Lena, Leylâ ve Diğerleri Üzerine Notlar

Pinterest LinkedIn Tumblr +

[Banu Gümüştüs’ün mikroscope’da yayımlanan yazısını okurlarımızla paylaşıyoruz.]

“Bir baktım yokmuşum. – Bakmaz gözlerin bahşettiği-Saydamlıkta – Görünmez olmuşum – Saçlarımı yeller almış – Yerçekimsiz bedenim – Salınmış boşlukta” Karin Karakaşlı (Palamar adlı şiirinden)

Seyircileriz… Biletlerin üzerindeki yerlerimizi aldığımızda sade bir oda dekoru karşılıyor hepimizi. Nerede bir oda olduğunu kararan sahnenin loş aydınlığı ile oyun başlayınca anlıyoruz. İçimiz biraz üşüyor. İçimizi ısıtmak için sessizce ve usulca kendimize sarılıyoruz. Kahramanımız matruşka bebeklerle şarkı söylüyor ilkin. Bu mekânın hastane odası olduğunu anladığımız an, nefesler biraz buz kesiyor.

“Kim bilir kaç kişi senin öykünde kendi öyküsünden bir parça bulacaktır. Kaç kişinin yüreği senin için çarpacaktır. Paylaş onlarla…” Doktorun önerisi bu sözler. Kahramanımız gözlerimizin içine bakarak söylüyor bu cümleleri. Ağzından çıkanları sadece kulaklarımız değil, en derinlere kadar içimiz işitiyor.

Tek kişilik ve tek perdelik bir oyun bu. Bir oyuncunun tek kişilik sınavı. Yaşadığı her anı bize de yaşatacak. Bütün dikkatimiz onda ve ağzından çıkan cümlelerde. O da anlatıyor bize, oyun içinde öyküsünü hiç sakınmadan anlatan bir kadın. Önce adı değişiyor buralara gelince, yaşamı. Başlangıçta hiç bilmediği bir dilde yalnızlaşıyor, sonra sular seller gibi öğreniyor bu dili ve sözlüğünü bile kendi oluşturuyor.… Lena, Leyla’ya dönüşürken yaşadığı çevreden öğrendiği bu dille bir sözlük yapar kendine A’dan Z’ye… Bu kişisel yolculuğunu da çok incelikli gözler önüne seren sözlük, kültürel çarpışmanın ve enkazın altında kalmanın da ete kemiğe bürünmüş hali…

Mesela ‘alın yazısı.’ Geldiği ülkede üniversitede hem de sosyoloji okumuş bir kadının, bu coğrafyada büyük bir şehrin görece büyük bir köşesinde penceresinden sadece gri duvarların göründüğü bir eve kapanması ile o ülkede yaşanan felaketler arasında seçim yapmak zorunda kalışı, bir başka şiddet türünü de yaşatıyor içimizde işte… Bizden uzak olması o şiddetten etkilenmediğimiz anlamına gelmiyor elbette. Toplumun hemen her açıdan yaşadığı ve çıkmaza varan her sorunu ‘şiddet’ olarak yansıtması, en çok da kadına, çocuğa ve doğaya yönlendirmesi bu oyunun her anında yeniden ve yeniden nakşediliyor muhtemel uyuyakalmış benliklere de ‘alın yazısı’ deyip üzerini sıvayla örtmek seçiliyor çoğunca…

‘dil’… “Dil canlıdır, seni alır götürür, istemediğin sözcükler bir anda çıkar ağzından… Cezalandırılırsın”. O sözcükler hele de eyleme dönüverirse işte bir kadın olarak hem de ne cezalandırılmak. Hastane odası ödül gibi bile gelir.

‘el alem’ deyince bir cümle de çıkıveriyor Leyla’nın ağzından: “Eşek kadar kulakları vardır el alemin’. Çünkü hemen her köşesinde bu coğrafyanın ‘dedikodu’ vardır ve dedikodu hep kadın üzerinden işler. Şiddetin bir başka türü de hep dedikodu üzerinden kadına yönelir. Baskı, bin bir çeşit hâl olur.

‘oğul’ da vardır bu kişisel sözlükte. Ve, “Oğullarım benim varlık nedenim” der, evli ve iki oğlu olan Leyla. Onları muhtemel mahalle baskısının bir kısmından kurtaran olarak görür, bilir. Hastane odasında yaşadıklarını anlatırken büyük oğlundan umutludur en çok. Onun ikisini de kurtaracağını, kurtarmayı seçeceğini bilir. Güvenir büyük oğluna. Onu Leyla doğurmuşsa da Lena’nın da oğludur.

“Sıfırdan başlamalıymışım. Başkasının yaşamını değil; kendi yaşamımı yaşamalıymışım. Lena’yı da Leylâ’yı da, Leyna’yı da unutmalıymışım. Geleceğe bakmalıymışım, geleceğe…”

Kendine özgü ve bir o kadar da farkı iki coğrafyanın insanı anlatılır bu oyunda… Oyun olmayacak kadar gerçek duygularla… Leyla’dan dinler, Leyla’yı izleriz. Lena’yı tanır, Leyna’ya yolculuğa tanık oluruz. Her bir replikte öykünün başka bir yanından aslında kendimize bakarız da üşürüz biraz daha. Bu coğrafyada da ‘aydınlık’ farklı açılardan girer içerimize…

Evde kadın, sokakta kadın, anne kadın, iş yerinde kadın, eğlenilecek kadın, evlenilecek kadın, dedikodunun tam merkezinde kadın, her şartta şiddetin nesnesi kadın, karanlığın içinde kendi ışığını bulmaya çalışan kadın… “Hiçbir acı kaybolmaz yaşamda, biraz itilir, unutulur. Sonra yine geri gelir, kıskıvrak yakalayıverir seni, hem de hiç, hiç beklemediğin bir anda…” Bu oyunda, Filiz Demiralp’in çok başarılı oyunuyla ve o hastane odasında ona yarenlik eden Matruşka bebekleri gibi iç içe geçmiş, tüm hikâyeler artık bize emanettir.  ‘Annemin Lena’sıyım ben…” cümlesi artık bizimdir. Biz kimiz peki?…

Bir kadının seçimi ne olursa olsun, koptuğu ya da koparıldığı yerlere özlemi de vardır. Bazen dillendirilmez bu özlem ya da inatla susturulur. “Uzaktayken oradan gelen her mektubun içindeki çığlığı duyarım, hüznü, acıyı duyarım. Daha mektubu açmadan kulaklarım uğuldamaya başlar… “Sadece yaşadığı coğrafyada değil, özlediği yerlerde de acı vardır, hüzün kol gezer, ölüm en acı haliyle tutar çeker yakasından insanı. Ve kadın bunlara da göğüs gerer.

O Matruşka bebekler, her neredeyse kadın, o dilde içine içine ağlar. Işık söner, sessizlik daha ağır iner salona…

Devlet Tiyatroları İstanbul 2. Uluslararası Kadın Oyun Yazarları Tiyatro Festivali’nde sahne alan bir oyun, Lena, Leylâ ve Diğerleri… Zehra İpşiroğlu yazmış, Ayşen İnci yönetmeni. Oyuncu, Filiz Demiralp… Dekor tasarımını Özlem Karabay, dekor tasarımını Nalan Türkoğlu, ışık tasarımını Çetin Atay yapmış. Yönetmen yardımcılığını İsmail Tütüncü’nün üstlendiği bu oyunun müziği Sibel Algan tarafından yapılmış. Oyuncu Filiz Demiralp’in bu başarılı performansını tüm ekibin uyumunun desteklediği çok açık bir şekilde görülüyor. Bu oyun, izleyenleri soluksuz bırakıyor. Tüm ekibe, izleyenlere ve izleyecek olanlara bir alkış da bizden…

microscope

Paylaş.

Yanıtla