Ölümü Bekleyenler Ya Da “Ufak Bir Hata” Yapanlar

Pinterest LinkedIn Tumblr +

 Can Merdan Doğan

“Konuşmaya başladığım anda durumun ihanetine uğruyorum. İletişimin kendisi yüzünden beni dinleyen her kim olursa olsun bana ihanet ediyor. Seçtiğim sözcükler yüzünden ihanete uğruyorum.”

 Jean Genet

Zor bir yazı olacak benim için. Yazmaya başlayana kadar, başka bir şey söylemek mümkün olmadı. Belki de ilk kez izlediğim bir oyunla ilgili ne söyleyeceğimi; hangi kavramlara yaslanacağımı, sözcüklerle hemhal olurken vurguların hangi satırlara rastlayacağını kestirebiliyorum. Zorluksa şurada; insan, dostunu ya yerer ya da över. Biliriz, ikisi de sevgiden. Benimse yazarken şahsı unutup, edimlerimi göz önünde tutma zaruretim; “iyi” olanı nasıl tayin edeceğimle ilgili bir telaş. Çünkü bilirim ki o da hoşlanmaz, yersiz övgüden. Yani, işim zor. Hem okuyucuyu iyi bir şey izlediğime ikna etmem, hem de dostuma, yaptığının neden iyi olduğunu hatırlatmam gerek. O da ben de biliyoruz ki; tanışıklık beter bir şey: Çünkü kalem hep ihanet eder.

İBBŞT’nin 27.sini düzenlediği “Genç Günler” festivali; yeni metinlere, rejisörlere ve gruplara, her yıl oyunlarını seyirciyle buluşturma imkanı sağlıyor. Açılış günü izlediğim “Ufak Bir Hata” oyunu, tam da “yeni” olanı seyirciyle kavuşturdu. Hem Filiz Adıgüzel’in kalemini, hem de oyunculuğuyla tanıdığımız Berna Adıgüzel’in rejisini -daha önce reji çalışmalarının olduğunu biliyorum- izleme imkanı buldum. Sanırım kulisin vaadi olan heyecanı sonuna kadar yaşadık.

Oyun, kimlikleri belirsiz, bir kadının ve erkeğin, bir gün bir bankta karşılaşmasıyla başlıyor. Adam, bankta uyuyan kadının yanına gidiyor, kadını uyandırıyor. Beni hatırlıyor musunuz? Diye soruyor.

Beni Hatırlıyor musunuz?

Beni hatırlıyor musunuz? Ben sizin siyasi geçmişinizim. Hani, sokakta karşılaştığınızda, her gün başınızı çevirdiğiniz… Her gün belirsiz zaman dilimlerinde kalkıp, yeniden yeniden ölmeyi planladığınız… İsmim ağzınızın ucuna geldiğinde, sesinizi kıstığınız… Bir zamanlar kadın olduğunuz ya da erkek… Beni hatırlıyor musunuz? Ben, sizin hikayenizde, ihanet eden sözcüğüm…

Ölümü Beklemek

Hatırlananlar ve hatırlanmayanlar var bu ülkede. Hatırladığımızda, hakiki bulduklarımız var. Kendi görümüzle yeniden şekillendirdiklerimiz; belleğimizin tortusunu yüzümüze çaldıklarımız. Nicedir unutmuşum, bir bankta uyanmayı ve birinin bana “beni hatırlıyor musunuz?” diye soruşunu.

Oyun, unuttuklarımızı hatırlatıyor. Hiçbir isim ve mekan adı kullanmadan. Tam da olması gereken yerden; klişelerden beslenerek. Hani bizde yapıyoruz ya; hikayeleri birbirine benzeterek, özneyi yitirinceye kadar, her şeyi aynılaştırarak. Kimsenin ama kimsenin kamusal alanda yaşadığının bir öneminin olmadığını hatırlatarak. Kadın ve erkek, komiğin içinden geçerek, katil kim? diye soruyorlar, birbirlerinin elinde dolaşan silahla. Adam, kadının kendisini tanıdığını iddia ediyor, kadınsa hatırlamadığını söylüyor. Kadın ufak bir kaza sonucu hafıza kaybı yaşıyor, adam öyle varsayıyor. Sahneler, hep hikayenin başına dönmeye çalışıyor. Bir öncesinde ne oldu? Kadın oraya nasıl geldi, adamı gerçekten tanımıyor muydu? Silah nereden çıktı? Kadın, yine aynı adamdan -bir eczacı olarak- aldığı ilaçla ne yapmak istiyordu? Sahnede gördüğümüz, sürekli çoğalan -birilerinin gölgelerinin olduğunu var saydığımız- banklarda, neler oldu bitti? Kimler, oldubittiye getirilerek yok edildi. Sahne bitimlerine rastlayan animasyonda; gittikçe görünürlüğü artan çöp adamlar kimler? Ellerinde pankart mı tutuyor onlar yoksa ölümlerini mi bekliyorlar?

Kimlik Mefhumu

Kadın, benliğini hatırlamaya çalışıyor. Oyunun oyunuyla, ondan “on senedir” alınanları, elindeki kağıtla geri alıp, hesabını sormak istiyor. Tahmin edersiniz ki, insanoğlu beklediği her an, birikene anlam arar. Kendini masaya oturtur; canını acıtır, ipte sallandırır. Kadın, daktilosuna, bir takım isimleri yazmaya çalışıyor; halbuki zamanında yazılmış o isimler, kendisi de son kez “kimlik” ismiyle geçmiş o kağıda. Birileri, onun hesabını kesmiş. Bir örgütteymişmiş… Edward Said, kimliğin; toplumsal, tarihi, politik ve hatta tinsel varlıklar olarak yaşamlarımız boyunca kendimize dayattığımız bir şey olduğunu söyler. Dayattığımız, bize dayatılandır aynı zamanda. Kimliğinin kurbanı olmuş nicesi, suç işleme potansiyelini barındırdığı için, toplumca asılmıştır. Bir gün, bir arkadaşınıza, sen kimsin? diye sorun. Onun cevabının, sizin için önemsiz olduğunu fark edeceksiniz. Oyunda, kadına tam da bu soru sorulmuş ve kimse cevabını beklemeden, çekmiş tetiği. Biz severiz, iktidarın eteğinde dolaşıp; en yakınımızdakini, aynı yoldan yürüdüğümüzü, iktidarın ellerine vermeyi. Oyunda, kadının da adamın da, neden sadece “kadın ve adam” oldukları anlaşılır. Kadın, tekilliğinin içinde, marjinalize ettiğimizi karşılarken, adamsa; adamları temsil ediyor. Oyun boyunca, adam; başka kimliklerle kadının karşısına çıkıyor. Hep aynı sorunun varyasyonlarıyla, kadına kim olduğunu hatırlatmaya çalışıyor. Kadınsa, on senedir, o adamların kim olduğunu biliyor. Onlar, çeşitli kostümlerle hayatımıza giren, sonunda da siz ne kadar plan yaparsanız yapın -tetiği çekmeyi planlamak- tetiği, bir dakika olsun düşünmeden, alnınıza dayayanlar. Mevzu, iktidarın sizi alaşağı etmesinde değil, tam da güvendiklerinizin iktidarı oluşturmasında, insan dediklerimizde… Kurban ya da cellat olmanın bir önemi yok; çünkü adamlardan da, kadından da bilgiyi saklayan, tarihi istediği gibi yazan, birileri var. O zaman hepimiz suçsuz muyuz? Karşılıklı oynamaya ne gerek var? Yazar, “ufak kazalarla” nasıl da derin yarıklar açıldığının peşinden koşarken; kimlikleri birilerince belirlenenler, aynı listede haykırıyor. Katil kim? Bilen yok….

Muhbirler ve Surlar

Erek, anlamının içinde; her topluluk tarafından yeniden şekillendirilir. Kendine yeni alanlar yaratmanın peşi sıra, topluluğa ait olduğu coğrafyayı hatırlatır. Bir erek uğruna örgütlenmek, bazen yolunu şaşırır; çünkü erek, pratikte vuku bulduğunda, tahakkümün belirlediği bilgiyi, kendine saklar. Aynı yolun yolcularını böylelikle birbirine düşman ederek; kendini unutturur. Oyunda, bilginin, kadından da adamdan da saklanması; ereğin yolunu şaşırmasının sonucu. Doğrudan, kadın ve adam birbirine dönerek, o zaman katil kim? diye soruyorsa, aslında apaçık görünen aydınlığın -ya da öyle düşlediğimiz- üstü örtülüyor demektir. Yani, hafıza kaybı, bizim unuttuklarımızdan ziyade, onların sakladıkların da; kurgularında. Bizlerin,  ülkede benzer soruları birbirimize sormamız, muhbirler yaratmamız: tam da ereğin ne olduğunu unutmamızla ilgili. Kadın, baştan beri hatırladığını biliyor, adamı da tanıyor. Onun unuttuğu ise; silahın sahibinin yine kendisini bulacağı. Bu bile bizim dışımızda, surlar çoktan örülmüş. Biz o surları örenlerin kimler olduğunu bilmek istesek de.

Rejinin aktardığı, oldukça iyi anladığı da, ereğin yolunu şaşırmasıyla ilgili. Kurgunun, bilmecemsi ilerleyişinin, tertemiz yorumunu izliyoruz. Siz oyununuzu oynarken, boş olan banklardaki hayaletler sizlerle konuşanların; sahneler ilerlerken; gittikçe çoğalan; ellerinde pankart tutan insanların, bir amacı vardı, diyor. Rejinin seçtiği yoldaki parıltı, hafızanın unuttuklarını iyi anlamasın da…

İnkârların oyunu, “Ufak Bir Hata”. Kapıya dayanan, fakat algılamakta güçlük çektiğimiz katilin kendi oyunu. Sahnede boylu boyunca uzanan sözcükler, karşılıklı sorulan sorular; biraz da bizim bulduklarımızda. Gördüklerimizle değil, geç kalmış hesapların nasıl görüleceğiyle ilgili.

Adam, sorar. Kadın, cevap verir: Sizi hatırlamalı mıyım?

Oyuncular -Selin Türkmen ve Tolga Coşkun-  oyun kişilerine üfledikleri ruhu; abartıya kaçmadan, ruhun değerini bilerek sahneye taşımışlar.

Yazarı bir yerden tanıyorum sanırım!

Ama onun beni hatırlamasına gerek yok, o hatırladıklarıyla yazmaya devam etsin yeter.

Emeği geçen herkesin eline sağlık!

 

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Can Merdan Doğan

Yanıtla