En Çok Kendimizi Tanımamız İçin “Bize Bir Tiyatro Müzesi Gerek”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Pınar Erol

Yıl 1989. İstanbul’da mütevazı bir ev. Kuklacı Nevzat Açıkgöz’e ait o evde, gardırobun üzerinde üst üste duran bavullardan taşan kuklalar. O görüntü, Esen Çamurdan’ın, Devlet Tiyatrosu Kukla Festivali esnasında gerçekleştirdiği ziyarette aklına yer ediyor. Kuklaların yeri, o tıkıştırılmış bavulun içi değil ama neresi? Ardından, kaybettiğimiz her bir tiyatro insanının ölümü kadar onlarla birlikte yok olan birikime, anıya, arşive, bilgiye de canı yanıyor. Yaşlı bir bilge öldüğünde bir kütüphane yanmış demektir sözünü iliklerinde hissediyor. Toron Karacaoğlu’nun kaybı ise deyim yerindeyse bardağı taşıran son damla oluyor. Dinozorlar dediği tiyatronun yapıtaşları bir bir eksilirken, o güzelim jenerasyonun, hazinesiyle birlikte gömülmesine daha fazla seyirci kalmak istemiyor. Benden sonra tufan demiyor. Gereken atılımı (kültür politikaları olan devletlerde olduğu gibi) devletten beklemiyor. 2010’da İstanbul kültür başkenti kapsamında bir hamle yapıyor ama zaten olumlu dönüş beklemiyor. Yıldız Sarayı’ndaki tiyatro müzesi gözünün önünde boşaltılıyor. O ölü doğan çocuktan da geriye pek bir şey kalmıyor. Geriye baktığımızda, heves kırıcı başka örneklerle de karşılaşıyoruz. 1924’te Muhsin Ertuğrul’un anılarında rastlıyoruz; onun da bir müze hayali var. Onu 1974’te Haldun Taner’in öncülüğündeki grup izliyor. Hatta mekan olarak yanan Tepebaşı sahnesi (şimdiki TRT Binası) seçiliyor. Şimdi de Esen Çamurdan, bu uğurda çağcıl Don Kişot olarak kendi savaşını başlatıyor. Tutturduğu yolda zorluklara kafa tutan, yılgınlığa düşmeyen heyecanıyla bu çoğul hayale öyle sıkı sarılıyor ki çalışırken verdiği ilhamın bile farkına varmıyor. Bu cengaverliğiyle -sizi bilmem ama- benim kahramanım oluyor.

Yolculuğu hayaller, idealler, gerçekler üçgeninde ilerliyor. Hayali bir tiyatro müzesi kurmak. Türkiye Tiyatro Vakfı’nı sırf bu yüzden kurdu desem yalan söylemiş sayılmam. Sanırım ona tek bir dilek hakkın var deseler, bu müzenin yaşayan halini gözünün önüne getirir. Yani, gönlünden geçirdiği bölgede, çocuk ve engelli dostu olarak düzenlenmiş, yeni müzecilik anlayışının tüm cazibesi üzerinde bir kültür merkezi. Tam da o gün mesela, sahnesinde oynanan oyunun nabzını, kendini oyuna kaptıran çocukların toplu tepkileri tutuyordur. O dürüst seyirciler, hop oturup hop kalktıkları koltuklarından, sahnedeki oyuncuyu can hıraş uyarıyordur. O sırada ebeveynleri, “konuşan fotoğrafların” sergisini gezmiş, bahçedeki café’de içeceklerini yudumlarken bir yandan da güneşin tadını çıkarıyordur. Belki onların bir üst kuşağı da kütüphaneden aldığı bir kitapta izlediği oyuna/oyuncuya denk gelmiş, dolaylı olarak kendi anısına gülümsüyordur. Bir akademisyen, araştırma konusunu o günlük bitirmiş, ertesi gün devam etmek üzere oradan ayrılmıştır. Yine tiyatroya tutkun bir genç, gide gele oranın müdavimi olmuştur. Müzeye giren çıkanlara bakınca “başardım” diyebileceği insan çeşitliliğidir gördüğü. Nihayet İstanbul’a yakışan, zamanın ruhunu taşıyan, güler yüzlü müzesiyle göz gözedir. Kurduğu yeryüzü cennetindedir.

İdeallere, daha doğrusu ideal koşullara gelince… Devletin, yerel yönetimlerin, efendime söyleyeyim sivil toplum örgütlerinin ve kapitali elinde tutan sanatseverlerin vereceği destekle yola çıkması salık verilir. En azından sürdürülebilirlik buna bağlıdır. Hem bakalım tüm bu parametreler bir mucizeyi gerçekleştirmek için bir araya gelse bile müzede sergilenecek içerik hazır mıdır, koleksiyonlar tamam mıdır? Ne gam! Hele müze bir açılsın devamı çorap söküğü… Göreceksiniz, herkes tavan arasındaki eşyasını gün ışığına çıkaracak, tozunu alıp gönül rahatlığı ile müzeye getirecek. Yeter ki biri başlasın. O güven gelişecek. Hatta tüm yaşamını, onun kadar kıymet bilen kişilere emanet edebilmenin huzurunu yaşayacak. Esen Hanım, bu ideal koşulların oluşmasını beklemeyecek kadar gerçekçi. İçinde yaşadığı toplumu tanıyor. Elbette destek için uzatılan eli tutmak ister, o ayrı. O yüzden tüm bu gerekçeler yığınına karşı güçlü bir itirazı var. Sızlanmaları sevmiyor; yapmanın-eylemenin önemine inanıyor. Ve Allah’tan akıldan değil, sahip olduğu delilikten güç alıyor. Gülriz Sururi ona “çılgınsın, delisin sen” derken haklıdır. Haldun Dormen de işte tam bu deliliğe tav olur.

Suay Aksoy, Deniz Koç Çeliker, Özalp Birol gibi kültür bürokratlarından akıl alıyor ve yola kendisine inanan gönüllülerle çıkıyor. Godot’yu bekleyecek vakti yok, yolda rastlarsa ne ala. Resmen Türkiye Tiyatro Vakfı’nı kuruyor. Artık neyi var neyi yoksa vakfın oluyor. Avukat Canan Arın ve mali müşavir İmren Sipahi de sacayağının diğer dayanaklarını oluşturuyor. Ece Birçek genel koordinatörlüğü üstleniyor. Engeller hep olacak, biliyoruz ama “inandığı şeyi yapan insanın enerjisi asla tükenmez” onu da biliyoruz. Vakfın, tüzelkişiliğini kazanması tam bir buçuk yıl sürüyor. Mayıs 2018’de verilen dosyaya Ekim ayına gün veriliyor. Savcı gelmeyince dava görülmeden Mart 2019’a atıyor. İlk kez Nisan ayında Enka Vakfı’nda “Bize Bir Müze Gerek” paneliyle varlıklarından haberdar oluyoruz. İlk yaz çiçeklerinin müjde mevsiminde, bize niçin bir müze gerek diye düşünmeye başlıyoruz. Cevapları sıralıyoruz: Usta çırak zincirinin en güzel çalıştığı mesleklerden biri tiyatro. Eskilerin tabiriyle o ustanın rahle-i tedrisinden geçenler okul okumuş kadar şanslı oluyorlar. İşte o ustalar, bu şansı yakalayamayanlara, o zamana yetişemeyenlere de ustalık edebilsinler diye… Hey gidi’lerin nostaljik tavrında kaybolmak yerine; kendinden sonrakilerin omzuna da bir el olabilsinler diye… Bir varmış bir yokmuş masallarından birine dönüşmeyelim diye… Kültürsüzlük kışını alt edelim diye… Belleğin kalesini kurabilelim diye… Toplumsal bilinci güçlendirelim diye… Kültürel mirasa sahip çıkalım diye… Anıların bulanıklığına, aklın oynaklığına, hatırlayanların insafına kalmayalım diye… O gözlerinden sakındıkları eşyalarına, bir sahafta ya da bit pazarında karşılaşmanın vefasızlığından utanmayalım diye… Satanik’in takılı kaldığı perde yine açılabilsin diye… Bedel ödeyen, yol açan onca tiyatrocu, yüzyıllardır ellerinde gezdirdiği köklerini nihayet toprağa bırakabilsin diye… Yorgun, göçebe ruhumuz artık yerleşip dinlensin diye… Geçmişin adımları geleceğin yollarını yapsın diye… Anlamaya, bilmeye, kendimizi tanımaya ihtiyacımız var diye… Bizden sonrakilere şimdinin şerhini düşelim diye bize bir müze gerek! Vakıf nihayet Aralık 2019’da tüzel kişiliğine kavuşuyor ama bu bilgi ilgililere ancak Ocak sonunda ulaşıyor. Şubat başında kamuoyuyla paylaşılıyor. Mart’ta Covid-19 başlıyor.

Tabii bu arada boş durmuyorlar. Esen Çamurdan, akademinin ışığına inandığından, tiyatro okullarına çağrı mektubu gönderiyor. İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü’nden yanıt gelince aralarında organik bir bağ oluşuyor. Kerem Karaboğa, Yavuz Pekman ve ilgili öğrenciler hemen vakfın bünyesine giriyor. Çalışmalar dört koldan sürüyor. “Sözlü Tarih”te ilk o dinozorların kapısı çalınıyor. Onlar yangından ilk kurtarılacak kıymetler çünkü. Böylece resmi tarihin yanına bir de tatlı mı tatlı “sivil tarih” ekleniyor. Haldun Dormen, Duygu Sağıroğlu, Metin Akpınar, Ferhan Şensoy, Nedret Güvenç, Atila Alpöge, Arif Erkin, Can Kolukısa, Metin Deniz, Genco Erkal, Ümit Denizer, Seçkin Selvi ve Mihalis Vasiliadis ile yapılan sohbetler kayda geçiyor. Her geçen gün tik tak seslerinin huzursuzluğu artıyor. O yüzden tüm önlemler alınarak Eylül başında yine kamera, kayıt diyecekler. Kullandıkları envanter programıyla “arşivleme” çalışmaları sürüyor. Böylece orada burada ve bölük pörçük durumda olan her bir öğe, derlenip toplanıp bilgi üretimine kaynak oluşturuyor. Arif Erkin, Asuman Tokgöz, Atila Alpöge, Ayla Algan, Can Gürzap, Duygu Sağıroğlu, Elifsu Sabuncu, Güler Ökten, Haldun Dormen, Metin Deniz, Suna Selen, Şirvan Akan, Yavuz Pekman, Mücap Ofluoğlu, Refik Eren, Hale Eren arşivini bağışlayan isimlerden bazıları. Literatür taramaları 2200’e yaklaşıyor. Araştırmacılar için bütünlüklü ve kapsayıcı bir kaynakça oluşuyor böylece. Ermeni-Rum-Yahudi tiyatrosunu anmadan Türkiye tiyatrosundan söz edemeyiz. Azınlıkların hakları da teslim ediliyor. Dijital tiyatro haritası bittiğinde şehri kılcal damarlar gibi besleyen tiyatro binalarının sayısına bakıp şaşıracağız. Vakfın yaptığı bütün çalışmalar aslında kurulacak müzeye bir tuğla daha koyuyor. Her çalışması, bir yerden bir diğerine değiyor ve en nihayetinde “müzelik” oluyor.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Pınar Erol

Yanıtla