İzmir Devlet Tiyatrosu’ndan Ölüm Öpücüğü

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Bahar Akpınar

Kaplan! Kaplan!

Işıl ışıl yanan

Gecenin ormanlarında.

Hangi ölümsüz el ya da göz,

Senin biçiminin o korkunç düzenini kurabildi?

Yıldızlar mızraklarını aşağı atıp,
Gökyüzünü gözyaşlarıyla sulayınca,
Yarattığına bakıp gülümsedi mi?
Kuzuyu yaratan mı yarattı seni?[1]

Bu satırlar kendine özgü hayal dünyası olan William Blake’e ait. Yaşadığı çağda tuhaf karşılanan ancak günümüzde bir dahi olarak değerlendirilen ünlü İngiliz yazar bu satırlarında kaplana karşı duyduğu büyük korku ve hayranlığı,  kuzunun saflığı ve güçsüzlüğü ile dengeler. Ona göre kaplanın gücü ve korkunçluğu kaplan olması için ne kadar gerekliyse, kuzunun saflığı ve güçsüzlüğü de o denli gereklidir. İkisini de aynı ölümsüz el ya da göz tarafından yaratılmış olması bu gerekliliğin meşrulaştığı ortak noktadır. Blake’in, kaplanın akıl almaz korkunçluğunun oluşturduğu güzellik karşısında hem dehşete hem de hayranlığa kapılarak yazdığı bu şiir yirmi dizeden oluşur. Blake yirmi dizede tam onüç soru sorar.  Ancak bu soruların hiçbirini yanıtlamaz[1].

İzmir Devlet Tiyatrosu’nun bu sezon oynadığı, içinde Blake’in şiirinden alıntılar ve göndermelerin bolca olduğu Ölüm Öpücüğü de iki saat boyunca seyirciye sorular sorduran ama bu soruları yanıtlamayan bir oyun olarak yenilenen Konak Sahnesi’nde seyirci ile buluşuyor. Oyunun cevaplamadığı soruların bir kısmı oyunun yazarı Simon Williams’ın bir dedektiflik hikâyesi olarak tasarladığı oyunun kurgusundan, diğer kısmı yönetmen Tayfun Erarslan ile oyunun dekor ve kostüm tasarımcısı Savaş Çevirel’in, seyirci tarafından anlamlı kodlara açıklanamayan uygulanmalarından kaynaklanıyor. Oyunun yazarı Williams’ın cevapsız bıraktığı sorular polisiye bir oyun iddiası taşıyan Ölüm Öpücüğü için ne kadar gerekliyse, Erarslan ve Çevirel’in sahne üzerinde yanıtlayamadan bıraktıkları sorular o denli gereksiz. Williams’ın bir seri katilin bulunmasını konu alan kurgusunda bilinçli olarak aydınlatmayarak oyunu sürpriz bir sona götürmeyi amaçladığı anlaşılıyor. Ancak Erarslan ve Çevirel bu konuda Williams ile işbirliğine girmekten kaçınmış görünüyorlar. Sürprizlerin ortaya çıkabilmesinin olmazsa olmaz koşulu olan mevcut olana inanma hali, oyunun gelişimi içinde reji, oyunculuk ama özellikle abartılı dekor ve kostüm uygulamaları yüzünden büyük zarar görüyor. Devlet Tiyatrosu kataloğunda “şaşırtıcı bir gerilim” olarak tanıtılan Ölüm Öpücüğü insanı ‘geriyor’ ama şaşırtmıyor..

Oyunun konusu kısaca şöyle: Gizli Suçlar Soruşturma Masası’nın kriminal psikoloğu ile başmüfettişinin, Zoe Lang adında genç bir oyuncuyu kullanarak Cerrah adındaki seri katili yakalamak istemesi üzerine kurulu olan oyun, Lang’ın bu tehlikeli göreve ikna edilmesiyle başlar. Serim niteliğindeki bu bölümü Lang’ın, katil olduğu öne sürülen John Smith ile karşılaşması ve operasyon sırasında yalnız bırakıldığı için görevi bırakması izliyor. Zoe Lang’ın tekrar ikna edilip son bir operasyon için yeniden göreve dönmesiyle oyun kağıt üzerinde kalan sürpriz finale doğru tırmanıyor.

Ölüm Öpücüğü’nün dekor uygulamasında sahne yanlardan ve sahne gerisinden daraltılmış. Sahnenin seyircilere bakan bölümü bir karış genişliğindeki parlak metal jalûzilerle kapatılmış. Jalujizelerin arasından bir ofis görülüyor. Ancak gerek bu ofis kısmında, gerekse jalûzilerde kullanılan metal ışığı oldukça kuvvetli biçimde yansıtıyor. Kuvvetli sahne ışıkları altındaki bu tasarım gözü oldukça rahatsız eden parlamalara neden oluyor. Seyircinin parıltılar arasından gördüğü bu mekân, ‘Özel Gizli Suçlar Soruşturma Masası’na ait bir ofis. İzmir Devlet Tiyatrosu’nun geçen sezon sahnelediği, Rezervuar Köpekleri, ve Yollarda oyunlarında da kullandığı emektar plazma televizyon, bu younda da yerini almış. Ofisin arka duvarında asılı..

Oyunun ilk beş dakikası kapalı jalûziler arkasında, Cemalettin Çekmece’nin canlandırdığı kriminal psikolog Bernard ile Hande Kılıç’ın oynadığı genç oyuncu Zoe Lang arasında geçiyor. Seyircinin jalûzi arkasından seyrettiği bu bölüm gerek göz alıcı parlaklığı, gerekse doğru düzgün görememenin getirdiği huzursuzlukla başlıyor. Beş dakika boyunca süren bu huzursuzluk, seyirci kapısından girerek oyuna dahil olan Sadık Yağcı’nın oynadığı Özel Gizli Suçlar Soruşturma Masası’nın dedektif baş müfettişi Brocklebank’ın dekor üzerindeki kapı zilini andıran bir düğmeye basmasına kadar devam ediyor. Ancak Brocklebank’ın sahneye girişi mekânla ilgili sorunları derinleştiriyor. Lang’ın kapıdan girmesiyle bir pencere olarak algılanan jalûziler, Brocklebank’ın girişiyle cevabı olmayan bir soru haline dönüşüyor. Jaluzilerin tıngır mıngır yukarı kalkmasının ardından nihayet seyirci mekân ile karşı karşıya geliyor. Ancak burasının nerede ve nasıl bir mekân olduğunu öğrenemiyor. Yerin altında mı yoksa gökdelenin tepesinde mi, hiçbir şey belli değil..  Mekanın içi de birbiriyle ilgisiz ayrıntılarla dolu..

Karşıdan bakıldığında sahnenin sağ tarafta Bernard’ın masası duruyor. Üzerinde telefon ve kâğıtlar olan bu çalışma masasının hemen arkasında plazmaya bağlı  DVD oynatıcısı, bir çift hoparlör yerleştirilmiş. Bu düzeneğin hemen önünde bir tripod ve üzerine takılı video kamera bulunuyor.  Kameranın karşısındaki tekerlekli sandalye ile birlikte mekânda gürültülü, karmaşık bir eşya dili oluşmuş. Bu karmaşanın ana nedeninin sözünü ettiğim bu eşyaların sahnede bulunma nedenlerinin yaşam gerçeğinden uzak olmasına bağlıyorum. Videoya kaydedilen bir sorgunun aynı anda odadaki televizyondan verilmesi sorgu kaydının mantığıyla bağdaşmıyor. Hal böyle olunca, seyircinin bu eşyaların neden orada olduklarına ve ne işe yaradıklarına yönelik soruları reji tarafından cevaplandırılmadan kalıyor. Rejinin oyunun kurgu evreni içinde anlamlı bir mantık içinde kullanamadığı bu eşyalar, oyunun sahne gerçeğini inandırıcılıktan uzak bir noktaya kaydırıyor. Seyirci ile sahne arasındaki mesafe giderek daha da açılıyor.

Bu mesafenin açıldığı bir diğer bölüm Lang’ın tekerlekli sandalyeye oturtulup, seyirciye arkasını döndürülerek, yüzünün plazmaya yansıtılmasında yaşanıyor. Jalûziden yeni kurtulan seyirci, bu sefer sırtı dönük oyuncu engeline takılır. Plazma televizyon, sahne üzerindeki oyun kişileri ve oyuna hizmet etmek için değil,  seyirciler ve seyircinin gerçek dünyası için yerleştirildiğinden, seyir algısında parçalanmalar yaşanır. Dramatik aksiyona estetik de dahil olmak üzere hiçbir katkısı olmayan bu uygulama, seyirciyi, uzunca bir süre sahnede kendisine sırtı dönük olan oyuncunun yüzünü yukarıdaki ekrandan, diğer iki oyuncuyu ise sahneden takip etmek durumunda bırakır. Ölçülü ve yerinde kullanılması halinde sahne üzerinde bir renk olabilecek bu uygulama, her oyun kişisinin seyirciye teker teker arkalarını dönüp kamera karşına geçmesiyle sıkıcı bir hal alıyor. Dahası çocuk oyuncağına dönüyor. Bu sıkıntıya plazma televizyonun açıkta bırakılmış kablolarının yarattığı görüntü kirliliğini ve kameraya konuşan oyuncunun kadraja girip girmediğini kontrol etmek için plazmaya attığı kaçamak bakışları da eklemeden geçemeyeceğim.

Diğer taraftan, Bernard’ın masasında duran kırmızı tuşlu telefona hiçbir kablonun bağlı olmaması, boş kablo girişlerinin seyirciye dönük olacak biçimde yerleştirilmesi teknolojik dekor elemanları kullanmayı seven Devlet Tiyatrosu gibi bir kurumdan beklenmeyecek kadar basit bir hata olarak seyirciyi selamlıyor. Bütün bunlara, video’nun kapatılmasıyla ekranda beliren ‘no video signal’ gibi kurgu dünyayı bozan detayları da eklediğimizde Ölüm Öpücüğü bölünmeyen bir algıyla seyredilmesi imkânsız bir oyun halini alıyor.

Ölüm Öpücüğü’nün en önemli problemlerinden birinin, Williams’ın dramatik kurgusuna bir fon olarak aldığı Blake’in Kaplan şiirine rejinin gerekli ağırlığı verememesi olduğunu düşünüyorum..  Bernard’ın ve Brocklebank’ın katille başbaşa olan Zoe ve ondan önceki diğer kızlarla da kullandıkları, tehlike anının parolası olan Kaplan! Kaplan! şiiri oyun içinde son derece önemli bir anlam öbeği. Şiirin bu denli önemli olması Blake’in şiirde kaplan ve kuzu arasında kurduğu karşıtlığı, Williams’ın dramatik kurgusu içinde aynen korumasından kaynaklanıyor. Williams da Blake’in cevapsız bıraktığı soruları soruyor.  Öyle ki Williams finalini Blake’in satırları ile yapıp

O eserini görüp gülümsedi mi?

Kuzuyu yaratan mı yarattı, seni?”

diye soruyor.

Şiirin giriş bölümünün oyun boyunca Zoe Lang rolünü oynayan Hande Kılıç tarafından tekrarlanan şiirin giriş bölümünün anlaşılmaması Williams’ın bu şiiri metninde kullanma esprisini ortadan kaldırıyor. Şükran Yücel’in çevirisinde, şiiri ve şiire göndermesi olan sözleri yeterince açık olarak ortaya koymaması bir çeviri problemi gibi görünse de, sahne üzerinde karşı karşıya kaldığımız durum tümüyle bir dramaturgi problemidir.  Cerrah kod adlı seri katilin gazeteye verdiği ‘yitik kuzular aranıyor’ ilanına cevap vererek şiirdeki kuzu-kurban ilişkisini metne taşıyan Zoe Lang ile oyunun belli bir yerine kadar John Smith, finalinde ise Brocklebank’in üstlendiği kaplan-güçlü ve ürkütücü olanın dengesi algılanamadan, hızla söylenen ve dağılıp giden sözcükler arasında kayboluyor.

Devlet Tiyatrosu’nun kadrolu dramaturg bulunduran bir kurum olması bu kurumun oyunlarında ve hazırladığı oyun dergilerinde görmeyi beklediğimiz  dramaturgik çalışmaların çıtasının da  ister istemez yükseltiyor. Ancak bu beklenti oyunda olduğu gibi oyun dergisinde de karşılanmıyor. Büyük paralar harcanarak gerçekleştirilen prodüksiyonlar, içinde çok sayıda fotoğraf ve protokol düzeninde yazılmış, oyunla ilgisi olmayan birkaç kuru yazıyla deyim yerindeyse geçiştiriliyor. Bu özensizlik, Ölüm Öpücüğü için hazırlanan oyun dergisinde de karşımıza çıkıyor. Halbuki, William Blake’in Kaplan! Kaplan! şiiriyle metnin dokusunun nasıl harmanlandığının seyirciye anlatıldığı bir yazıya dergide büyük ihtiyaç var. Ne yazık ki bu ihtiyaç, ne dergide, ne de sahnede hak ettiği dikkati çekmemiş. Bu yüzden de oyunda Hande Kılıç’ın iyi dengelenmiş oyunculuğu dışında seyirciyi tatmin etmeye yönelik  hiçbir şey kalmamış..

Dergide hiç değinilmeyen, sahnedeyse yok olup giden William Blake’e saygıyla..


[1] Bkz. Agy., 539-550


[1] Mina Urgan, İngiliz Edebiyatı Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2008, s. 549-550

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Bahar Akpınar

1 Yorum

  1. Serkan Fırtına Tarih:

    Eleştiriler çok yerinde
    tebrik ederim.
    Özellikle, oyun dergisi için söylenenlere katılmamak elde değil.

    Oyunu tüm tiyatro severlere tavsiye ediyorum.
    İzlenmesi keyif veren ve zihni çalıştıran bir oyun.

Yanıtla