Şirin Pancaroğlu’ndan ‘Yeni’ Bir İlk Daha: ‘Elişi’

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Üstün Akmen

Ünlü arp sanatçımız Şirin Pancaroğlu, bu kere de bir diğer arpçı (öğrencisi) Meriç Dönük’ün ve Jarrod Cagwin’in vurmalı çalgı desteğini yanına alarak türkülerimizi yorumlamış, ortaya “Elişi” başlıklı albüm çıkmış.

“Elişi”nde türküler yer almakta. Pancaroğlu, klasik batı müziği çalışmış insanların konuları dışına taştıklarında düşebilecekleri tuzakları bir bir ayıklayarak çalışmış, enstrümanını Anadolu’nun müzik geleneğiyle buluşturmuş. Özünde vokal olan türküleri arp için aranje ederken, ezgilerin ritmik soluğundan bir nebze olsun ödün vermemiş. Türkülerin girift melodi düzenlerinin aralarına çağdaş tınılar eklemiş.

Ünlü Olmak, Ünlenmek

The Washington Post gazetesinde 1993 yılında “milli servet” ve “uluslararası ölçekte büyük bir yetenek” olarak nitelendirilen arpçı Şirin Pancaroğlu’nun bu son albümünü (Kalan Müzik-Haziran 2011) dinlerken, Pancaroğlu’nun parıltısını ve ünlü olmayı/olabilmeyi düşündüm. Biz sıradanlar da, dünyaya aynı tantana içinde gelmez miyiz? Analarımız, babalarımız büyüyünce kahramanlar gibi dağları denizleri titreteceğimize kendilerini peşinen inandırmazlar mı? Gün be gün, nasıl ünlü olacağımızı için için hesaplamazlar mı? Oysa genç akıl, büyük yetenek ve çalışmaktır esas olan yaşamda. Daha ilk gençliğimde anladım ki, ancak onlar (yani Şirin Pancaroğlu gibi olanlar) dört yanımızı saran temiz sulara, çirkefe ve sonsuz topraklara korkusuz bakmaktadırlar.

Kimbilir Kaç Hayal Uçup Gitmiştir

Şirin Pancaroğlu ve Meriç Dönük’ün parmakları, türkülerin kimi marş vuruculuğundaki direngen allegro sınırlarında ilerlerken, Pancaroğlu’nun gencecik sanat serüveninde kim bilir kaç ışığın kırıldığını, kaç hayalin uçup gittiğini ve üzüntü, sıkıntı “haz” duygusunun kim bilir kaç kez birbirleriyle çılgıncasına çarpıştıklarını düşündüm. Hatay yöresinden “Gül Kuruttum”u dinlerken, doğanın düşünceye dalarak ve de sanatçının önünde diz çökerek: “Sen bana yaşam, sen bana şan, sen bana yıldızsın” diye inlediğini düşledim.

Doğa, sanatçının kölesiydi.

Bu düşümü sevdim.

Tanrının Al Oluşu

Sonrasında bir Sinop türküsü: “Tin Tin, Tini Mini Hanım”. Arpların tellerinde üretilen simetrik olmayan tek sesli tema, daha sonra ayrıntılı bir biçimde duyuldu. Düşlemekte olduklarımın yüksek gururu yukarı tırmandı, kendisini seçen tanrıyı korkusuzca alt etti. Yukarıdan aşağı inen haykırış, ölüm karşısında o kadar büyüktü ki, gücümüze güç kattı. Afyon türküsü “Al Fadimem”in introsunun akıcı temposundan sonra solistlere Dilek Türkan’ın güzelim vokali de katıldı.

Başa Dönmemek Mümkün Değil

Sonra, albümü “sil baştan” dinlemeye başladım. Bir Manisa türküsü olan “Kırmızı Buğday”da Şirin Pancaroğlu’nun kendi alımlamasında bulduğu heyecanı paylaşmak kadar, arpın çok renkli dilini de yansıttığını sezinledim. İskeçe’den “Bahçelerde Börülce”, Silifke’den “Başına Bağlamış Astar”, Sultan Abdülaziz’in bestesi “Hicaz Mandira”, Kayseri yöresinden “Aşlamayı Aşladım”, sonrasında Azeri kemençenin de katılımıyla Abdullah Qurbani’nin “Şenlik Dansı”.

Ortaya Saçılan Pırlanta Işıklar

Albümü bir değil birkaç kez dinledim. Bütün parçalarda Pancaroğlu ve Dönük, değişik roller üstlendi, iş virtüöziteye kalınca partiler berraklaştı, yapıt düşünme gücümü yırttı, kafama vurdu, beynimde şimşekler çaktı ve içimi dağladı. Ezgilerin, pırlanta ışıklar saçarak sessizce birleştiklerini duyumsadım.

Parıltı ve ün, haz ve ıstırap, rüya ve ölüm…

Ben bu işin gizini, gizemini çözmüş olmanın mutluluğunu “Elişi”ni dinlerken yaşadım.


Biliniz Ki, Can Yücel’in Soluğu Ensenizden Ayrılmayacak

AKP İlçe Başkanı hedef gösterdi, 12 yıl önce kaybettiğimiz Can Yücel’in mezarını yıktılar.
Bağışlanamayacak bir vahşet, lanetlenecek bir hakaret, azim bir Vandallık bu!

Diğer taraftan, mezarı yapan övüncümüz heykeltıraş Mehmet Aksoy’a indirilen ikinci darbe.

Sizi gidi emek suiistimalcileri, saygısızlar, Vandallar sizi…

Can Yücel’in mezarının yıkılması olayı çağdışılığın, vahşiliğin ve ilkelliğin göbek adıdır.

Ve bu din bezirgânı her kimse, derhal yakalanmalıdır.

Bağnaz falan değil, tam anlamıyla yobaz ve faşist bir ülkede yaşıyoruz, onurumuzu sürekli hiçe sayıyoruz, ama enseyi asla karartmıyoruz.

Enseyi karartmıyoruz tamam da; kendi kültürümüzün, kendi değerlerimizin yıkılmasına ne yazık ki engel olamıyoruz.

Uyuyoruz.

Örgütlenemiyoruz.

Derin uykumuzdan bir türlü uyanamıyoruz.


Polis Baskınları

İşçi Partisi, Ulusal Kanal ve Aydınlık Gazetesi’nin polis tarafından basılması ve aranması; İşçi Partisi genel başkan yardımcıları ile Ulusal Kanal Genel Müdürü’nün de evlerinin aranması, hiç kuşkum yok ki yayın organlarını ve partilileri suçun merkeziymiş gibi göstermek anlamına gelmekte. Arama gerekçesi şayet söylendiği gibi Recep Tayyip Erdoğan-Mehmet Ali Talat, Burhan Kuzu, Melih Gökçek görüşmelerinin deşifre edilmesi ise durum bu kere gene trajikomik. Ülkede barış ve birlik olmanın çözümü tartışılır ve bu yönde arayışlar sürerken, devletin günümüzde vaka-i adiyeden sayılabilecek bu tür olayların üstüne böylesine tahammülsüzlük ve sertlikle gitmesini demokrasi açısından fevkalade olumsuz bir gelişme olarak yorumluyorum.
Çözüm mü üretilmek isteniyor yoksa kaos mu?

Diğer taraftan, devlete olan güvenimizin günbegün kaybolmasına üzülüyorum ve geleceğimizden korkuyorum.


Kendi Himmete Muhtaç Bir Dede, Kime Himmet Ede

Son 60 yılın en büyük kuraklığının yaşadığı, nüfusunun üçte birinin açlıkla boğuştuğu ve her gün onlarca çocuğun öldüğü Somali’ye, hükümet edenlerimiz “mübarek” yardım ellerini uzattılar.

Devletin atıl parası varsa neden olmasın? Varsın “ellerini” uzatsınlar.

Gel gelelim, 4 kişilik bir ailenin mart ayındaki yoksulluk sınırı 2834 Türk Lirasına, açlık sınırı ise 871 Türk Lirasına çıkmışken; işsizlik oranı mayısta yüzde 9,4 olarak saptanmışken, güneydoğuda insanlar bir somun ekmeğe muhtaçken, bence bu yiğitliği dünyanın her yerindeki halklar “siyasal show” olarak yorumlar.

Nitekim Başbakan’ın bu siyasal gösteriyi onca Unicef Elçisi sanatçımız varken, UNİCEF Türkiye Milli Komitesi Başkanı Prof. Dr. Talat Sait Halman dururken yanına şarkıcı Ajda Pekkan ile Sertab Erener’i ve türkücü Nihat Doğan’ı alarak süslemesi bu konudaki kanımı bal gibi doğrular.

Diğer taraftan, işçisine zam yaparken kırk dereden su getiren, kılları kırk yaran anlı şanlı iş adamlarımızın da Başbakanları buyurunca milyon liraları Somali’ye su gibi akıtmaları hayli dikkat çekici, dikkat çekici olduğu kadar da utanç vericidir.

Hele hele, Başbakan’a: “… muhteşem vizyonunuzla önümüzü açıyorsunuz, sizin için hayatımı vermeye hazırım” diyen Ajda Pekkan’ın felaketi yaşayan süslü püslü giysiler giymiş Somalililerin “gönülsüz” danslarına hoppala zıppala eşlik etmesi, Sertab Erener’in “zorla” türkü çığırttırılan “karınları tok sırları” pek oldukları anlaşılan kadınlara “dip daba dubab” diye vokal yapması ayıp ötesidir.

Siyaset!

Yahu bu meslek; bu kadar mı ucuz, bu denli mi yakışıksız, böylesine mi vicdansız bir meslektir?


Çeşme’nin Alaçatısı…

Çeşme’de bir fırtına bir fırtına…

Gerçekten de rüzgâr, insanın içindeki tüm hırs ve harislikleri siliyor. Bu gerçeği, Çeşme ilçesinin Alaçatı beldesinde rüzgârın karşısında ayakta dimdik dururken bir kez daha anladım.

Hem bu gerçeği anladım, hem de bunca yaştan sonra rüzgâra güvenimi Alaçatı’da keşfettim. Alaçatı’da rüzgâr, hâlâ adını koyamadığım bir ıslık türü gibiydi. Rüzgâr Alaçatı’da insanın, hayvanın, börtü böceğin tenini; ağaçların, bitkilerin kabuğunu, dalını değeri kadar okşayan yumuşacık bir eldi sanki. Alaçatı, rüzgârın tanrılarla adeta eşleştiği bir yerdi.

Zaten, Yunan mitolojisine göre, Alaçatı rüzgâr tanrısının yaşadığı bölgeymiş. Şimdilerde (ben pek anlamıyorum, ama) Alaçatı sahili bir yandan rüzgârla denizde dans edip, diğer yandan dalgalarla savrulanların, yani sörfçülerin birinci adresi olmuş. Günümüzde sörfçüler açısından, Avrupa’nın üç önemli parkurundan biri sayılmaktaymış. Benim gözlerimle tanık olup inandığım gerçek, sörfçülerin denizin üstünde kelebek gibi rengârenk uçuşuşlarının, Alaçatı’nın ilginç coğrafyasına, mimarisine, havayı kulaçlayan yel değirmenlerine, yetişen ürünlerine, butik otellerine, bakir plajlarına simge oluşu.

Adı, Anadolu Selçukluları’na özgü, üstü konik, yanları karaçam ve kayın ağacından yapılan “Alacık” çadırlarından ya da yine Selçukluların ünlü “Alaca” atlarından geldiği sanılan Alaçat’tan gelişen Alaçatı’nın bilinen tarihi, 1850’ye dek gitmekte olup, sonra tıkanıyormuş. Epeyi araştırdım, dolayısıyla iyi biliyorum, o tarihlerde, sıtmaya neden olan bataklığın kurutulmasını buyuran sadrazam, bu iş için adalardan Rum işçiler getirtmiş. Gelen Rumlar, büyük toprak sahibi Türklerin verdiği arazilerde bağcılığı geliştirmişler; sonrasında geri dönmemişler. Alaçatı Limanı’nda üzüm işleme tesisleri kurulmuş. 1924 yılında ise, mübadele ile Selanik göçmenleri çıkagelmiş Alaçatı’ya. Yeni gelenler, bölgedeki bağcılık tarımını bilmedikleri için tütün işine dalmışlar.

Alaçatı’nın mimari dokusu gerçekten de büyüleyici güzellikte. “Alaçatı Taşı” denilen ponza taşı görünümlü kesme taşlardan yapılan evler, kışın sıcak, yazın da serin tutma özelliğine sahip. Çürük bir taş sayılmasına karşın, havanın karbondioksiti ile birleşince, kalker oluşturup filtre görevi yaparmış bu taşlar, işin bu tarafını ben de yeni öğrendim. Beldenin zemini de, yer yer bu taşlarla kaplı. Yerleşime açılmasına rağmen, tarihi dokusunu bugüne dek koruyabilen Alaçatı’yı; cumbalı eski evleri, yel değirmenleri, parke kaplı dar sokakları; Boşnak, Arnavut ve Selanik göçmeni güler yüzlü halkıyla her yıl daha da çok seviyorum.

Ne yapayım?

Orada soluk almaktan ayrı bir zevk alıyorum.

Evrensel

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Üstün Akmen

Yanıtla