Korona Günlerinde Tiyatro Mektupları: “Bu Yaşadıklarımızdan Ne Öğrenebiliriz?”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Eylem Ejder-Zehra İpşiroğlu

 Yazarların Notu:

Tiyatro Mektuplaşmaları Korona Günlerinde de Devam Ediyor!

Tiyatro Mektuplarına Nisan 2019’da umut dolu bir ortamda başladık. Geriye baktığımızda bunların tiyatro aracılığıyla güncel konulara değinen felsefi mektuplar olduğunu düşünüyoruz. Çünkü yaşam ve tiyatro, tiyatro ve yaşam iç içe yoğurulduğu sürece tiyatro anlam kazanıyor.

Üç aylık uzunca bir aradan sonra 11. Mektubumuza Korona Günlerinde Tiyatro Mektupları adı altında devam ediyoruz. Tiyatro başta olmak üzere hiçbir kültürel etkinliğin olmadığı yepyeni bir döneme girdik. Ev hapsi dönemi… Yaşadıklarımız bizlere gerçek değilmiş gibi geliyor, sanki bir bilim kurgu filminin içine düşmüşüz gibi.

Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. İnsanın insanı öldürücü bir virüsün taşıyıcısı olarak potansiyel bir tehlike gibi gördüğü bir ortamda Korona sembolik bir güç kazanıyor. Bu dönemde neler yaşayacağız ve neler paylaşacağız birbirimizle ve okuyucularımızla? Bunu biz de henüz bilmiyoruz ama bildiğimiz tek şey bu izolasyonu ancak dayanışmayla kırabileceğimiz. Koronalı günlere rağmen tiyatro yüreğimizde, zihnimizde ve sanal dünyada yaşayacak ve bize güç ve umut verecek.

 

EYLEM EJDER’DEN ZEHRA İPŞİROĞLU’NA

28 Mart 2020, İstanbul

Merhaba Hocam,

Uzun zaman oldu mektuplaşmayalı. Nasılsınız?

11 Mart’ta İstanbul’a döndüm, yine Los Angeles üzerinden. Çok güzel bir dönem geçirmiştim. O kadar çok okudum, yazdım, yürüdüm, yüzdüm, güldüm ki. İstanbul’a döndüğümde hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyordum kendime. Öyle de oldu. Ama başka şekilde. Hangimiz böyle bir salgınla karşılaşacağımızı tahmin ederdik ki! Türkiye’de henüz hiçbir korona virüs vakası görülmemişken Amerika’da çoktan tartışılan bir konuydu. Ancak itiraf etmeliyim çevremdeki kimse meselenin bu kadar yayılacağına, yaşamı felç edeceğine ihtimal vermemişti. Bazen dünyayı hafife alıyoruz, hem de çok.

Geldiğimden beri bakanlığın atadığı aile hekimimiz her gün aradı, kontrol etti beni. Ben iyiyim. Korkulacak bir şeyim yok, en azından şimdilik. On dört günlük süre boyunca tek yapabildiğim sabahları ara sıra eve yakın sahil boyunca yürüyüşe çıkmaktı. Ne zamandır evden dışarı adım atmamıştım. Bu sabah ne balık tutanlar vardı, ne seyyar satıcılar. Naylon eşofmanlarını üzerine çekmiş elinde tespih belki de hayatlarının ilk tam teşekküllü sporuna çıkan ak sakallı yaşlı amcaları da göremedim, medikal eldivenleriyle el ele tutuşan “korona günleri aşıkları”nı da. Bir ben, sahipsiz köpekleri gezmeye çıkaran bir çocuk, bir de kuşlara yem veren bir başkası vardı sadece. Zaten sonra zabıtalar, polisler geldi ve artık sahilde yürümenin yasaklandığını söylediler. Umarım bu, denizi son görüşümüz değildir!

 Son bakışta Emirgan. 28 Mart sabahı

Hani şair “üstümde yıldızlı gök, içerimde ahlak yasası” diyor ya, ben de o hesap işte. “Evde kal” çağrısına uymakla bir yolunu bulup denize kaçmak arasında sıkıştım kaldım bu sabah. En zoru “sevdiklerime sarılamamak, şakalaşamamak” diyordum, zaten üç aydan fazladır hiçbirini görememiştim. İnsan buna alışıyor ama sokaktaki “bir metrelik sosyal mesafe yasası” çoğunlukla can sıkıcı oluyor. Eskiden dar bir kaldırımda karşı karşıya geldiğiniz bir erkek örneğin pek aşağı inmezdi, hatta kimisi karşıdaki kadınsa eğer omuzlayarak, sürtüne sürtüne geçerdi, nedense! Şimdi herkes yakınından geçene kaynağı belirsiz bir mikrop yuvası gibi bakıyor. Eski deyimle, vebalı gibi kaçıyoruz birbirimizden. (Aklıma gelmişken, sokakta karşılaştığım insanlar arasında neden en çok erkekler maske takıyordu?)

İtalyan filozof Agamben’in korona virüs günlerimize dair yazısını ve oradaki sorusunu hatırladım: “Hayatta kalmaktan başka ahlaki bir değeri olmayan bir toplum nedir?” Agamben haksız değil bu sorusunda ama o kadar da acımasız olmayalım kendimize karşı. Bu hayatta kalma çabası aslında başkalarını da hayatta tutma çabası değil mi? Stanford Üniversitesi’nden Jamil Zaki’nin konuyla ilgili bir yazısını okudum bugün. Dayanışma duygusundan söz ediyordu. Evde kalmak, kendi olağanüstü halimizi ilan etme vb. tüm izolasyon çağrılarının bile tek başına, bencilce yapılan bir eylem değil, aksine hep birlikte gerçekleştirdiğimiz bir dayanışma eylemi olduğunu vurguluyordu. Yani yalnızlığımızda yalnız değiliz.

Siz bu süreci nasıl geçiriyorsunuz? Neler yapıyorsunuz merak ediyorum. Beni soracak olursanız düzenli olarak yazıyorum, yeni okumalar yapıyorum. Günlük tutmaya devam. Erken kalkıyorum. Sabah 6.30’da başlıyorum güne. İstanbul’da buluşamadığım, hasret gideremediğim arkadaşlarımla, beş yaşındaki yeğenimle ve yurt dışından arkadaşlarımla mektuplaşıyorum. Amerika’da başladığım bir dans sınıfı vardı. Şimdi mecburen çevrimiçi oldu. Onlara katılıyorum. Çevrimiçi yoga, dans vb. Bir de TRT 2’nin kültür sanat arşivini tarıyorum arada. Hayat sanki bir film arası vermiş, bu yaşadıklarımız hayattan değilmiş gibi görünebilir ama bahar geldi, onu unutmamaya çalışıyorum. Başkalarına karşı sorumluluğumuz var, en çok da bunu. Bahçedeki çiçeklerle ilgilenmek örneğin, yenileri ekmek, kedileri beslemek gerekiyor.

Biliyor musunuz hocam, son üç yılda izlediğim neredeyse bütün oyunları yazmışım. Seyir günlüğü gibi, üç defter bitirmişim. Şimdi malum tiyatrolar kapalı. Yeni deftere ne zaman başlarız, bir daha ne zaman birlikte oyun izleriz bilmiyorum. O yazılar defterlerde kalmasa, toparlasam en azından bir blog açıp yayınlasam mı diyorum. Ne dersiniz, güzel olmaz mı?

Şimdi tüm bu olanlar dünyayı nasıl etkileyecek, salgın bittiğinde nasıl bir dünya düzeniyle karşılaşacağız diye sormaya başladı ya pek çok kişi. Sizinle mi konuşmuştuk hatırlayamadım. Bu süreci tiyatro tarihinden bir oyunla düşünün deseler hiç şüphesiz Kral Oidipus gelirdi aklımıza, iki şeyden ötürü. İnsanların çaresizce bu salgından bizi kurtaracak birini arayışları (Thebaili’lerin Sfenks belasını çözmüş Oidipus’tan medet ummaları gibi). Kimimiz o güçlü, otoriter liderlere sığınıyor, kimimiz her gece dua ediyor (hoş bu bireysel duayı geçti. Burada her yatsı ezanından sonra minarelerden korona virüse karşı dualar okunuyor biliyorsunuz değil mi? Papa da bugün yağmur altında duaya çıkmış). İkincisi, babasını öldüren oğullar miti ya da eski kuşak yeni kuşak çatışmasını hatırlatıyor. (Bu virüsün de gençlerden çok yaşlıları öldürüyor oluşu ve gençlerin kimlerine göre yaşlılar için birer canlı bombaya dönüşmüş oluşu.) Bizim hikâyemizde Oidipus kim ya da ne? İnsanın kendi eylemi mi yoksa o konaksever canlının kendisi mi? Bizi kurtaracak olan şey Yuval Noah Harari’nin dediği gibi “yaşamlarımızı gözetleyecek olan totaliter bir rejime dönüşümü” gönüllü kabullenmek mi, yoksa bütün ülkeler arasında kurulacak şeffaf bir bilgi paylaşımına dayalı “küresel dayanışma ağı” mı? Oidipus biliyoruz muğlak, çift değerli olandı. Aynı anda hem kurban hem fail olan; hem zehir hem panzehir. İnsan çelişkiler, paradokslar yumağı. Bu hikâyede belki de kendi kendimizin Oidipus’uyuzdur. Bu salgının hem faili hem kurbanı olan. Öyleyse bu oyuna yönelik o en bilindik soruyu sorarak bitireyim. Sahi “Oidipus’un trajik hatası neydi”?

Sizi çok merak ediyorum. Köln’de nasıl geçiyor hayatınız? Bir yolunu bulup İstanbul’a gelmiş olsaydınız daha mı iyiydi sizin için? Bir de merak ediyorum orada ne gibi dayanışma ağları var? Bizdeki gibi “yaşlılara yardım eden gençler” var mı? Tiyatrocular neler yapıyor? Hükümetin tiyatroya ve sanat kurumlarına bu süreçte destekleri nasıl?

Unutmadan, siz de fark etmişsinizdir gerçi: Tiyatro Mektuplarımız bir yılı tamamlamış. Geçen sene bu vakitler başlamıştık. O zamanlar size tiyatro mektuplaşmalarını önerirken aklımda hep tiyatro üzerine düşünmenin, eleştirinin yeni deneysel ve en çok da kolektif, katılımcı formlarını geliştirmek fikri vardı. Ülkede son yıllarda artan toplumsal, politik kutuplaşmaya karşı bir şeyler yapma, tiyatronun içinden ve onun aracılığıyla bir tür biraradalık halini yaratma fikri sürekli aklımda dolaşıp duruyordu. Hâlâ bu konuda çalışmaya devam ediyorum biliyorsunuz. Ama zamanlama manidardı. “Her şey çok güzel olacak”ın heyecanı, sevinci ve umudu vardı üzerimizde o zamanlar. Yani bir dayanışma havası esiyordu ülkede. Her şey çok hızlı değişiyor. Şimdi yine dayanışmadan söz ediyoruz “evde kal” diyerek. Sanki farklı bir döneme başladık ve bir müddet tiyatrodan değil de korona ve karantina günlerinde başka şeylerden konuşacağız gibi geliyor. Belki bu döneme özgü yeni biraradalık biçimlerinden konuşacağız. Gözlerimizi geriye dikip unuttuğumuz, kaçırdığımız, ihmal ettiklerimizi belki. Belki de “iyi bildiklerimizi” yeniden gözden geçireceğiz.

Çok sevgiler,

Sağlıcakla kalın!

Kendinize iyi bakın.

Eylem.

 

 

ZEHRA İPŞİROĞLU’NDAN EYLEM EJDER’E

30 Mart Köln

Sevgili Eylem

Uzun süre sonra senden yine haber alınca çok sevindim. Yurt dışında kaldığın zamanı verimli bir biçimde değerlendirmişsindir tabii. Üç ay uzaklaştın ama bu üç ay sana üç yıl gibi gelmiştir. Böyle dönemlerde insan çoğalıyor, büyüyor, olgunlaşıyor. Bilmiyorum kendini şu an nasıl hissediyorsun ama belki şu an üç ay önceki Eylem’den çok daha farklı bir yerlerdesin. Birçok şeyi daha farklı görüyor ve yaşıyorsundur.

Şu an yaşadıklarımıza gelince: Şu Korona salgınıyla kafamız, duygularımız her şeyimiz bloke oldu. Neye uğradığımızı bile anlamadık daha. Sanki bir bilimkurgu filminin içindeyiz. Bana her şey öylesine akıl almaz, öylesine gerçekdışı geliyor ki. İnsanlardan iki metre uzak durmak ve eve kapanmak zorunluluğu, izolasyon… Dış dünyayla bağlantının sadece sanal iletişim aracılığıyla yürümesi… Bundan kısa bir süre önce bir arkadaşım böyle bir bilimkurgu romanı, oyunu ya da filmi tasarladığını söylese inan ki saçma bulurdum, çünkü fantastik olanın da gerçeği içinde bir dereceye kadar barındırması gerektiğini düşünüyorum. Ama gerçek nedir fantezi nedir? Gerçeklerle hayal gücü arasında nasıl bir bağlantı var? Hayal gücü ne zaman gerçeğin sınırlarını kırarak bize yeni bir şeyler söylüyor? Gerçekler ne zaman hayal gücünü kat kat aşarak geride bırakıyor, böylelikle birçok yazınsal yapıt etkileyici gücünü yitirmiş oluyor? Bunların da üzerinde çok düşünüyorum bugünlerde. Orwell’in 1984’ü ve Camus’nün “Veba”sı tekrar okumayı planladığım kitaplar arasında.

Korona’dan korunmak için insanlara dokunamamak, sarılamamak bizi sadece şimdiye değin bilmediğimiz bir yalnızlığa itmekle kalmıyor, aynı zamanda korkularımızı da tetikliyor. Bundan özellikle bu virüsten aşırı derecede etkilenen benim kuşağım çokça payını alıyor. Şu an benim gözümde insan dediğimiz varlık, özellikle de gençler ve çocuklar beni yok edebilecek potansiyel bir tehlikeyi oluşturuyorlar duygusu. O zaman bu süreci benim kuşağım nasıl yaşayacak içine kapanarak mı yoksa dış dünyayla iletişimi farklı bir biçimde sürdürerek mi? Ya da virüsten çok etkilenmeyen genç kuşaklar bu günleri nasıl yaşayacaklar; bana ne bütün bunlardan burada deyip biralı Korona partileri düzenleyerek mi, yoksa empati ve dayanışma duygusuyla mı? Sağlık sistemi çökerse ne olacak, 65 yaş üstündekiler hastaneye gelmesinler, evlerinde ölebilirler mi denilecek?

Öte yandan eve kapanma ne tür aile facialarına yol açacak? Kadına karşı şiddet artacak mı, ne olacak? Ya otuz metrekarelik evde on kişi tıkış tıkış yaşayan yoksulların durumu ne olacak? Virüsle birlikte yükselen ekonomik kriz insanları nasıl vuracak? Kaç kişi işsiz kalacak? Bütün bu yaşananlar senin de mektubunda değindiğin gibi totaliter sistemlerin giderek yaygınlaşmasına ve güçlenmesine mi yol açacak, yoksa tam tersine insanı ve doğayı tahrip etmekten kaçınan duyarlı, hümanist ve sosyal bir politik anlayış mı gelişecek? Zincirleme birbirini izleyen sorular bitmiyor ki Eylemcim. Kim bilir bütün bu sorular ilerde sanatın çeşitli alanlarına nasıl yansıyacaktır.

Ama en iyisi biz şimdi yaşadığımız anda odaklanalım. Kuşkusuz esneklik, doğaçlama ve anda yaşama yetileri gelişmiş olanlara bu süreç bazı şeyler üzerinde derinlemesine düşünme fırsatı verecektir. Yaşamımızda Korona’dan önce de yürümeyen, ters giden öyle çok şey vardı ki. Bunlar neler? Ve sanat bütün bunlara nasıl yanıt veriyor? Arızaların üstünü kapayarak, insanları uyutarak ya da manipüle ederek sistemin kulluğunu mu yapıyor, yoksa tersine sistemdeki sorunlara, aksamalara parmak mı basıyor, görünenin ardındaki çöküşmüşlüğü mü gösteriyor? İkincisi söz konusuysa bunu estetik olarak nasıl başarıyor? Geçenlerde birkaç arkadaş bir araya gelip Korona Günlerinde Tiyatro üzerine tartışalım derken bunu kastetmiştim. Çünkü izole olduğumuz bu ortamda olup biteni anlamaya çalışmaya, sorgulama, eleştirmeye hepimizin çok zamanı olacak. Bu da böyle bir tartışma yaratmak için güzel bir fırsat değil mi ne dersin? Konumuzun ağırlığını elbette ki ortak alanımız olan toplumsal cinsiyet oluşturacaktır. Ama ben diyorum ki aynı konuya çok farklı yerlerden baksak bile ortak bir paydada buluşmamız gerekiyor. Çıkış noktamız özel olanla, yani bireysel öykülerle toplumsal olan arasındaki bağlantıların irdelenmesi olamaz mı? Böyle bir çerçeve konuşmaların dağılmasını engelleyebilir. Küçük bir örnek üzerinde uzun uzun tartıştığımız Nihayet Makamı bireysel öykülerle toplumsal mekanizmaları iç içe örerek tarihsel bir oyun çerçevesinde sunuyordu bize, buna karşılık doğrudan kadına karşı şiddet izleğini ele alan Lal Hayâl’de bir kadının öyküsü geriye dönüşlerle kopuk kopuk canlandırılırken onu bu duruma iten mekanizmalar ve bu mekanizmaları tetikleyen düşünce kalıpları üzerinde hiç mi hiç durulmuyordu. Kendi kadın oyunlarımda da biliyorsun bireyselle toplumsalın iç içe geçtiği mekanizmaları göstermeye çalışıyorum. Çünkü sadece var olanın yansıtan bir bakışı yeterli bulmuyorum. Metin ve sahneleme düzleminde bu bağlantıların çıkıp çıkmadığının, çıkıyorsa nasıl çıktığının ve bütün bunların sahne yorumuna nasıl yansıdığının tartışılması ilginç olabilirdi.

Toplumsal cinsiyet dışında başka konulara da yer verebiliriz. Örneğin Boğaziçi grubundan en son gördüğüm Kim Var Orda? oyununda tiyatromuzun kurucusu Muhsin Ertuğrul’la ve ünlü tiyatrocu Vahram Papazyan’la ilişkisinin çerçevesinde hem Ermeni soykırımı gündeme geliyor hem de Cumhuriyet dönemine eleştirel bir yaklaşım getiriliyor. Muhsin beyin öyküsünde Türk tiyatrosunu kurmak adına yaptıkları coşkusu, inancı, aynı zamanda o dönemin koşulları gereği verdiği ödünler ve pişmanlıkları anlatılırken bütün bir tarihsel dönem de yansıyor.

Bana göre bugün öyle bir dönemde yaşıyoruz ki sadece aşk, yalnızlık gibi bireysel öykülerle sınırlayamayız kendimizi. Çünkü özel olan, bireysel olanı belirleyen mekanizmalar var sosyal, toplumsal, politik mekanizmalar. Bu mekanizmaları ve bunları tetikleyen ideolojileri deşifre etmemiz gerekiyor ki bazı şeylerin özüne inebilelim, anlayabilelim. Merak ediyorum senin bu konuda düşüncelerin nedir?

Yazılarını bir blogta toparlamak fikrini çok tuttum. Bir süredir yazar arkadaşım Berin Uyar’la sürdüğüm bir mektuplaşma projem var, mektuplarımızı blogta paylaşıyoruz (mukicim.blogspot.com). Burada tek olumsuz deneyimim insanların bizim diyaloğumuza katılmaktan çekinmeleri. Oysa güzel bir tartışma ortamının yaratılması bence önemli.

Tabii ben hala kitap kurduyum. Yani kitabı her şeyden üstün tutuyorum; elime almak, sayfalarını, çevirmek, kokusunu içime çekmek istiyorum. Yakında Yaşamdan Tiyatroya Tiyatrodan Yaşama adlı tiyatro yazılarını topladığım kitabım çıkıyor. Gücünü yaşamdan alan bir tiyatro anlayışını savunuyorum bu kitapta.

Düşünsene bir, Korona günlerinde insanlar birbirlerine yüzeysel mesajlar göndererek zamanı öldüreceklerine, kendi yaşamları ve meslek alanları üzerine mesafe alarak düşünebilseler, çok anlamlı olmaz mıydı? Büyük bir felaketin tam içindeyiz, acaba bu yaşadıklarımızdan öğreneceğimiz neler var? İşte bu soru benim yakamı bırakmıyor.

Köln’de bir sabah yürüyüşünden.

Hem İstanbul hem de Köln’de yaşadığım ve iki şehir arasında sürekli gidip geldiğim için bu günleri nerede yaşamak istediğimi soruyorsun bana. Doğrusunu istersen duygularım, gönlüm, sevdiklerim hep İstanbul’da. Cihangir’deki bahçeli güzel evimi, arkadaşlarımı, öğrencilerimi, sizleri çok özlüyorum. Geçen yılın Kasım ayında Türkiye’ye geldiğimde Lena Leyla ve Diğerleri oyunumu izlemek üzere arkadaşlarımla yaptığım Diyarbakır gezisinden, oradaki insanlardan, öykülerden, en çok da oradaki almaya açık capcanlı izleyiciden çok etkilendim. Daha önce de yine oyunumun turnesi sırasında Antep’te benzer bir deneyim yaşamıştım. Kendi ülkemi ne kadar az tanıdığımı düşündüm bu yolculuklarda, bütün kentleri karış karış gezmeyi ne kadar isterdim… Sonra İstanbul’daki Uluslararası Tiyatro Festivaline geldi sıra. İzlediğim oyunlardan bazıları beni çok etkiledi. Diren Sanat’da yazdım bunları. Ama en güzeli sizlerle birlikte olmak, bu oyunlar üstüne tartışmaktı… En son da Berfin Zenderlioğlu’nun sahnelediği, Berna Laçin’in oynadığı Hayal Satıcısı oyunumun provalarına gittim ve bu yılın başında da Kenter Tiyatrosu’nda oyunun prömiyerini yaşadım. Şu Corona salgını bir an önce geçsin de sen de oyunu gör ki üzerinde tartışalım. Düşünüyorum da iki ay içinde ne çok şey yaşamışım. Köln’deki yaşamım çok daha tek boyutlu ve monoton; sen de biliyorsun.

Memleketim bütün renkliliğiyle, inişleri çıkışlarıyla gözümde tütse de şu korkulu salgın günlerinde yine de orada olmadığı için çok mutluyum. Buradaki sağlık sisteminin daha sağlam olduğuna, önlemlerin daha iyi alındığına inanıyorum. Tabii bu illet virüsün hızı kesilemezse İtalya’da olduğu gibi Almanya’da da bütün sağlık sistemi çökebilir. Yani hiçbir şeyin garantisi yok. Ama bizdeki belirsizliğin ve kaosun yerini berraklığın ve düzenin alması, her şeyin çok net açıklanması, ona göre önlemler alınması içimi bir dereceye kadar rahatlatıyor. Burada her yer kapalı. İnsanlar birbirlerinden bir buçuk metre uzakta durmaya özen gösteriyorlar, gruplar oluşturmuyorlar, olur olmaz sokağa çıkmıyorlar. Ama yürüyüş yapanlar, koşanlar var. Öte yandan 65 yaş üstü evde kalacak gibi utanç verici bir ayrımcılık da yok.

Evimize çok yakın olan parklarda uzun uzun yürüyüş yapıyor, baharın, tomurcuklanan çiçeklerin, gölde yüzen ördeklerin ve kuğuların, ağaçlara tırmanan sincapların, limon rengindeki tek tük kelebeklerin tadını çıkartıyoruz. Ruh sağlığımız açısından ne kadar önemli değil mi? Yaşlıları koruyormuş bahanesiyle eve kapamak nasıl bir zihniyet. En korkuncu insanların bunu doğal karşılaması, otoriteyi ne kadar çabuk içselleştiriyoruz, içimizdeki gizli polis ne çabuk harekete geçiyor, en çok bunu yadırgıyorum.

Eeey Gençler Ey 65 Üstüler diye harika bir yazı yazmış Zeynep Oral. Yazısında 65 yaş üstünün ne anlama geldiğini okurken pencereleri açmışım da temiz bahar havasını doyasına soluyormuşum gibi bir duyguya kapıldım…

Evet Eylemcim bu günleri hiçbir şeyin net bir biçimde açıklanmadığı, insanların hala birçok yerde tıkış tıkış yaşamını sürdüğü, gençlerin vurdumduymazlığının sürdüğü, yaşlıların aşağılandığı bir ülkede geçirmediğim için çok ama çok mutluyum.

Bir sonraki mektubumuzun daha umut dolu olması dileği ile.

Çok sevgiler

Zehra

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Eylem Ejder-Zehra İpşiroğlu

Yanıtla