Bu Dünyadan Macide Tanır Geçti / “Tiyatrocu Doğdu, Şımarmadan Yaşadı, Ünlü Olarak Öldü.”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Pınar Erol

(6 Şubat 2013’te aramızdan ayrıldı)

“Ustalara Saygı” başlığı altında bir dizi röportaja başladım. İlk isim Macide Tanır olarak belirlendi. Hem onun titizliğini bildiğimden hem de işime duyduğum saygıdan ve beraberinde gelen korkudan, hakkında geniş bir hazırlık yapmaya başladım. İlk olarak kitabı “Tiyatronun Cadısı”nı okudum. Beni öyle bir deryaya götürdü ki okuduklarım, olmaz bir yaşamın, yaşayanı ancak Macide Tanır ise mümkün olacağını gösterdi. Sadece tiyatronun değil, yaşamın da ustası olduğunu gördüm. Samimiyeti, nüktedanlığı, kıvraklığı, açık sözlülüğü, aydınlığı ile yazdığı her şeyi, sanki onunla yan yanaymışım gibi yaşadım, hissettim, öğrendim. Daha kitabın ilk sayfalarında onu sevmeye başladım. Henüz tanışmadan bu ilkeli, dürüst, tutkulu, inançlı, insan delisi, tiyatro aşığı kadınla başka kimseyle kurmadığım bir bağ kurmaya başlamıştım bile. Çok değerli, çok saygıdeğer, çok özel tiyatro insanları tanıdım. Onlara büyük sevgi, büyük hayranlık duydum. Ama hep Macide’yi baş tacı ettim. Onu herkesten ayrı tuttum.

Yapacağımız söyleşi için randevu almak üzere aradığımda, “seve seve, içinde tiyatro olan her şeye varım” diyerek karşıladı beni. Biraz aksi olduğunu söylüyorlar. Ben karşımda kalbiyle konuşan birini gördüm. “Aksi”lik dediklerinin de her tür yanlış karşısında, anında verdiği tepkiyle dimdik duran ve sözünü esirgemeyen bir yol göstericilik, öğreticilik olduğunu anladım. O yüzden ondan hiç çekinmedim, uyarılarının kıymetini bildim. Onun karşısına geçince kendinize, dilinize, sözcüklerinize, düşüncelerinize, hayatınıza çeki düzen vermek zorundasınızdır. Böylece daha iyi, daha saygın ve daha insan biri olmaya başlarsınız. Onun arkadaşlarından biri olabilmenin armağanıdır bu. Bedeli ve sorumluluğu da aynı oranda büyüktür. Macide Tanır, yaşamınızın vazgeçilmezi, yolunuzu ışıklandıran bir nirengi noktası oluyorsa, onun gibi haysiyetiniz ve gururunuz hep önden gitmelidir.

Bilen bilir, randevu verecekse genelde saat 15.00’i tercih eder. Çünkü geceleri uyku tutmaz onu. Cumhuriyetin kederi, ülkenin durumu, politikası, çarpıklıkları, haksızlıkları onun da kederidir. Duyduğu derin acıdan uyuyamaz. Kendisine gelebilmek ve karşınıza dinç çıkabilmek için zamana ihtiyacı vardır. Yine de sabah erkenden uyanmış, gününü yarılamıştır buluşma saatine kadar. Röportajı bitirip, yanından ayrıldığımda saat 20.00’ye geliyordu. Ben o gün (13 Şubat 2007), o evden ayrılırken, beni hayatına kabul ettiği için ayrıcalıklı bir mutluluk, görkemli bir kıvanç ve minnet duyduğum o özel insanın etkisinden, sevgisinden hiç ayrı kalmayacağımı biliyordum.

Onun tiyatro aşkı ölçüsüzdür. Doktorlar ona, hafızasını tiyatroya kilitlediğini söylemişler. Oyuna ara veriliyor örneğin, bir ay sonra, tekrar sahneye çıkacağı gün, sanki kalbi ağzında atıyor heyecandan. Yapamayacağından, repliklerini hatırlayamayacağından korkuyor. Oysa tarih kaydetmedi böyle bir şeyi. Bir sözcük bile aklından uçup gitmedi tüm sanat yaşamı boyunca. Bu onun yolu, başka türlüsü elinden gelmiyor. İlk önce rolüne hamile kalıyor ve içinde basbayağı ikinci biri yaşamaya başlıyor. O kişiyi kaybetmemek için de yaşamındaki her şeyi seve seve veriyor. Bunu feda etmek gibi görmüyor; sanki doğalı, olması gerekeni zaten böyleymiş gibi yaşıyor. Oynadığı kadınlar elinden kaçacakmış gibi korkuyor. Onları bırakamıyor. Rolünü kuliste bırakanları anlıyor ancak kendisinin de rolü evine, yüreğine götürenlerden olduğunun kabul edilmesini istiyor. Oyunlarının son sahnelenişinde “o kadınlar”dan ayrılacağı için derin üzüntü yaşıyor. Ayrılamıyor… Kullandığı kostümden küçük kumaş parçaları kesip saklıyor. Siz ondan başka, oynadığı karakteri acaba şimdi ne yapıyordur diye -anlık bile olsa- düşünen, merak eden başka bir oyuncu tanıdınız mı hiç?

“Kural koyacak değilim, estağfurullah, ne haddime! Ama ben tiyatroyu böyle gördüm, böyle yaşadım” diyor. Onun bellediği tiyatro, abartılı gelebilir meslektaşlarına. “Bu kadarı da çok fazla, delilik bu” diyenler olabilir. Tiyatroyu, yaşamındaki her şeyin başına almasını, kendisini unutmasını, rolü çıkarırken, yaratırken yaptığı araştırmayı, takıldığı detayları, metinde yazılanlar kadar, yazılmayanların da peşine düşmesini, hiç bilmediği dildeki çeviri hatasını bulup düzeltmesini aşırı bulabilirler. Tiyatroyu meslek değil de, iman olarak görmesini eleştirebilirler. Oysa o, kendisinin hafife alınmasından endişe ederek azını anlatmıştır. Bildiklerimiz, “makul” süzgecinden geçenlerdir. Yıllar önce, Ankara Devlet Tiyatrosu’nda oynarken, oyun arasında dinlenmek için eve gidiyor. Rahatsız olmasa zaten tiyatrodan ayrılması söz konusu değildir. Giderken de tiyatrodakilere, onu iki saat sonra uyandırmalarını tembihliyor. Yetinmiyor, uyandırma servisini arıyor. Yine yetinmiyor, başkalarına da tembih ediyor. Eve gittiğinde ise ya uyanamazsam, oyuna geç kalırsam korkusuyla uyumuyor. Soranlara da çok iyi uyuduğunu, bir güzel dinlendiğini söylüyor ki bir diğer sefere nasılsa uyumuyor diye tembihlerini dikkate almamazlık etmesinler. Seyirciler için koltukları temizlediği, ovduğu günler oluyor. Ne de olsa tiyatroya, onun evine geliyorlar. Tiyatro için dökülen teri kutsal sayıyor.

O sene Stanislavski’yi tekrar okuyordu. Acaba benim yaptığım tiyatro doğru muydu, tiyatro aslında nedir diye soruyor, sorguluyordu. Doğrusunu bilmek, öğrenmek istiyordu. Tekrar sahneye çıkıp oynayacağı için değil; tiyatrosuz yapamadığı için.

Söyleşide giydiği bluz, farklı renklerini farklı yerlerde giydiği “Şehnaz Tango” dizisinde canlandırdığı “Rana anne” kostümlerinden biriydi. Yakasında, Atatürk rozeti ve onurla taşıdığı Adelaide Ristori nişanı vardı. Özgeçmişinde 1991 yılında Devlet Sanatçısı unvanı aldığı yazılır. Oysa o halkın sanatçısı olmayı seçti. Mütevazı bir hayatı, o ayrıcalıklardan yararlanmadan yaşadı.

Söyleşiden üç yıl sonra “Sahnede Bir Ömür” başlığıyla tiyatronun ustalarının biyografik belgesellerini yapıyoruz. (Usta, duayen, çınar, efsane… Yüceltmek için kullanılan bu sözcüklerin hiçbirinden hoşlanmaz; tiyatronun en yaşlısı diyemiyorsunuz da bunları türetiyorsunuz derdi.) Yine ilk isim Macide Tanır. Dedim ya o hep baştaydı benim için. “Sizde akıl yok, niye beni seçtiniz ki? Gidin Hülya Avşar’ın, Seda Sayan’ın belgeselini yapın. Benim reytingim yok” demişti. Bu onun kusuru mu, Türkiye’nin ayıbı mı? İnsan onun müptelası oluyor. Ben de oldum. Yörüngesinden çıkarsam kaybolacağımdan, pusulamı kaybedeceğimden endişe ettim. Her ziyaretimde ona doymaya, ondan öğrenmeye çalıştım. Kendi sağlamamı onunla yaptım. Onun bana verdiği değerle kendimi değerlendirdim. Bu ziyaretlerde çayı hep kendi demler, servisini de kendi yapardı. Tüm mal varlığını Türk Eğitim Vakfı’na bağışladığı için eşyalarını kullanırken çok dikkatliydi. Kırılır da bağışlanacak eşyalardan birisi eksilir korkusuyla porselenlerini çıkarmak istemezdi. İşte o çay saatlerine; doyumsuz sohbetler, çarpıcı hayat dersleri eşlik ederdi. O anlar; zamansız ve yalnız bir tiyatro delisinin bugüne düşen izleriydi. İşimi iyi yapmak için işin öznesini çok sevmem gerektiğini onunla anladım. İşte en büyük korku da o zaman başladı. Onun hayatını kendi penceremden anlatacaktım. Yani ne söylersem söyleyeyim hep eksik kalacaktı. Şimdi de aynı kaygıyla yazıyorum.

Yine keyifsiz günlerdi… Prof. Dr. Haberal için çok üzülüyordu. Onun durumunu kabullenemiyordu. Ama teslim olmuş bir güçsüzlükle, bezginlikle değil; ülkesini çok seven, Atatürk’ün kızı olmanın duyarlılığı ile aydınlatan bir yürekle, yüreklilikle… Yüksek sesle karşı çıkıyordu… Cümlelerine “ben koyu Atatürkçüyüm” diye başlıyor, inanmadığı yönetimin davetlerine bu cümleleri mazeret gösteriyor, yine aynı cümlelerle onu yağmurlu bir günde aracına davet eden bakanı reddediyordu. Dahası olanca sesiyle “memleket sizin yüzünüzden ne hale geldi, görmüyor musunuz?” diye bağırıyordu. Her yanlışın karşısındaydı.

Uzun bir çekim yaptık. O günlerde gözlerinden rahatsızdı. Gazete, kitap okuyamadığı için ezberinden şiirler okuyordu çekim aralarında. Okuduğu şiirin “ne kadınlar sevdim aslında yoktular” dizesi benim boğazıma düğüm oldu. Kim bilir aklından hangi rol kadınını geçiyordu o an. Hiç boş durmayı bilmedi. Biliyorsunuz o başında mücevher taşıyan kadın. Hiçbir teklifi kabul etmeyen, edemeyen… Kendini bir mücevher kutusunda saklar gibi saklayan, sakınan…

Çok mutsuzdur çünkü çok yalnızdır. O yalnızlığın yükü çok ağırdır. Hep mektepli olmayı önemser. Aksini yüreği kaldırmaz. Meslektaşları, okullu olmayanlarla dizim dizim dizilerdedir. “Ben kaldım. Bu kaleyi bekleyen bir tek ben kaldım” der. Bu onun seçiminin sonucudur. Artık o yerde, yıllarıyla, haysiyetiyle, başındaki mücevherleriyle oturmayı bilmelidir. Gelişigüzel, orada burada oynama hakkına sahip değildir. Kendi deyimiyle artık çakıl taşları ile beş taş oynayamaz. Az laf, çok oyunculuğu sever. Çehov’u sevişi de bundandır ama hiç denk gelmez, uhdesi kalır geriye.

“Ağaçlar Ayakta Ölür” oyunuyla İstanbul’a gelirler. Sinemacılar oyunu filme almak ister. Ücret bölümünü kendisinin dolduracağını söylerler. O sırada parasızlıktan etolü satılıktır. Teklifi kabul etmez. Doğurduğum bir çocuğu (karakteri) tekrar doğuramam der. Başka bir sefer, Nazım projesi sunulur. Nazım’ı kimin oynayacağını sorar. Hollywood yıldızları arasından seçileceğini öğrenir. Yine maaş hanesini kendisinin doldurması önerilmiştir. Nazım’ı yabancı biri oynayamaz diye teklifi reddeder. Üzerinden bir buçuk yıl geçer. “Öneriniz üzerine tüm oyuncuları Türklerden seçtik, Nazım’ı da şu oyuncu oynayacak” derler. “O yakışıklı biri ama oyuncu değil” deyip teklifi yine reddedince “ama Macide Hanım çok oldunuz” yanıtını alır.

Belgesel çekimlerinde tam bunları konuşurken telefon çaldı. Çekim durdu. Telefonu Gülhan Avşar açtı. Tesadüfe bakın ki arayan kişi, Macide Hanım’a bir dizide rol teklif ediyor. Macide Hanım, Gülhan’a “buyurun, ben kendisinin sekreteriyim” demesi için ısrar ediyor. Öyle ya, arayanlar hep sekretaryasını rica etmiyor mu? Koskoca Macide Tanır, telefona kendi bakacak değil ya. Az mı “oynamıştı” o telefon başında? Gülhan oyunu devam ettiriyor. Biz ne eğleniyoruz, ne gülüyoruz…

Ertesi gün Macide Hanım beni aradı. Çekimler sırasında biraz rahatsızdı, sesi -ona göre- çatallıydı konuşurken. Bu yüzden çekimleri yineleyip yineleyemeyeceğimizi sordu. Onu kırmak çok zor. Ama bütçemiz yok ki yeniden çekelim. “Macide Hanım, izin verin kurgusunu yapayım, izleyin. Yine de beğenmezseniz, tekrar çekeriz” dedim. Çaresiz kapattı telefonu. Sonrası benim için büyük sorumluluktu. Tam da 13 Mayıs 2010 günü (doğum gününde) Gülhan’la kapısındayız. 13 Mayıs 1985’te emekli edildiği için küstüğü ve ancak 1990’da TOBAV gecesinde Tamer Levent’in orkestrayı susturup bugün Macide Tanır’ın doğum günü sözleriyle ve “bir parça anlaşılmak bir başka yapar dünyayı” yazılı tişörtün hediye edilmesiyle yeniden barışabildiği doğum günü bugün. Bizimki de ne cesaret! Ya beğenmezse? Böyle doğum günü hediyesi olur mu hiç? Macide Hanım, kendi belgeselini izlerken, ben de endişeyle onu izledim. Yüreğim ağzımda… Beğendi!

“Tiyatrosuz yaşayamam sandım. Şimdi yaşıyor muyum sanki? Bu Macide’nin bedenini oradan oraya sürüklüyorum. Bunun ne demek olduğunu ne anlamanızı beklerim ne de sizi üzmek isterim” diyor. Tepesindeki Macide’yi konserlere, tiyatrolara, söyleşilere, galalara, çarşamba annelerinin* sofrasına sürüklüyor. (* Her Çarşamba Çiçek Bar’da buluşan ve Işık Yenersu, Nevra Bartu, Şerif Sezer, Sevgi Sanlı, Nevin Cangür, TijenPar’dan oluşan gruba bu ismi Rutkay Aziz takmıştır.) Her Cumartesi AKM’de yapılan klasik müzik konserlerine gidiyor. Ben de ondan yadigâr kalan yüzüğü parmağıma takıp tiyatro tiyatro geziyorum. Macide’yi gezdirmeye, onu tiyatroyla buluşturmaya devam ediyorum aklımca. O tiyatrosuz yapamaz çünkü. AKM yıkılıyor. Ardından mabedim dediği Muhsin Ertuğrul Sahnesi yıkılıyor. Muhsin Ertuğrul asıl şimdi öldü diyerek yenilenen sahneye ayak basmıyor. 2011 Tiyatro Ödülleri kapsamındaki Özel Teşekkür Ödülü’nü ona veriyoruz. Ödül töreni yenilenen Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde olduğu için gelmiyor tabii. Ödülünü teslim etmek için evine gittiğimizde ona Teşekkür’ün gerekçesini okuyorum. Çok mutlu oluyor. “Genelde sanatçıyı yücelten, abartılı, süslü şeyler yazılır. Siz tamı tamına beni anlatmışsınız” diyor. O yazıyı ben kaleme almıştım. Niyeyse bu bilgiyi vermedim ona.

Devlet Tiyatroları onun kurumuna gösterdiği sadakati, inancı ve yetiştirdiği altın seyirciyi dikkate alıp adına bir sahne açar mı bilmem ama Türkan Aktoprak, 23 Mart 2009’da Moda Sanat Tiyatrosu’nda Macide Tanır Sahnesi’ni açınca, “Sevgili Türkan Aktoprak, kendime benzeyen bir tiyatro delisi ile karşılaşmaktan mutluyum” der. İsmini, soy ismini helal eder.

Her koşul altında rolünü ve oyunu düşünür çünkü tepesindeki sanatçı Macide onu rahat bırakmaz. Bu yüzden hiçbir şeyi doyasıya yaşayamaz, doya doya hasta bile olamaz. Sahnede bayıldığı bir gün, kendine geldiğinde ilk düşündüğü şey antreyi kaçırıp kaçırmadığıdır. Ancak iki sene önce şubat ayında hastalanır, nasılsa artık sahnede değildir. Artık buna izni vardır. Ama Macide yaşama azmiyle mucizeyi gerçekleştirir. Yoğun bakımdan çıkamayacağını sananları şaşırtarak önce servise, oradan da evine çıkar. Sonrası hep bu üç mekânın arasında yine dostlarıyla birlikte geçer. Bu sefer hayatına doktorlar, hemşireler ve hastabakıcılar girer. Ona gözleri gibi bakarlar. Sanatçı Macide’ye yetişemezler ama insan Macide’yi tanırlar. Şaşırırlar, hayran olurlar. Hastanenin gazete okuyan tek yoğun bakım hastasıdır. Benimse yüreğim elvermez ona sıradan hasta gibi davranılmasına. Karşılarında nasıl bir sanatçının, hayatı hangi değerde yaşamış bir insanın olduğunu bilsinler diye, yaptığımız belgeseli, onunla ilgilenen tüm hastane personeline dağıttığım için bugün elimde numunelik bir adet bile bulunmamaktadır.

Hiç yalan söylemez, hep bildiğini söyler. Ne seyirciyi ne kendini kandırmayı bir an bile düşünmez. Bu açık sözlülüğü yüzünden cenazeme gelecek bir kişi daha azaldı der hep. Dediği gibi mi oldu emin değilim. Herkesten çok sevgi, çok saygı gördü ama en büyük sevgiyi neyse ki hep o gösterdi kendisine. Herkesten çok o saydı Macide’yi. Tiyatroda her gece anlayan bir kişi var diye oynadı. “Yoksa ben varım” dedi. Kitabı da (“Tiyatronun Cadısı”) okuyacak bir kişi var diye yazdı. “Yoksa gene ben varım” dedi. “Tiyatrocu doğdu, şımarmadan yaşadı, ünlü olarak öldü.” Bu sözü hastanede kendi bulup bana yazmamı tembihlemişti. O yazı da not defterinde kaldı. Bir devir kapandı. Ardında ağlamayı aşan acının, sessiz alkışlarını bıraktı.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Pınar Erol

Yanıtla