BGST Tiyatro’dan “Son Çağrı”: Göç, Arafta Kalmak ve Memleketin Seçim Öncesi Hali

Pinterest LinkedIn Tumblr +

BGST Tiyatro’nun 2022-2023 sezonu için hazırladığı yeni oyunu “Son Çağrı” üzerine oyunun yazarı ve oyuncusu  İlker Yasin Keskin ile sohbet ettik. İyi okumalar…

Söyleşi: Eray Mungan

“Son Çağrı” son yılların popüler tartışma başlıklarından birini, göç meselesini tartışan bir oyun. Kahramanımız Selim Özben yurt dışına gitmeye çalışan ama bu hevesi daha havaalanındayken kursağında kalmış birisi. Oyundan alıntı yapacak olursak, “mutlu olmayı önce iç hatlarda denemiş ve son çareyi yurt dışına gitmekte aramış bir beyaz yakalı”. Hepimize çok tanıdık gelen dertleri ve özellikleri olan biri. Ne yazık ki daha havaalanında bir yakını tarafından “soyuluyor” ve tüm hayalleri suya düşüyor. Bu perişan haliyle gitmeye cesaret edemiyor, evine dönmeye de hevesi kalmıyor. O da tuhaf bir şey yapıyor ve havalimanında yani arafta kalmaya karar veriyor.

Büyük bir kesimin ruh halini sahneye taşıyorsunuz oyunda. Ne gitmeye cesaretimiz var gerçekten ne de kalmaya hevesimiz diye düşünen pek çok insan tanıyorum. Bu arafta kalma halini bu yüzden mi seçtiniz?

Evet. Memleketin orta sınıfı kendini arafta gibi hissediyor çünkü. Gitme eyleminin kendisi ya da ihtimali ülkece bir arafta kalma, sersemleme hali yarattı. Bu, “asla terk etmem” diyenler için de geçerli. Tamam gitmek istemiyor olabilirsin pekâlâ, ama çocuğunun geleceğini başka bir ülkede kurmasını hayal ediyorsun muhakkak. İnsanlar çileyi kendine yakıştırabilir ama çocuğuna asla…  Geleceği yaşadığı ülkede görmeme, memleketten umudunu kesme ama bir şekilde gidemeyecek olma… “Arafta olmak” … Bu insanlık durumunu güzelce ifade eden edebi bir metafor…

Aynı metafor, seçim bağlamında da ülkenin haline cuk oturuyor. Ülke tarihinin dönüm noktası olacak bir seçimin arifesindeyiz. Muhalefet adına seçim kazanılsa bile her şey daha yeni başlıyor olacak. Belki iktisadi, etnik, politik birçok sorunun inkarından kurtulacağız ama o sorunlarla da baş başa kalacağız… Yine de bu seçim ileriye doğru mu adım atılacak yoksa geriye doğru mu, bunun işareti olacak.

Yaşadığımız deprem felaketini düşündükçe de araftayız diyorum. 24 yıl sonra yine büyük bir felaket ve yine büyük bir çürüme ve yozlaşma… Yine yozlaşmış bir rant düzeni yüzünden on binlerce insan hayatını kaybetti. 1999 Gölcük Depremiyle çok karşılaştırma yapıldı. 1999 üniversiteye başladığım seneydi. Ve o sene Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları (BÜO) Mimar Sinan Üniversitesi Tiyatro Kulübü ile Deprem adında oldukça deneysel nitelikli bir oyun çıkarmıştı. Oyunu defalarca izlemiştim. O yüzden deprem sürecini çok iyi hatırlıyorum. Ben de devlet gibi sivil toplum kavramıyla yeni tanışmıştım. Ama o sıralar devlet felakete müdahale etmek konusundaki açığını “devlet-sivil toplum el ele” sloganıyla kapamaya çalışmış ve bir yandan da sivil toplum örgütlerini kontrol etmeye enerji harcamıştı. Bugün sivil topluma nefes aldırmayacak bir atmosferdeyiz. 1999 Felaketinin de gerisine düştüğümüzü gösteriyor bu durum. Şu an ise deprem felaketinin unutturulmaya çalışıldığını söylemek gerek. Nasıl unutalım? Hayat kurtarma safhasını geçtik ama hayatta kalma aşamasındayız. Felaket devam ediyor. Üstelik eli kulağında bir Marmara depremini akıbeti belirsiz yapılar içerisinde bekliyoruz. Deprem bölgesindeyse çadırlarda, konteynırlarda yaşamlar… Bu anlamda da araftayız yani…

Ama Selim’in durumu farklı değil mi? Havaalanında kalarak bu arafta kalma durumundan hoşlanıyor… 

Evet, oyunda bu insanlık halini ironik bir şekilde ifade ediyoruz. Ayrıca Selim böyle yaparak çekip giderse karşılaşacağı zorluklardan uzak durmuş oluyor. Kalıp aynı boğucu hayatına dönmekten de kurtuluyor… Yalnız bu tavır sade Selim’in yer aldığı toplumsal kesime ait değil. Yani arada kalmışlık halinin, bu haleti ruhiyenin sadece seküler kesime has olmadığını düşünenlerdenim. Biz oyuna hazırlanırken Metropoll bir araştırma sonucu paylaşmıştı. Bu araştırmaya göre Akpli seçmenin %21’i, Mhpli seçmenin neredeyse %30’u yurt dışında yaşamak isterim diyor. Bu partilere yakın olan gençlerde oranlar iki misline sıçrıyor. Üstelik gençlere dair istatistik Sodev’in üç sene evvel yaptığı anketin sonucu. Yani dolar 7 TL iken… Bu eğilimlerin ne yönde fırladığını tahmin edebiliriz. Ancak bu kesimlerin büyük bir çoğunluğu hiçbir yere gidemeyecek. Çünkü kurun fırlamasıyla göç gittikçe zorlaştı. Yani çoğunluk için göç hayallerde kalmaya başladı. “Bir gün mutlaka!” diye anılan bir özlem. 

Göç durdu mu yani?

Durmadığını çevremizden biliyoruz. Sezgilerle konuşmak durumundayız. Çünkü TUİK iki senedir bu konuda bir istatistik yayınlamıyor. Kimisi infial yaratacak derecede bir gidişin olduğunu söylüyor kimisi de göçteki ivmenin kaybolduğunu. Ben ikincisi gibi olduğunu düşünüyorum. Pandemi nedeniyle gidişini erteleyenler olmuştur. Şimdilik onların yarattığı bir yoğunluk olabilir. Ama unutmamak lazım dolar 19TL’ye dayandı. Bu tüm planları alt üst edebilecek bir gerçek.

Selim Özben de zaten önce çalıştığı kurum üzerinden, shortlist ile gitmeye çalışıyor. Başarısız oluyor ve eline yüklü bir miktar para geçince tekrar deniyor.

Göç etmenin belirli şartları var. Bunlardan biri de mali sermaye. Selim mali sermayeyi bir şekilde toparladığında gitmeye yelteniyor. Ama daha oyunun başında bu birikim elinden alınınca kalakalıyor. Kurun bu haliyle yurt dışına gitmek gibi bir riski alması bugün çok zor çünkü.

Türkiye özellikle Bakan Nebati döneminde çok absürt bir yoksullaşma süreci yaşadı. Bizi devler arasında Güliverleştirdiler. Bunu bilerek, kasten yaptılar. Sürümden kazanma mantığı ile Türkiye ekonomisini ucuzlaştırarak cazip hale getirme yoluna gittiler. Enflasyonla büyüyerek zenginleri korumak mı, enflasyonu düşürerek dar gelirliyi korumak mı? “İlkini tercih ettik” diye itiraf etti zaten bakan. Yoksulluktan değil ama işsizlikten çok korkuyorlar çünkü. Bu politikanın toplum mühendisliği bağlamında yani asgari ücret toplumu yaratma yolunda başka berbat sonuçları oldu. Ama “Son Çağrı”da yaptığımız öngörünün doğru olduğunu ispatladı. Pandemide ciddi bir değişiklik yapmıştık oyunda.

Nasıl?

Sürprizini kaçırmak olur. Oyuna bekleriz… Detaya girmeden şunu söyleyeyim Selim’i pandemiden evvel uçağa bindirmeyi tasarlamıştık, şimdi uçağa binemiyor.

Oyununuz pandemiden evvel prömiyer yapacaktı ama sonra ertelendi. Ve oyun yenilendi. Neler değişti? 

Pandemiden evvel çalışmaya başladık. Eski bir prodüksiyonumuz olan “Yeni Bir Hayat İçin”i (Ybhi) yeni nesil göç meselesini ekseninde günümüze uyarlamayı amaçlamıştık.  20 Mart 2020’de Sahne Pulcherie’de prömiyerimiz vardı. Duyurusu da yapıldı. Sonrası malum. Yasaklar, ekonomik güçlükler… Projeyi rafa kaldırdık bir buçuk yıl boyunca. Bir toplantımızda projeyi nasıl devam ettireceğimiz konusunda sohbet ederken Cüneyt Yalaz (kendisi Duygu Dalyanoğlu ile projenin rejisidir) şunu söyledi: “dünya çok değişti, oyunu yenilemek değil “yeni bir oyun” haline getirmek lazım.” Bu söz pandemi boyunca kulaklarımda çınladı. 2022 yaz aylarından itibaren yeni bir fikir üzerinden biraz daha Ybhi’den uzaklaşarak çalışmaya başladık. Yaşadığımız pandemi gündeminin de tesiriyle oyundaki gitme jestini reel olarak yorumlamaktan vazgeçtik. İyi de oldu. Berke Hatipoğlu ve İlke Hatipoğlu soyut bir havalimanı tasarımı önermişlerdi. Havalimanının büyüklüğünü de ifade eden bir tasarımdı… Yeni kurgu önerisinde bu soyut tasarım daha bir yerine oturdu. Ayrıca ikinci bir karakteri ekledik. Oyunda sadece sesiyle var olacak Tuba Hanım karakterini. Selim’in havalimanındaki yürüyüşünde ona eşlik eden, sürekli karşısına çıkan bir kadın…

Tuba Hanım anlatı düzlemine bir dinamizm katmış bence. Tek kişilik bir erkek performansında bir kadın sesinin de oyuna bir boyut kattığını düşünüyorum. Riskli bir tercih tabi. Oyunun iki kişilik olmaya çalışan ve arada kalan bir durumda kalma riski olabilirdi. Ya da Selim hikayesini sadece Tuba Hanım’a anlatsa seyircinin oyuna dahil olmasına zarar verebilirdi. Burada iyi bir denge tutturulduğunu düşünüyorum. Bir de ses kullanımı bana biraz “Her” filmini anımsattı.

Bunu söyleyen oluyor, evet. Biz “Her”den yola çıkmadık ama bazı sahnelerde “Her”deki gibi dediğimiz oldu. Sağlık danışmanı gibi de davranan bir havaalanı personeli olarak tasarladık Tuba Hanım’ı.. Bazen direktif veriyor, bazen sohbet arkadaşı oluyor, kimi zaman da duygusal destek sağlıyor. Bu tuhaf havaalanındaki yolculuğunda Selim’e rehberlik ediyor yani. 

Tuba Hanım’ı da Zeynep Okan seslendirdi. Berke Hatipoğlu da düzenledi. Berke aynı zamanda müzisyen olduğu için bizi büyük bir yükten kurtardılar. Bu arada çalışma süresince bahsettiğin sorunlarla karşılaştık zaten. Bu sorunlarla güreşerek bir üslup oluşturduk. Efekt uygulamayı ise Günkut Güven yapıyor. Sahneyle yoğun, etki tepkili bir alışveriş olduğundan ona da ciddi bir sorumluluk düşüyor.

Sürece geri dönersem, yeni kurgu önerisine 2022 başından itibaren çalıştık ve sonunda çıkan ürün “Son Çağrı” adını aldı. Mayıs 2022’de prömiyer yaptık. Üç kez oynadık ve seyirci eleştirilerini değerlendirdikten sonra en son Eylül 2022’de de bir çalışma yaptık. Ve oyun bu sezon son halini almış oldu.

Ne gibi eleştiriler gelmişti?

Oyun biraz geç açılıyordu. Komedi için çok can yakıcı bir mesele tabi. Ybhi’den iki sahneyi plaza ve bir aile sahnesini günümüze adapte ederek oyuna ekledik. Plaza sahnesinde yurtdışı şubelere gitme yarışını işledik. Aile buluşması sahnesinde ise Selim’in düğününü Gezi Protestolarının olduğu döneme denk getirdik. Bu sahnede Selim’in eski eşi Esra’yla birlikte Geziye katıldığını görüyoruz. Biri yurt dışına kapağı atmış, diğeri gitmeye çalışan bu evli çiftin hikayelerinin başlangıç noktasını Gezi’ye getirmek yeni nesil göçün de hikayesini bütünlüklü kıldı. Diğer yandan güncel mizah anlayışının sahneye taşınması bağlamında bir öneri vardı. Göç temasıyla ilgili bir stand up sahnesi ekledik. Yani Selim bir komedi kulübüne gidip mikrofonu eline alıyor… Bir de Selim için yoksullaşma meselesini ortaya çıkaracak jestler bulmaya çalıştık…

Pandemi sürecinde de de online olarak çeşitli oyunlar oynandı. Ya da belirli kısıtlamalarla seyirciyle de buluşuldu; hatta BGST Tiyatro’nun online gösterileri oldu. Bu projeyi neden seyirciyle buluşturmadınız?

Malum yurt dışı yasaklarıyla göç meselesi bir anda rafa kalktı gündelik hayatımızda. İlk adaptasyon versiyonumuzun haleti ruhiyesi ile dönem pek uyumlu değildi. Daha da önemlisi pandemiyle birlikte benim gündemim değişti. Kurgu işlerine başladım. Hayatımızı idame ettirebilmek için dijital tiyatro ve eğitim işlerine konsantre olmuştuk. Her Güne Bir Vaka, Rotterdam İstanbul Hattı, Dijital Tiyatro Eğitimleri, Zoom üzerinden çıkarılan Moliere ve Shakespeare adaptasyonları… Bu projelerde teknik sorumluluk almam gerekti. Tüm enerjimi bu işlere ayırıyordum. Böyle olunca pandemide önce aşının bulunmasını sonra da tesirini göstermesini bekledik…

Son On Yıldır Hissettiklerimiz Covid Semptomlarıyla Aynı

Yeni Bir Hayat İçin’den (Ybhi) uyarlama yapmak üzere yola çıktık dedin. Neden aynı oyunu oynamadınız?

Ybhi, Cüneyt Yalaz ve Uluç Esen’in birlikte doğaçlayıp kaleme aldığı, Cüneyt Yalaz’ın sahne üstünde yer aldığı tek kişilik harika bir performanstı. Ben de BÜO’da ikinci senemde izlemiştim. Sanırım bizim kuşak Büo’lular da defalarca hiç sıkılmadan izledi. Mezuniyet sonrası tiyatroya başladığımdan beri de aklımın bir köşesinde bu oyunu icra etmek vardı. Ancak neredeyse oyunun ilk yazımının üzerinden 20 yıl geçmişti. Ybhi kabaca ifade edersem orta sınıfın tüketim alışkanlıklarının mizahi bir üslup içerisinden eleştirisiydi. Akp iktidara gelmeden hemen önce, ekonomik krizin yaşandığı bir dönemde çıkmış projeydi. Akp’li yıllarda da uzun bir süre oynandı. Yani küreselleşmenin hâkim ideoloji olduğu; Türkiye’ye dışardan paranın aktığı, liberalleşme rüzgarının estiği bir dönemde. Selim soyulmuş bir halde, üst katındaki komşularının gürültülü partisinin sesi eşliğinde seyirciyi karşılıyordu… Sahne yukarıda eğlenen kitleye dair bir sözle açılıyordu: “Eğleniyorlar!”

Bugün peki? Orta sınıfın palazlandığı 2000’lerden eser kaldı mı? 20 yılda çok şey değişti. Akp devletleşti ve ülkenin rejimini değiştirdi. Orta sınıfı iktidarına bir tehdit olarak gördü ve ideolojik, ekonomik bir saldırı altına aldı. Çünkü iki bin üç yüz yıl önce Aristoteles’in de fark ettiği gibi orta sınıf belli bir düzeyde demokrasi demek. Küreselleşme ise ivmesini kaybetti ve artık sorgulanmaya başlandı. Üstelik iktidar özellikle son 10 yılda toplumu iki taraftan da sıkıştırdı. Mülteci politikası ile yoksul Araplar aracılığıyla maliyetleri ve ücretleri düşürdü, “çılgın projeler” ve özellikle konut politikasıyla da zengin Araplar’ı ülkeye çekip konut fiyatlarını ve dolayısıyla da kiraları yükseltti. Ekonomik açıdan iki taraflı bir sıkıştırma içerisindeyiz yani. Orta sınıfın küçülmeye, yoksullaşmaya itildiği bir geçiş dönemi yaşıyoruz. 

Yaşam tarzına müdahaleler, yoksullaşma, sivil alanın daraltılması vs. bu bağlamda okunabilir. Zaten özellikle son on yıldır hissettiklerimiz Covid belirtileriyle aynı. Tat ve koku kaybında olduğu gibi hayatımızın tadı tuzu kaçtı. Konuşma güçlüğü, hareket kaybı, bilinç bulanıklığı gibi covit belirtileri genel ruh halimizi yansıtır oldu. İktidar ise orta sınıfı yoğun bakımda bir hayata mahkum etmeyi amaçladı. Kendini ifade etmesini, hareket etmesini istemediği bir hayata…

Özetle Ybhi hala güncel yönleri olsa da genel itibariyle günümüzü anlatmakta yetersiz kalabilirdi.

Zaten önce adaptasyonla yetiniriz umuduyla çıktık yola… Oyun evde değil havalimanında geçsin önerisi böyle oluştu. Eğleniyorlar değil de gidiyorlar/kaçıyorlar imgesinden hareketle. Ama işte hayatın sürprizleri bitmiyor. Çin’den çıkan bir virüs bize dünyanın sadece değiştiğini değil hızla değiştiğini gösterdi. Bizim için kaçacak delik olmadığını yüzümüze çarptı. Böylesi bir arka plan değişiminde Selim Özben’in aynı Selim olması mümkün değildi.

2000’lerin Selim’i yeni bir hayat için diyerek yeni hayatlar arıyordu; partilere “akıyor” kişisel gelişim kurslarında soluğu alıyordu. Bugünün Selim’i yeni hayat denemelerine nefes almak istiyorum diye kendini açıklıyor… Yeni bir hayat aramak değil de hayata tutunmasını sağlayacak bir dal diye ifade ediyor kaçış pratiklerini.

Öyle şeylerle karşılaşıyoruz ki boğulacak gibi oluyoruz gerçekten…

Bugün artık tanıtım metinlerinde çokça karşılaşıyoruz bu ifadeye. Misal bir komedi kulübü kendisini “nefes alma noktanız” diye tarif ediyor.

2000’lerin Selim’i ve bugün ki Selim’in ortak noktaları ne peki?

Hayal kırıklıkları ve hüzünleri ortak. 2000’lerin Selim’i yeni bir hayat kurup mutlu olabileceğini umut ediyordu. Bugünün Selim’i de yoga ile yaşam koçluğu, sanal mecralar yahut kendini ifade etme bağlamında açık mikrofon tecrübeleri ile nefes alabileceğini ve mutlu olabileceğini umut ediyor.

Geçici çözümler eleştirisi devam ediyor…

Evet.

Muasır Medeniyetler Seviyesini Hedefliyorduk; Avrupa’nın Tampon Bölgesi Olduk! 

Peki 2000’lerin Selim’i ile 2020’lerin Selim’i arasında ne gibi farklar var? Dünya değişti de Selim ne kadar değişti?

Bir kere kuşak olarak farklılar. “Yeni Bir Hayat İçin”in Selim’i 70’lerde çocukluğunu yaşamışken, “Son Çağrı”nın Selim’i 90’larda çocuk olmuş bir kuşağın mensubu. Ben Selim’i kendim gibi 81’li diye hayal ediyorum. Evrim Kuran kuşak araştırması literatüründe 80-81’liler için (darbe dönemi dünyaya gelen nesil) araftaki kuşak diye bahsedildiğini söylüyor. Ne X ne Y kuşağına dahil tam olarak. İkisinin eğilimlerini de gösterebiliyor.

Yine araf…

Evet… Özel kanalların, internetin olmadığı devri de deneyimledik hızla değişen dünyanın teknolojisine de adapte olduk. Selim’in aynı kurumda yıllardır çalışmasını biraz böyle yorumluyorum. Ya da hayatımıza giren yenilikler karşısında biraz gecikmeli davranmasını… Yeniliklere hızla dahil olabilmesini de… 

90’lar bahsine geri dönersem, bu yıllar şu açıdan önemli: 99 Depremi ve 90’ların savaş ekonomisinin de yüküyle 2002’de çöken ekonominin ardından Akp geldi. Gerçi Kahramanmaraş Depremiyle 90’lar tekrar hatırlanmış oldu. Hizbullah üzerine olan seçim pazarlıklarıyla da yine 90’ları “yad ettik”. Şu günlerde 90’ların kabuslarıyla yeniden uyanıyoruz ve o günleri hatırlıyoruz değil mi? Ama uzun bir süredir biraz da yaşadığımız karanlık dönem nedeniyle 90’lar romantizmi vardı. 90’lar berbat yıllardı. Ekonomik krizin olağanlaştığı, düşük yoğunluklu bir iç savaşın yaşandığı yıllar. Oyundaki VHS sahnesi de temelde bu yaklaşımdan hareketle yazıldı. Selim arkadaşıyla gizli bir şekilde porno film izlemek ister. Ama kaset üzerine “bir şeyler” kaydedilmiştir. Kimi 90’lardan kalan hatıra çöplüğümüze attığımız popüler imgeler kimisi de çocukluğumuzu sarsan görüntülerdir bunlar… 

Bu görüntülerle aslında 90ların da pek matah bir şey olmadığını anlıyoruz. Halbuki karanlık, boğucu bir devirden geçiyoruz ve nostalji yine nefes alabileceğimiz bir imge gibi sunuluyor. Ama biraz deştiğimizde pek de öyle olmadığını fark ediyoruz.

Nostalji sığınılacak, nefes alınacak bir liman gibi sunulabiliyor…  Sıkıştığımız için biraz da… Kaçacak mekanlar aradığımız gibi kaçacak, sığınacak zamanları, devirleri de arıyoruz.

Öte yandan 90’ların biz özelliği de şuydu. Para bolluğu yoktu ama almaya da zaten çok az şey vardı. Marka ve kalite yelpazesi bugün ki gibi geniş değildi. Bugün Allahtan böyle değil. Yoksa orta sınıf olarak yoksulluğu iliklerimize kadar anında hissedeceğiz.

Hissetmiyor muyuz?

Şu an yaşadığımız yoksulluk değil yoksullaşma. Zaten yoksul kesim içinse açlık! Orta sınıf özelinde konuşursak misal akıllı telefonlarımız bir süre daha iş görür. Eskirse daha ucuz bir marka alırız; ikinci el ya da yenilenmiş telefon alabiliriz. Marka ve kalite yelpazesi geniş dediğim bu. Laptoplarımız donanım takviyesiyle biraz daha götürür. Şimdi feragat edebileceğimiz hayat standartlarına sahibiz yani. Ama ekonominin bu baş aşağı gidişi fena; denizi çabuk tüketeceğiz gibi gözüküyor. Tantalos işkencesine dönecek yani. Hani mitolojide bir kahraman vardır. Cezalandırılır. Ayaklarının dibindeki suya içmek için uzanır ama sular çekilir. Başının üstündeki bin bir çeşit meyve uzandığında yukarı kaçar. Bugün yaşadığımız ve de katmerlenecek hal tam o… O yüzden bugünün Selim’i en basitinden yeni hayat serüveninde hesap kitap yapmak zorunda yani. Daha az masraflı hobilere yöneliyor mesela…

90’larda da ekonomik kriz vardı. Enflasyon canavarı karikatürü gazetelerin olmazsa olmazıydı. Ama her şeye rağmen 90’ların güzel bir tarafı vardı: Umut! Geleceğe dair bir umuda sahiptik. Çile çekiyoruz ama milenyumla birlikte yeni bir devir başlayacak diye umut ediliyordu. Selim işte bu umutla büyümüş bir küçük burjuva. Çalışırsa refah seviyesinin artacağı hatta bir gün Avrupa Birliği vatandaşı olacağı hayaliyle yetişmiş birisi. Ama bugün bu hayallerin rötar yaptığı bir zamandayız. Süresi belirsiz bir rötarla hem de. Bunun yarattığı bir hayal kırıklığı var. Sanırım AKP’li yılların en büyük kötülüğü bu umudu sarsması oldu. Son göç dalgasının ağırlıklı sebebi de zaten işte bu umut yitimi…

Örneğin biz ilkokulda bir gün muasır medeniyetler seviyesine ulaşacağımız ülküsüyle yetiştirildik. Muasır medeniyetler seviyesini hedefliyorduk; Avrupa’nın tampon bölgesi olduk. Bu, ülkenin okumuş kesimi için büyük bir bunalım. İdeolojik, politik her anlamda hayal kırıklığı belki de bir travma. 

Selim Özben: “Bu ülke eskiden de pek matah bir şey değildi ama bu kadarını da hak etmiyoruz ya…” 

Bu bahsettiğin temanın, stand up sahnesinde yer almasını beğendim. Bu büyük cümlelerin gündelik hayatın dili içerisinden, Selim’in çocukluk hatırasını anlattığı bir stand up performansı ile oyuna yedirilmesi iyi olmuş. Mayıs ayında izlediğimde bu sahne yoktu. Ve açıkçası bu yakıcı göç meselesi biraz havada kalıyordu. Stand up sahnesini eklemeye neden gerek duydunuz? Oyun zaten bir ölçüde bu özelliğe sahip değil mi?

Stand up türünün demokratikleştiği, amatör alana da yayıldığı bir dönemdeyiz. Hem yeni yüzlerin sayısı artıyor hem de kadın stand upçıları da sahnelerde görüyoruz. Sosyal medya 10 sene içerisinde bu etkiyi yarattı. Konuşmak ve paylaşmak istiyoruz. Yasakçı koşullar içerisinde içerik de politize oluyor. İktidarın şamar oğlanına çevirdiği seküler orta sınıfın bu alanlarda “biz” duygusu yaratmaya çalıştığı da söylenebilir. Bu sebeplerle Selim’i böyle bir deneyimin içerisine soktuk.

Nasıl bir yöntem izlediniz bu sahneyi hazırlarken?

İzleyerek. Yani herkes gibi takip ediyorum bugünün stand upçılarını. Genelde stand up formunu tematik bütünlüğü olmamasıyla eleştirirdik. Bu sorun hala devam ediyor. Yalnız bu konuda Cem Yılmaz öncü davranıyor. Son gösterisi çok eleştirildi ama son gösterisinde bir tematik bütünlük olduğu söylenebilir. Önceki gösterilerinde de bu yönelim vardı. Ama tüm gösteriye yayılan bir bütünlük hissiyatı son gösterisinde daha belirgin…

Bir de artık dijital platformlar sayesinde yurt dışındaki isimlerle de tanışıyoruz. Siyahi ofansif mizahçı Dave Chapelle’in aydınlatıcı olduğunu düşünüyorum. Gösterilerinde hem tematik bütünlük hem de üslup geçişi var. Sertçe şakalarının ardından bir anda kendinizi çok dramatik ve politik bir hikâyenin ortasında bulabiliyorsunuz. Sanırım bizim parçamız için stand up hakkındaki bu tartışmalar esin verici oldu.

Selim Özben de burada ofansif mizaha özeniyor…

Selim özeniyor ama onunki özeleştirel bir tavırla sonuçlanıyor. Yani Selim şamarı seyirciye değil kendine atıyor. Onun mizacına uygun değil çünkü bu tür bir mizah. 

Ofansif mizah hakkında ne düşünüyorsun peki?

Ofansif mizah kamusal alanda ifade edilmesi güç, tabulaşmış meselelere ilişkin bir mizah türü. Ulu orta yapamayacağın bir şaka türü yani… Genelde ithal malı olarak değerlendirenler var ancak öyle değil. Bizde sadece şimdiye kadar dar gruplarda yahut özel alanda üretiliyordu. 

Bir kitaptan örnek vereyim. “Azınlık Gençleri Anlatıyor” adlı kitaptaydı… Ermeni bir genç Türk arkadaşıyla samimiyetini ifade ederken şöyle bir örnek veriyordu. 

“Ben bir milyonumuzu kesmişsiniz. Cebinden 1 milyon düşürsen ararsın diyorum. O da bana biz kendi vezirlerimizi paramparça eden milletiz, size mi acıyacağız?” diyor. Ben bu arkadaşlarıma tamamen güvenirim…”

Birincisi özel alanda dönen bir şaka bu. İkincisi de “pis bir şaka” bile özgürleştirici bir amaca sahip… Burada iki dostun geçmişin ağır trajedisinden azade olduklarını anlıyoruz. Aynı zamanda sıfırlarla dolu bir para ile de bir ülkenin geldiği ekonomik sefaleti… Biraz daha deşersen aslında iki konu arasında bir bağ olduğunu fark ediyorsun. 

Yani kısacası mizahın amacının etik olarak doğru olup olmadığı mühim. Onu salt iktidar eleştirisine sıkıştırmak hem doğru değil hem de mümkün değil. Ezilene yönelik de şakalar yapılabilir. Ama bunun amacı nedir? Victim blamer (mağduru suçlayıcısı) bir mizahın sonuçta özgürleştirici bir amacı varsa ortada bir sorun olmaması gerekir. Yani ezileni omuzlarından sarsarak güçlendirmeye çalışan bir şakanın ne mahsuru olabilir? Yalnız henüz seyirciniz bu tür bir mizahı tüketmeye hazır değilse geçmiş olsun… Özel değil kamusal alanın sınırları içerisindesin artık. Linç edilmeyi göze alabiliyor musunuz? Cesaret ve toplumun örgütlenmesi meselesine geldik yani… Anlaşılmadım deyip işin içinden çıkamazsınız. O toplumu eğitmeniz, örgütlenmeniz gerekir… Yani seyircinizi de yetiştirmeniz gerekir… Armut piş ağzıma düşle olmuyor demek istiyorum…  

Çalışma yönteminizden bahsedelim biraz da?

Sahneye malzeme üretme ve metin yazımı konusunda sorumluluk tek kişilik bir performans olmasından dolayı benim üzerimdeydi doğal olarak. Getirdiğim sanatsal malzemeyi de masa başı ve sahne üstünde Cüneyt Abi ve Duygu Dalyanoğlu ile geliştirdik.

Göçün Mutlulukla Yakından İlgisi Var

Oyundaki tek tema göç değil. Sanal dostluklar, yoga ve kişisel gelişim, stand up ve bir de Boğaziçi sahneniz vardı. Bunları izlerken de oyunu kuşatan göç temasından uzaklaşmıyoruz. Bunu nasıl sağladınız?

Stand up haricindeki başlıklar Ybhi oyunundaki temaların bugünkü karşılıkları ne olabilir diyerek tasarlandı. Bir de Ybhi’de kabaca ifade edersek bir beyaz yakalının mutluluk arayışı genel temayı kuruyordu. İbrahim Sirkeci Bu Ülkeden Gitmek kitabında göç hakkındaki klişeleri eleştiriyor ve şöyle söylüyor: “Göçün mutlulukla yakından ilgisi var.” Halbuki genel kanı göçün salt zenginlik ve refah arayışı ile ilgisi olduğudur. Bence bu olgu Ybhi’yi kolaylıkla göç meselesine adapte edebilmeyi sağlıyordu. Hayata tutunma denemelerine de göç arzusu ile dokunuşlar yaptığımızda ana eksenden kopmuyorduk. Selim’in sanal fantezisinde bile sevgilisine Kanada’ya gitmeyi teklif etmesi mesela…

Selim bir beyaz yakalı. Son çare olarak gitmek istiyor… Gitmek isteyişinin toplumsal değeri nedir? Gitmek istemesinde bireyci bir kaçış yönü yok mu? Yani bir seyirci çıkıp “bana ne kardeşim gidersen git” dese ne yapar mesela?

Oyun süreci boyunca bu soru benim de aklımı kurcaladı. Yani göçmek zorunda bırakılanlara ve Akdeniz’de, Ege’de hayatını kaybedenlere bakınca… Ya da İsveç’e ve Norveç’e iltica başvurusu yapan vatandaş sıralamasında Suriye ve Afganistan’dan sonra üçüncüymüşüz mesela. Bunları düşününce, “Ah be Selim” dediğim oluyordu. Ama sahne üstünde oynarken hiç böyle hissetmiyordum. Sahnede Selim’in deneyimlerini paylaştıkça bu düşüncelerden uzaklaşıyordum. Bu meselelerin Selim’in de canını yaktığını düşünüyorum. Dahası Selim’le şikayetlerimiz müşterek. Ve Selim’in dertlerini ifade ediş şekli eğlenceli ve samimi… Onun hayal kırıklıklarında çocuksu bir yan var ve biz buna empatiyle yaklaşıyoruz.

Yalnız gözlemlediğim bir şeyi paylaşmak isterim: Sanki memleketten her şikâyet edip giden birey de çok devrimci bir iş yapmış oluyor. Böyle bir algı var gibi… Herkesin hak verdiği bir meseleden şikâyet etmesi sanki yeterliymiş gibi. Gittiğin yere ya da geride bıraktıklarına ne hayrın dokunacak? Bence kritik soru bu. Herkesten Özlem Türeci ve Uğur Şahin olmasını bekleyemeyiz ama bu soruya bir yanıt vermesini beklemek lazım. Ne bileyim gider ama burada ailesine yardım eder… Gider ama oraya bir faydası dokunur. Umut Sarıkaya’nın bu konuda komik ve iğneleyici bir karikatürü vardır. Botanikçi Alfred Heilbronn’u andığı… Kendisi 1933’te Nazi Almanya’sından kaçıp Türkiye’ye sığınmış. Burada da ilk botanik bahçemizi kurmuş mesela. Böyle çok örnek sayılır. Ama Alfred örneği popülist yaklaşımların örtüsünü çekip kaldırma anlamında önemli bir model bence. Yoksa evet yani sadece şikâyet edip söylenirsek birisi de çıkıp der: Bana ne kardeşim gidersen git! 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir sözü vardı. “Sırf daha iyi bir arabaya binmek, daha çok konsere gidebilmek gibi süfli heveslerle ellerin kapısına varanlara acıyarak bakıyorum” diye…

Konformist dar bir kesim için doğru söylüyor… Ama göç eden çok büyük bir çoğunluğun amacı bunlar değil ve yeni hayatlarında sürünmek pahasına gidiyorlar.

Bu oyun ne diyor? Gidelim mi kalalım mı bu soruya ne cevap veriyor diyen oluyor mu?  

Valla oyundan sonra tartışma devam ediyor. Yeni şeyler öğreniyorum ben de… Oyunda anlatamadıklarımı anlatıyorum. Gitmek ya da kalmak lazım diye bir sözü yok zaten oyunun.  Oyunun amacını dertleşme ifadesi çok güzel açıklıyor. Sonuçta Beklan ve Ayla Alganların Holywood’u reddedip memlekete dönelim dediği 60’larda yaşamıyoruz. Kucak açan bir Türkiye değil, büyük bir ekonomik buhranın arifesinde olan bir ülkede yaşıyoruz. Siyasal ve politik olarak da çalkantılı karanlık bir dönemdeyiz. Göç iklimini de yaratan bu durum. Ama göç hakkında açık bir dille dertleşmenin kalanlar için iyileştirici bir yönünün olduğunu düşünüyorum.

Ne gibi kaynaklardan beslendiniz oyun süreci boyunca?

Bu konuda en ilgi çekici kaynak “Bu Ülkeden Gitmek” başlıklı kitap bence. Meseleyi romantizme kaçmadan gerçekçi bir şekilde tartışıyor. Araştırma öznelerinin kişisel yargılarına teslim olmadan göç kavramını ele alıyor. Ve de en önemlisi göç hakkındaki mitleri sorgulayıp eleştiriyor. Özgün bir eser. Keşke referans verdikleri söyleşilerin tam metnini de kitaba ekleselerdi… Gerçi kişisel anlatılara yaslanan eserlerde bir romantizm ve lirizm var. Ayrılık memleketi ve sevdiklerini geride bırakmak çok güçlü dramatik bir durum. Kabul ediyorum. Bu duygu bizim oyunda da var. Ama belli bir ölçüde. İşin duygusal tarafına fazla ağırlık verirsek soğuk kanlı bir analizden uzaklaşma ihtimali doğuyor. Sürgündeki yazar Ece Temelkuran’ın bir programda ifade ettiği gibi “mesele biraz abartılıyor”.

Nasıl yani?

Doktorların göçü mesela. Ülkede doktor kalmayacak ekseninde tartışılınca absürt bir hal alıyor. Bu ülkede pek çok tıp fakültesi var. İktidar buna güveniyor. Tabiri caizse giden gitsin ama kökü bende değil mi diye bakıyor. Doktor göçü ile sağlık konusunda deneyim ve nitelik kaybı olacak, kesin. Ama mahvolduk, bittik görüşleri gerçeği yansıtmıyor. Zaten bu mahvolduk bittik edebiyatıyla muhalefet de inandırıcılık yitimi yaşıyor. İktidar yanlısı bir vatandaş da “e hani batacaktık batmadık” deyip çıkıveriyor işin içinden.

Şu cümleyi İbrahim Sirkeci’den de etkilenerek çok kurduk oyun süreci boyunca: Göç marjinal bir eylemdir. Dünya genelinde uluslararası göç oranı %3.. Dünya genelinde! Yani evet büyük bir göç dalgası yaşadık, yaşıyoruz. Ancak çoğunluk yerinden kımıldamayacak. Oyun tam da bu çoğunluk tarafını anlatıyor işte.

Oyuna masa başında malzeme üretirken en başta arkadaş sohbetlerinden ve ekşi sözlükteki “Türkiye’den S.tir Olup Gitmek” başlığından oldukça faydalandık. Son baktığımda iki bin sayfayı geçmişti… Gerçi bu yasaklı siteye VPN’le girmek de yine aynı başlıkta bir entry konusu değil mi?

Evrim Kuran’ın “Onlar Göçtü Buradan” başlıklı kısa bir makale/kitabı çıkmıştı. O da bu konuda yapılmış araştırmaları ve teorik çerçeveyi özetlemesi anlamında önemli bir eser. Bir de dijital göçmenlere dikkat çekiyor. Hani “orada” kazanıp “burada” yaşayanalar… Şafak Salda’nın Youtube mecrasında paylaştığı Göç Hikayeleri de zengin bir malzeme barındırıyor. Bahar Çuhadar’ın gidenlerin deneyimlerini paylaştığı “Yeni Ülke Yeni Hayat’ı” var bir de… Bu kitap da gidenlerin söylemlerine dair geniş bir içeriğe sahip.   

Kültür Bakanlığı’na Karşı Hukuki Mücadele

Son Çağrı, Kültür Bakanlığı Özel Tiyatrolar Destek Fonu’ndan yararlandı mı?

Başvurduk ve yine herhangi bir sebep göstermeden destekten faydalanamadık. Ve yine Kültür Bakanlığı’na karşı davamızı açtık. Ama süreç içerisinde şu söze ulaştık: “Dava açtığınız için destek alamıyorsunuz.”

“Nasıl yani? Biz mesnetsiz bir şekilde destek almaya layık görülmediğimiz için size dava açmıştık?”

“Yok, siz dava açtığınız için destek alamadınız…”

Kafkaesk bir cevap olmuş…

Valla memlekette öyle absürtlükler yaşanıyor ki, çok konuda Kafka’nın da mezarında hayretler içerisinde kaldığını düşünüyorum. 

Kültür Bakanlığı’na karşı açtığınız başka davalarınız da var? 

2014’ten beri çıkardığımız oyunlar seyirci beğenisine sahip olurken Kültür Bakanlığı desteğe değer görmedi. Biz de hepsi için davalar açtık. Çoğunu kazandık. Mahkeme kararlarına karşın KB kararların gereğini yerine getirmedi. Hatta bir davamızı Anayasa Mahkemesi’ne taşıdık. Bu arada Kültür Bakanlığı’nın pandemiye has hazırladığı farklı başlıktaki desteklerden faydalandık. Ama bakanlığın bize uyguladığı Özel Tiyatrolar bağlamındaki kara liste politikası devam ediyor. Biz de hukuki mücadelemize devam ediyoruz.

Son Çağrı’yı hangi sahnelerde izleyebiliriz?

Şu an için en yakın tarih 28 Nisan Sahne Pulcherie, 12 Mayıs Cuma, Boğaziçi Üniversitesi Demir Demirgil Salonu’nda…

Paylaş.

Yanıtla