Tutku Yok Edilebilir, Ama Asla Yaratılamaz: “Küheylan”…

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Üstün Akmen

Karakterinin oturmaya başladığı, çok erken ve hassas bir dönemde, farklı toplumsal görüşlere sahip anne ve babasının arasında kalan 17 yaşında bir İngiliz genci. Tutkularının esiri. Altı atın gözünü kör etmiş. Gencin adı Alan Strang (Fatih Sevdi). Doktor Martin Dysart (Ufuk Aşar) tıpkı bir dedektif gibi iz sürerek onu kurtarmaya çalışıyor. O izini sürerken, anne Dora Strang (Zeliha Çetinkaya) ve baba Frank Strang (İbrahim Şahin) arasındaki değer yargısı farklılıkları, bu farklılıkların bir çocuğu yetiştirmekteki önemi sorgulanıyor. Ve bununla da kalınmayarak toplumdaki sosyal-siyasal-dini değer yargılarının bir insana neler yaptırabileceği ve insanların bu baskılar sonucu çevresini ve kendi doğasını nasıl tahrip edebileceği tiyatronun aynasından gösteriliyor.

Dr.Dysart için sırrı çözmek, bu çocuğu psikanaliz yöntemiyle iyileştirmek, onu “normal” hale getirmek demek. İyi de “normal” ne? Bir çocuğun tutkularını yok etmek midir doğru olan? Hayır! “Bir doktor, tutkuyu yok edebilir, ama bir tutkuyu asla yaratamaz” diye sesleniyor Dr.Dysart. Arada: “Kim kimi tedavi etmekte” diye de soruyor kendi kendine.

İlk kez 1973 yılında Londra’da sahnelenen, ülkemizde de profesyonel anlamda önce Cüneyt Gökçer, sonra da Şakir Gürzumar rejileriyle seyircisiyle buluşan “Küheylan- Equus”, hiç kuşkusuz hâlâ güncelliğini koruyan bir oyun. Allahın her günü televizyonlardan dayatılan siyasetler adına, din adına, reyting adına, bu baskılarla kurulmuş bir toplumsal düzenin yanlışlarını bizlere sorgulatan ve böyle baskılarla büyütülmüş bir çocuğun kafasında neler yaratabileceğini, toplumsal gerçekçi bir eleştiri yaparak aktaran bir oyun.

Öyle bir oyun, ama sahnede kotarılması çok zor bir oyun. Oyunculuğu ustalık ve uzun çalışma gerektiren bir oyun. Sahneye taşınması hevesi bence biraz Donkişotluk, biraz şövalyelik, biraz da cengâverlik isteyen bir oyun. Bu açıdan hem Yönetmen Yunus Emre Bozdoğan, hem de Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Nejat Birecik kutlanmayı ikiye katlayarak hak ediyorlar. Sevgi Sanlı’nın güzel çevirisiyle Türk tiyatrosuna kazandırılan bu mükemmel oyun, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yapımı olarak sözün ağırlıkta olmadığı, sözle dramatik eylemin iç içe geçtiği bir tiyatro şöleni olarak seyirciye sunuluyor.

Anımsarsınız mutlaka, “Küheylan”ın ilk sahnelendiği yıllar tiyatro bir devinim ve değişim içindeydi. Peter Shaffer da eserinin içeriğini hayli yoğun sahne atraksiyonuyla bezemiş, o biçimiyle de sahneye koymuştu. Cüneyt Gökçer çalışması gerçekten çok üst düzey bir reji uygulamasıydı, ama daha çok gösteriye dayalı bir oyun çıkmıştı ortaya. Şakir Gürzumar ise sözü ön plana çekmiş, Türk seyircisine daha çok laf söyleyen bir hale getirmişti. Yönetmen Yunus Emre Bozdoğan çalışmasında tam da Peter Shaffer’in istediği doğrultuda çarpıcı teatral görüntülerle alışılmışın dışında bir duygusal etki yaratarak içine kapalı burjuva toplumunun eleştirisini öne almış. Öyküyü salt psikanaliz anlatıdan başarıyla soyutlamış. Her ne kadar Alan’ın dünyasıyla kendi dünyasını karşılaştırarak, kendisiyle hesaplaştığı bölümü hayli didaktik yorumlasa da, tiyatronun tüm olanaklarını zorlayarak gerçekten etkileyici bir çalışma gerçekleştirmiş. Atları koro olarak kullanarak tek boyutlu yorum kavşağını geçmiş. Atların devinimleriyle oyuna çarpıcı bir görsellik kazandırmış. Kum Ressamları Ramazan Yumrutepe ile Veysel Çelikdemir’in fevkalade başarılı çalışmalarıyla oyuna üçüncü bir boyut katmış. Ressamlar, desen çiziminde göz önünde bulundurulacak teknik ve kuralları çok iyi kullanmış. Kum üstüne çizdikleri düz çizgiler, yuvarlak (oval), spiral çizgiler birbirleriyle fevkalade uyumlu. Ressamların kuramsal denge bilgileri, ölçekleme, oran ve orantı, ışık, gölge, devinim, perspektif, anatomi bilgileri mükemmel. Kompozisyon, çizim ahengi, gövdenin kübist formları yanı sıra, geometrik sadeleştirilmiş hareketli fonksiyonlu figürlere kimlik ve devinim kazandırmaları bence her türlü takdirin üstünde değerlendirilmeli.

Yusuf Ziya Bozdoğan, belli bir tempoyu oyun boyunca yakalamış. Bu, elbette kutlanacak bir olgu. Metni birazcık makaslamayı düşünmemiş, oyunu iki buçuk saate yaymış, dolayısıyla yinelemelerden kaçamamış. Ha, bir de hani Antoine Vitez: “Sahne, ulusun dilinin ve jestlerinin laboratuarıdır” der ya Bozdoğan “Küheylan”ı sahnelerken bu görüşe hiç mi hiç itibar etmemiş. Oysa bana kalırsa bu görüşe katılabilir, bal gibi uygulayabilir, bu açıdan da başarıya ulaşabilirdi. Üstelik usta dramaturg Sündüs Haşar’ı da yanına yardımcı eylemiş. Acaba Sündüs Haşar’ın sözünü mü dinlememiş? Bilemem ki! Tiyatro demek sadece diyalogla monolog, iletişimle kakofoni, anlamla anlamsız arasındaki tartışma değil ki! Zengin retorik imge ve anlatımsal öğe zenginliğine hiç yer vermemiş. Seyirci kitlesine bütün olarak seslenen, izleyicilerin canları isterse alıp, istemezlerse bırakacakları olanağı dar bir birleşik uzam arayışı olarak ele almış. Neden? Anlamam! Oysa tiyatro, metni diyalog yoluyla uzama sokarak, bölerek oynama sanatı değil mi? Öyle mi, değil mi?

Oyuncuları da neden o denli yüksek sesle oynatmış, işin orasını da anlamam mümkün değil! Psikanalist öyle avaz avaz haykırarak, hatta sağ ayağını sinirden yere vurarak mı ikna eder hastasını? Baba doktora oğlunun tanık olduğu bir vakasını anlatırken neden bağırır? Dindar, sakin anne doktor ile konuşurken neden öyle sesinin son gücüyle gırtlağını yırtar, kimse alınmasın, ama anlamadım.

Cafer Yiğiter’in ışık tasarımı yer yer iyi, sahne tonlaması ve atmosferi sağlamış sağlamasına da, ikinci bölümde Dysart ile Bayan Strang’ın ikili tablosundaki o gölgeler ne yahu! Neyse! Fatih Veli Ölmez’in müziğine sözüm yok. Funda Çebi gene titiz mi titiz, incelikli mi incelikli kostümler tasarlamış. Çebi’nin kostümleri düşünsel işlemi de yerine getiriyor. Tüm kostümler anlamsal değer taşımakta. Behlül Dane Tor, dekorun bir oyunun gölgesi, röflesi, rengi, çeşnisi olduğunu bu oyunda da kanıtlıyor, Hareket düzenini “yaratan” Cihan Yöntem, doğrusu bir estetik harika yaratmış. Hareketlerin akımını ritim ile elde etmiş. Belirli ve düzenli hareketlerin birbirlerini izleyen gruplar halinde yapılması, izlenmesi duyumsanması oyuna bambaşka bir renk vermiş. Vücutların bu ritimlere yanıt vermesi, çevrinmeler ise renkleri “rengârenk” kılmış.

Oyuncuk genel anlamda iyi. Yunus Emre Bozdoğan, takım oyunculuğunu başarıyla sağlamış. Oyuncuların neredeyse tümü oyunculuğun ön plana çıkması için gerekli olan etkileyiciliğin bireysellikle gerçekleşmeyeceğini biliyor. Can verecekleri karakterleri iyi tanımalarını, grupsal uyumlarını, mekân kavramını bilinçle bilinçaltına yedirebilmelerini de sağlamış Bozdoğan. Gene de, oyuncuları tek tek gözlem altına almak gerekirse, Harry Dalton’da Onursal Yıldırım’a söz etmeyecek, onun yerine Yunus Emre Bozoğlu’na “atıfta” bulunacağım. Pek bilinen bir gerçek, kullanılacak sözcüklerin (konuya olan bağlantılarını kaçırmamak için) doğru seçilip, oyun öncesi çalışmalarda önlem alınarak “tedarik” etme olayıdır. Bu çalışma yapılmadığı takdirde, hem oyunculuk olumsuz yönde etkilenir, hem seyircinin oyuna uyumu yok edilmiş olur. Bozoğlu, sanırım Yıldırım’a bu gerçekten hiç söz etmemiş.

Diğer oyunculardan Yargıç Hester Salomon’da Emel Pala sahne üzerindeki olayları betimleme yeteneğine sahip bir oyuncu. Davranışlarını başarıyla duygularıyla bütünleştirebiliyor. Seda Güven Şahin Hemşire’de gerçekçiliği sembolize etmenin yoruma dayalı oyunculuk gerektirdiğinin fevkalade bilincinde iyi bir oyun veriyor. Baba’da İbrahim Şahin, oyunculuğunun sınırlarını pek zorlamıyor. Zeliha Çetinkaya, Dora’yı ciddiyetle algılayıp, karakterin ciddi yönlerine eğilmemiş. Uzun tiradını atarken iki eliyle tepsi tutar gibi jest ne öyle ayol! Atlar’da Koray Onur, Aytek Mete Elgün, Destan Batmaz, Bülent Baytar, Ahsen Gül Ever, Ferdi Yıldız gerçekten kusursuzlar ve disiplinlerinden dolayı ayrıca kutlanmayı hak ediyorlar. Jill’de Pınar Ünsal umut veriyor, eleştirmen merceği altına girmeyi hak ediyor.

Oyun boyunca, Fatih Sevdi Alan’e can verirken, Yunus Emre Bozdoğan keşke ona fiziksel biçimlendirmeyi de anlatsaydı ve de Aşar keşke yüz ifadelerini kullanmakta daha müsrif davransaydı diye düşündüm. Ama canlı, fiziksel ve psikolojik yönelimlerini başarıyla oluşturduğuna tanık olarak da mutlu oldum. Ufuk Aşar için: “Resmettiği karaktere uygun, içsel dürtülerle dolu olan asıl çevresinin ortasında olmaya çalışmalı,” dedim, gene de Doktor’u hakkını vererek canlandırdığını kendi kendime kabul ettirdim.

Oyundan sonra kendilerini göremedim, ama “Küheylan”ın kadrosundaki her bireyi “gıyaplarında” teker teker alınlarından öperek tebrik ettim.

Tiyatronline.com

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Üstün Akmen

Yanıtla