawm’ın ortaya koyduğu terminolojiyle konuşursak feodal dönemden kalma “sosyal eşkıya” mitinin, endüstrileşmenin yarattığı yeni bir yerleşim birimi olarak gecekondu mahallelerinde yeniden tezahürü ve yaşanan derin sosyal adaletsizlik duygusu karşısında bir çıkış noktası olup olamayacağı sorunsalını tartıştığının söylendiğini işitir gibiyim. Bunun kısmen doğruluk payı içeren bir itiraz olduğu düşünülebilir. Ama eğer gerçekten güçlü tarihsel ve toplumsal olgularla desteklenebilirse. 1960’ların Ankara’sında bir Kürt kabadayı olmak, Kürt göçmenler arasında ardından “Cemalim” türküsü söylenecek, Nuri Sesigüzel tarafından bir ağıt yakılacak denli ünlü bir sosyal figüre dönüşmek ve ardından ortadan kaldırılmak –üstelik de olaya bulaşan isimlerin bir yıl içinde çeşitli sebeplerle serbest kalacak olması- Keşanlı bir Ali için neyse Kürt bir Cemal için de odur diyebiliyorsak isim değişikliğinde bir sorun yok. Ama belli ki Cumhuriyet’in kuruluşundan beri sürgünlere, katliamlara ve her türlü ayrımcılığa tabi kalmış Kürtleri bu jestin altında masum bir amacın yattığına ikna etmek gerçekten zor. Yıllardır Kürdoloji konuları üzerine yazılar üreten Mehmet Bayrak’ın değerlendirmesi bu tespiti doğrular nitelikte: “Ankara Altındağ’ın Kürt Cemali’si nerede, Edirne’nin Keşanlı Ali’si nerede? Kürt ismi üzerindeki tabu aşılıp gerçek adı yani “Kürt Cemali Destanı” adı konsaydı taşlar tümüyle yerine oturmaz mıydı dersiniz? Her şeye rağmen “erdemli kabadayı” Kürt Cemali’nin bu sanat eseriyle ölümsüzleştirildiğini düşünüyorum.”

Aslına bakılırsa bu sorunsal Brecht’in Galilei’nin Yaşamı’nda ortaya koyduğu aydının işlevi tartışmasıyla doğrudan bağlantılı görünmektedir. Bilindiği gibi Galilei’nin ünlü Discorsi’yi yazabilmesi ancak güneş merkezli evren tasarımı iddiasından vazgeçerek engizisyonun elinden kurtulmasıyla mümkün olabilmiştir. Oyunun sonunda genç öğrencisi Andrea’ya İtalya dışında gizlice yayınlatmak üzere kitabını verirken şunları söyler: “Bir bilim adamı olarak benim elimde eşsiz bir fırsat vardı. Benim zamanımda astronomi, pazar yerlerine kadar ulaşmıştı. Bu çok özel koşullar altında tek bir adamın yürekli direnişi büyük sarsıntılar yaratabilirdi. Direnebilseydim eğer, o zaman doğa bilimciler de doktorların Hipokrat Andı gibi bir ant, bilgilerini yalnızca insanların esenliği için kullanacakları yolunda bir yemin geliştirebilirlerdi! Şimdi ise en fazla umabileceğimiz, buluşlar yapabilen ve her şey için kiralanabilen cücelerden oluşma bir kuşaktan başka bir şey değil.” Becht’in yaşlı Galilei’si hayatının sonlarına doğru, kendisine bir başyapıt yazma fırsatını verecek yılları kazanma pahasına hızla gelişecek bir devrimci ortamı feda etmiş olmanın vicdan azabını çekiyor gibidir. Acaba Türkçe’nin ve tiyatro yazarlığımızın tartışmasız en önemli üstatlarından olan Haldun Taner de bir aralar, dünyanın birçok köşesinde yüzlerce kez oynanma başarısını elde edecek bir başyapıt üretme fırsatını elde etme pahasına Kürt Cemali’nin o dönemde çok iyi bilinen öyküsünü uzun bir devrim yürüyüşüne çıkmış Türk solunun etno-fobik değerler sistemine angaje etmiş olmanın vicdan azabını yaşamış mıydı? Hayatta olsaydı bugün yaşar mıydı? Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Fırat Güllü

Yanıtla