Bir Medea’nın Suçuna ‘Hafifletici Sebepler’

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Ankara’da performans mekânı Domus Sanat Çiftliği’nde performansla metin tiyatrosunu bir kontrpuan bütünlüğünde birleştiren bir çalışma sergileniyor: Beş kadın, bir kadının çaresizliğini anlatıyor.

Ankara’da performansın başkenti, Güvenlik Caddesi 17/A’daki bir bodrum. Ama öyle pahalı sahne edevatlarıyla “underground” bir kültür merkezine dönüştürülmüş bir yerden değil, kabarmış duvarları, nemli kokusu ve soğuğuyla düpedüz bir bodrumdan bahsediyoruz. Kendini “çağdaş sanatlar için bağımsız gösteri alanı” olarak tarif eden Domus Sanat Çiftliği’nin “çiftlik” kısmının bizi dürttüğü yöne gitmeyelim (ya da gidelim ama bilelim), mekân adını Latince ev anlamına gelen “domus” sözcüğünden alıyor.

Başta Domus’un kurucusu Serhat Erekinci olmak üzere bir avuç gönüllünün ekonomik güçlüklere ve tesis sorunlarına rağmen yaşatmakta ısrar ettikleri bu mekân, birçok projenin yanı sıra, geçtiğimiz Mayıs ayında Mahir Günşıray’ın altı yazarın öyküsünden oluşturduğu “Son Bir Kez” ile sanatsal gündeme oturmuştu. İşte o projenin öykülerinden ikisinin yazarı Beliz Güçbilmez ve Şâmil Yılmaz, beş kadın oyuncuyla el ele verip yeni bir çalışma oluşturdular: “Hafifletici Sebepler”.

Beliz Güçbilmez, Amerikalı kadın yazar Joyce Carol Oates’in bir kısa öyküsünü ilham kaynağı olarak kullanıp bir sahne metnine dönüştürmüş. Şâmil Yılmaz’ın yönettiği oyunun metnine ve dramaturgisine Pelin Temur başta olmak üzere bütün ekibin katkısı var. Oyunun matematiğini oluşturan başat unsur olan fiziksel aksiyonların tasarımına ise Göksu Coşkunlar danışmanlık etmiş.

Kocası tarafından terk edildikten sonra kızıyla beraber bir cehenneme göğüs geren bir kadının öyküsü bu. Ve bu tek kadın, Domus’un bodrumunda tiyatro eğitimi almış beş kadının dili ve bedeniyle can buluyor: Ebru Demirdöven, Şayan Noyan, Hazal Türasan, Efsane Odağ ve Pelin Temur.

5’i 1 yerde

Bodrum katının kolonları arasında siyah zeminli bir koridor uzanıyor. Bu koridorda siyahlar içinde beş kadın var. Kadınlığın nesnelerine -hayır, erkek egemen tarihin kadınların eline tutuşturduğu nesnelere- çengelli iğnelerle iliştirilmiş kadınlar bunlar: Makas, düğme, şal, topuklu ayakkabı, bilezik vs. Yerde kırmızı beyaz mektup kâğıtları ve bozuk paralar var. Kadının bir zamanlar mektup aldığı birinden beklediği fakat hiç gelmeyecek olan o mektubun kâğıtları; kadının çocuğunun erken büyümüş şaşkınlığının önünde deli gibi aradığı bozuk paralar.

Konuşuyorlar. Hareket ediyorlar. Bazen şarkı söylüyorlar. Sık sık ağlıyor ya da haykırıyorlar. Birbirlerinin sözlerini tekrarlıyorlar, çünkü bu hepsinin sözleri. Beş kişiler ama tek kişiler. Tek kişiler ama beşe ve daha çoğa bölünmüşler. Bakkaldan veresiye almak için şuhlaşan da onlar, adamla iğrenerek sevişen de. Çocuğunun tırnağına gelecek zararın kâbuslarıyla boğuşan da onlar…

Burasını tahmin etmek güç değil. Ama yazmayalım. Evet, bu bir Medea hikâyesi. Başka birini tercih eden kocasından intikamını akıl almaz bir vahşetle alan bu Yunanlı, Yunanlı bile değil bir göçmen, herkesin nefretine layık bu kadın, bin yıllardır haksızlığa uğrayan kadının direnişinin değilse bile çaresizliğinin simgesi oldu.

Ama “Hafifletici Sebepler”i pek çok Medea uyarlamasından ayıran şey, olayı oturttuğu toplumsal zemin. Oyuna esin veren öyküden de farklı olarak, bu kadının hissettiği çaresizliğinin iki temel nedeni var; parasızlık ve çocuğunun önündeki -birçok yoksul çocuğu bekleyen- cehennemî gelecek.

Tüm bu karanlık, sahnenin hepi topu üç renginde -beyaz, kırmızı ve en çok da siyahta- seyircinin üstüne çöküyor. Kara bir oyun bu. Neredeyse baştan sona, duygu tayfının çok yukarılarında bir yerde, fakat daracık bir duygu aralığında ilerliyor. Doğal; anlattığı öykü bu. Fakat gürültülü ortamlarda gürültüye duyarsızlaşan kulaklar gibi, bunca acı da bir süre sonra hisleri kütleştirebilir. Macbeth’in eğlenceli kapıcısı mı olur, Hamlet’in soytarıları mı, Brecht’in şarkıları mı, birilerinin gelip ara sıra karanlığı dağıtmasına ihtiyaç var sanki.

Oyunun dikkate değer bir yanı da bunca metin merkezli oluşturulmasına rağmen bir performans olması. Fakat söz gelişi Grotowski ve ardıllarının yaptığı gibi sözü aksiyonun gevşek bir mazereti olarak kullanmıyor. Anlamla bir derdi var ve derdini izleyenine anlatmak istiyor. Oyunun “söz”üyle “hareket”i arasında bir nedensizlik değil gösterge bağı var, fakat oyunun farklı momentlerindeki göstergeler özerkliklerini ilan ettikleri için bu bağ bir kanallar sisteminden ziyade her biri kendi yatağında akan suların denizde buluşmalarına benziyor.

Buluştukları denizin adı kadınlık hâlleri, ama oyunun performansı bize bu hâlin bütünlüklü bir portresini çizmektense bazı fragmanlar göstermeyi tercih ediyor. Burada bahsettiğimiz şeyin oyunun performatif kısmı olduğunu bir kez daha hatırlatmakta fayda var, zira oyunun sözel içeriği bize oldukça iyi örgütlenmiş bir öyküyü anlatıyor. Sözden kopmuş bir hareketler a capella’sı, performansın alameti farikasıdır. Metin tiyatrosunda ise söz ve müziğin armonik bütünlüğü aranır. Burada ise söz ile hareketin teatral ezgiyi iki kontrpuan partisi gibi ayrı ayrı akarak oluşturduğunu görüyoruz. Bunun sıkıntıları da var elbette, ama “seyre değer” bir sıkıntı bu.

Ve eğer oyunu seyredecekseniz önceden randevu almayı unutmayın (0535 400 35 52), zira Domus, ancak sınırlı bir seyirci kitlesini barındırabiliyor.

Gösterim tarihleri: 17-18 ve 24-25 Eylül 2010, 20.00

Halkbank Kültür Sanat

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Barış Yıldırım

Yanıtla