Sessizlik: Ortaçağ Karanlığında Bastırılmış Kimliklerimiz

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Sefa Babutcu

Önceleri, çok önceleri daha Osmanlı Devleti ayaktayken, haçlı seferleri olurken, kilise “Tanrı için vurun aslanlarım” derken Coğrafi Keşifler yapılmaya başlanmış. Coğrafi Keşiflerle birlikte Avrupa kendi ticari yaşamını biraz rahatlattıktan sonra Sanayi Devrimleri, Fransız İhtilal’i, Rönesans ve Reformla Orta çağ karanlığı aşılmış ve kilisenin çürük inancı ve kralların etkisi aklın ve bilimin önderliğinde yerle bir olmuş. Orta çağ ve sonrası Niccolo Machiavelli’nin “toplumun huzuru için bazen tepeleyen bazen de okşayarak seven bir iktidar olması gerekir” anlayışı etkisindeymiş.

Bu anlattığım masal gibi mi geldi? Hala günümüzde yaşananların, Ortaçağ karanlığını aratmayacak cinsten olduğunu görünce bilimin ve aklın üstün gelmesi tabi ki bir masala dönüşüyor. Dünyaya bakıldığında nasıl da kısır bir döngü içerisinde olduğumuzu görüyoruz.

Bütün bunlar olup biterken Martin Luther King, çok sayıda bilim adamı ve sanatçı Tanrı’yı gökyüzünden yeryüzüne indirdiler. Tanrı artık aramızda dolaşıyordu. Tanrı’yla karşı komşuyduk ve giderek sekülerleşen dünyada Tanrı’nın koltuğunda insan oturmaya başlamıştı. Zamanla yeryüzünde de barındırılamayan Tanrı için çok sonraları Friedrich Nietszche “Tanrı öldü” diyordu. Ardından da soruyordu, “Tanrıyı da öldürdük, peki şimdi ne yapacağız?” Bunlar olup biterken insan kimlikleri sürekli değişiyor, bastırdığımız inançlarımız, düşüncelerimiz korkularımız bir kabus gibi üstümüze çöküyordu.

Melih Korukçu’nun dramaturgluğunu yaptığı Moira Buffini’nin Silence (Sessizlik) oyununu, Ortaçağ karanlığını anlatan bir kara komedi olarak Devlet Tiyatrosu Mehmet Birkiye’nin yönetmenliğinde sahneliyor.

Oyunun başlamadan önce duyulan müzik, dönemin ruhuna uygun bir şekilde biraz karanlık biraz da içsel bir yolculuğa çıkarıyordu. Sahnenin önünde sandıklar ve tabela şeklinde dekor bulunuyordu. Oyun başladığında sahnede bulunan tabela şeklindeki dekorlar yerlerde sürünerek hemen sahnenin arkasına yönlendiriyorlardı. Hemen ardından sahnede Ymma’nın sürgüne yollanarak Combria Lordu Slience’le zorla evlendirileceğini öğreniyorduk. Ardından Ymma’nın kustuğu sahneler görülüyordu. Ymma ve yardımcısı yola çıkacakları zaman arkalarından sandıkları sırtlarında taşıyan köleler sahnenin etrafında döndükçe tiyatral bir hava yakalanıyordu. Silence evlenmeden hemen önce Papaz’dan akıl almaya gider. Başından geçen bir olayı anlatır. Kendi cinselliğinin farkında olmadan “bacak arasındaki şey”i sorar ki papaz utanmaya başlar. Konuşmamak için kendisini zorlar ama ilgisini de çeker. Konuşamaz, çünkü inancıyla cinselliği bastırmıştır ve günah olduğunu düşünür. Papazın gülünçlüğünü gördükten sonra Silence’ın Ymma ile tanıştığı sahneye geçeriz. ilk anda, Silence’nin bir çocuk olduğunu gören Ymma sinir krizlerine girerken Silence “ben on dört yaşımdayım çocuk değilim” diyerek kendi acizliğini ironik bir dille vurgular. Gerdek gecesinde Slience’in kız olduğunu anlayan Ymma, onunla dalga geçer, fakat Silence hala erkek olduğunu iddia eder. Yıllardır kendisini erkek olarak tanımlayan Silence kendisinin kız olduğunu kabullenemeyecektir. Ymma ona “kendinin daha ne olduğunu bilmiyor musun” diye sorduğunda Silence’nin verdiği cevap içler acısıdır. “Bana erkek olduğum söylendi” diyen Silence bize bir kimliğin başkaları tarafından nasıl da oluşturulduğunu apaçık gösteriyordu. Kimliklerimiz bize sunuluş biçimiyle oluşuyordu ve Silence bunun farkında bile değildi. Kız olduğunu bilmeyen Silence, Ymma’nın yardımıyla erkek olarak iktidarını sürdürmek ister. Bu evlilikten hemen sonra Kral’ın da Ymma’ya olan aşkına şahit oluruz ve onu elde edebilmek için her şeyi yapacağını anlarız. Ymma, Silence ve papaz ve Ymma’nın yardımcısı kızında olduğu bir yolculuğa çıkarlar. Kız olduğunun farkındalığına başkasının yardımıyla varan Silence o kimliğe bürünmeye başlayacak ve o yolculukta Kral’ın korumasına aşık olacaktır. Fakat bunu bir türlü ifade edemeyecek, karısı olan Ymma’ya da kocalık yapamayacaktır. Arafta kalan Silence, derdini “kadına koca olamıyorum, adama kadın olamıyorum” diyerek kara bir komediyle dillendirecektir. Ymma, Silence’ye karşı ilgi duyacak ve eşcinsel bir yaklaşım meydana gelecektir. Bu eşcinsel yaklaşımın “Silence’nin karısı olmak” düşüncesinden çıkması, yine kendisine sunulan kimliğe uygun davranmasıyla ilgili olduğunu görüyoruz. Kral’ın koruması da Ymma’ya ilgi duyacaktır. Papazın başından beri çok sinik, korkak olması, inancıyla çelişen ve sosyal statüsünün gereği gibi davranmaya çalışması da yine kimlik sorgulaması için kapı aralıyordu. Kral’ın korumasının yaptığı hakikat mantarlı güvecin yenmesiyle karakterlerimizin içlerindeki bastırılmışlık ortaya çıkıyor ve hiç olmadıkları şeyleri yapmaya çalışıyorlardı. Papaz Tanrı’nın varlığını sorgulamaya başlıyor, hayatın tadını çıkarmak üzerine kurulu bir dünya düzeni istiyordu. Silence kendi isteklerine boyun eğiyor ve kralın korumasına aşkını ilan ediyordu. İçlerinde bastırılan ne varsa ortaya çıkıyor ve iyi ya da kötü gerçek kimliğin inşası için fırsat tanınıyordu.

Funda Eryiğit’in Silence’ı oynarken rolü gereği hem erkek hem de kız olarak sahnede seyir zevkimizi üst düzeye çekerken seyirciler sürekli alkışlıyordu. Bahsetmeden geçilmeyecek olan bir şey varsa, oyunun sonlarına doğru kadın elbisesiyle çıkan Silence’ın yıllardır erkek gibi yürüyen haliyle sahnede olmasıydı. Funda Eryiğit bunu bize göstererek üzerimize yapışan kimliklerimizin bizi ne hale getirdiğini anlatıyordu.

Bu sağlam metnin yorumlanması elbette sahnelemeye bağlıydı ve sahnelemenin ne denli güzel olduğunu da dekorun ve ışığın metne hizmet eden ana unsur olmasından anlıyorduk. Kral’ın yatak sahnesi, İsa’nın Haç’a gerilme ve papazın bu sahnede evliliği kutsama sahnesi gibi sahneler oluşurken dekorlar yerlerde sürünen köleler tarafından sürükleniyor, hem sahnelemeye yardımcı oluyor, hem de o köleler ezilen ilişkisini temsil ediyordu. Sahneler arası geçişler çok hızlı olabiliyor ve böylece seyircinin dikkatinin dağılması önleniyordu. İsa’nın Haç’ta olan sahneleri için İsa bazen sonradan geliyor kendisi Haç’a geriliyor, bazen Haç’ını kendisi getiriyordu. Bu absürd durum, yapılan eylemi sorgulatıyor ve epik tiyatrodan yararlanarak seyirci arasında bir mesafe oluşturuyordu. Yapılan eylem çürümüş inancın suniliğini, kendi yarattıkları bir dünyanın içine hapsolmuşluğu simgeliyordu.

Sahnedeki dekor sayesinde yukarıya çıkan oyuncular yukarıdan şişeden sahneye su damlatıyor ve bir yağmur havası oluşturuluyordu. Aynı yöntemle bir ağaç yaprağı iple aşağıya sarkıtılıyor ve papaz bunu alıp yorumlarda bulunuyordu. Yaprağın veya yağmurun yapay olduğunu gördüğümüzde, bize düşense yaşadığımız dünyanın gerçekliğini sorgulamaktı.

Daha gözden kaçırdığımız, alt metin okuması yapamadığımız bir sürü şey vardır, bu kadar iyi bir oyunun Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenmesi Türk Tiyatrosu’na eminim ki onlarca seyirci de kazandıracaktır.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Sefa Babutcu

Yanıtla