Geç Kalmış Bir Ecce Richard!

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Can Merdan Doğan

“Eğer Tanrı olsaydım, sanırım insanlığın hesabını çoktan görmüş olurdum… eğer elimde dünyayı yok etmek imkanım olsaydı, yapardım bunu.”

Cioran

Böyle felaketlerden sonra, varlığın ne anlama geldiğini tekrar soruyorum. Bir kaçış içinde sıralanan kelimelerin bir anlama gelemeyeceğini; kelimeler için harcanan zamanın, durarak ya da yorum yapmadan geçirmenin, dünyaya faydaları olan insanların önüne geçmemek için doğru eylemler olabileceğini düşünüyorum. Duramıyorum. Artık “başkalarının cehennemi”nden oldukça uzaktayız. Dolayısıyla, “bulantı”dan sonra insan, midesini tutarak, sadece durmalı; çünkü kusulacak yer yok. Yeterince zorken; neye zor dediğini unutmak daha da zor. Vardır ya öyle insanlar, bir nefes alırlar; literatüre büyük bir katkıda bulunduklarını düşünerek, “hayat çok zor!” derler. Kendileri bile bilmez neye zor dediklerini. İşte en zoru, neyin zor olduğunu bilmemek. Daha doğrusu, bir başkasının neye zor dediğini bilmemek.

Her şey ne kadar da kötüye gidiyor, diyenlerle, dünyanın kötüye gitmesini izlemek. Ya da birilerinin cezasını çekmesini ummak.

Batı felsefesinin dayanağı, insanlığın en büyük düşmanı olan, metafizik, hemen kendini ele veriyor. Dışarıdan bir gücü bekliyoruz. Dünya dışında bir yerleri hayal ediyoruz. Onlar kötü! Onlar kötü! Onlara biri dur desin: Bir gruba yönelik konuşmak sürü ahlakının yaptığı gibi kişinin varlığını değersizleştirip, bizi metafizik geleneğin eğilimlerine hapseder. (Tahir Karakaş, “Üstinsanın ‘İyi İnsan’la Savaşı ve Nietzsche’de Kişinin Kendi Kendisini Aşma Deneyimi”)

Bu eğilimin en ürkütücü hali ise, insanın kendine acıyarak “iyi insan” olduğuna inanmasıdır. İyi insan, her gittiği yerde üzülecek bir şeyler bulur. Dünya onun için hep kötüdür, yaşayacak yeni yerler, gidilebilecek birileri hep vardır. O hep şöyle der: “Bu dünyada iyi birileri kaldı mı? Güvenilecek birileri?” Koşullar onu hep zorlar, dünya o kadar kötü ve zordur ki, bir başkasını nitelediği anda, dünya iyileşir: çıkarcı, ikiyüzlü, kurnaz, haz düşkünü vs. Koşulları iyileştirmek için, tıpkı facebook dünyasında olduğu gibi, sahte “kurtarma operasyonları” düzenlenir. Dünya o günlük kurtarılmıştır. Her şey tamamdır! Her şeyin tamamlandığı noktada; zihnimizin tamlığına söyleyebilecek ne gibi sözümüz olabilir ki, gedik açmaya; başka bir bilgiyi –kast edilen, harekete geçiren bir bilgi- buyur etmeye gerek kalmamıştır. Biz insanları çoktan anlamış, onları cehennemlikler ve cennetlikler diye, çoktan ayırmışızdır.

Yeni yer, yeni insan özlemi, Kavafis’in şiirinde; estetik değeriyle beraber, bize batı felsefesine dair bir eleştiriyi de duyurur: “Yeni ülkeler bulamayacaksın/Başka denizler bulamayacaksın!” Gidilecek bir yer kalmadı, her yer kötüleşti, değil. Gidilecek bir yer hiçbir zaman olmamıştır. Ama dünya hep bizim dışımızdadır, diğerleri bizi hep kirletmek için vardır! Biz, dünyaya bakmakla/düşünmekle/görmemek arasında “iyi insan” olduğumuz sürece, dünyada “hareket etmenin” de bir anlamı olmayacaktır. Dolayısıyla, eleştirinin -her türlü eleştirinin- de ideolojik bir araç olmasının anlamı yoktur, eğer egemen bloğu oluşturacak toplumsal sınıfların çelişik durumlarını saptamaktan ibaretse (Eagleton, Eleştiri ve İdeoloji). Mesele, tespit etmenin de, başka yerleri duymanın da ötesindedir. Çünkü “üst-insan” yeryüzüne bağlı kalma ilkesiyle kendini gerçekleştirme cesaretine sahip olandır. İnsan, içindeki “çok”la, yani sürüyle yüzleşmediği sürece, kendini gerçekleştirmenin yolunu bulamayacaktır. Felsefede yalnız olmayı biz de başarabilir miyiz? Nietzsche, insanlığı değiştirme vaadinden uzak olsa da, biz yalnız olarak, bir değişimi vaat edebilir miyiz? Richard’ı severek başlasak işe, Richard’a rağmen Richard’ı sevsek! O kötüyü; ülkedeki huzuru bozan o kamburu!

Sonra, kendi kamburlarımızla yeryüzüne nasıl bağlandığımıza gelse sıra… Ve biz kamburlarımızı düzleştirmeye çalışmadıkça, Richard’ı sevemeyeceğimizi anlasak.

Richard’la ilgili uzun süredir yazmak istiyordum. Fakat, topa tutulacağımı bildiğimden -bilet bir arkadaşımın sürpriziydi!- cesaret edemedim. Oyunda, birçok “yorumlayıcı”nın belirttiği gibi, her şey yerli yerindeydi. Işık kullanımı birçok sahneyi çözmüştü. Kevin Spacey’nin vücuduna hakimiyeti ve Richard yorumu bir harikaydı. Shakespeare’in sözlerini İngilizce duyabilmek; böylelikle onun çağırışımlar ağına biraz daha yakın hissedebilmek, kuşkusuz önemliydi.

Aradan bir iki ay geçti. Hepsini unuttum. Artık Sam Mendes’in yönettiği 3. Richard oyunu umurumda değil. (İnsan Ortadoğu’ya dair, dünyada yaşanan güncel olaylara dair, ufak da olsa bir şey bekliyordu. Sam Mendes, bunu seçmemişti. Saygı duyduk.)

Berna Moran, 3. Richard çevirisine yazdığı önsözde; Elizabeth çağı tragedyalarının düzenin bozulması ilkesine dayandığını ifade eder. Ekler; T. Spencer’a göre “Yerleşmiş düzen bozulur oyunda, bunu izleyen kargaşalık ve çatışma önümüze serilir ve sonunda bozucu kuvvet veya kuvvetlerin ortadan kaldırılması ile düzen ve ahenk yeniden sağlanır.”

İngiltere’nin, 1337’de Fransız Krallığı üzerinde hak talep etmesiyle, 1453’e kadar sürecek olan “yüzyıl savaşları” başlar. 5. Henry’nin 1422 yılında ölümünden ve 1429’da Jean D’arc’ın ortaya çıkışından sonra, İngilizler kontrolü kaybederler. Aynı zamanlarda ise; İngiltere, Lancaster ve York’lar arasındaki taht kavgasına ev sahipliği yapmaktadır. Tarihte, “Güller Savaşı” olarak anılan iktidar kavgası, Richmond Kontu’nun, 3. Richard’ı öldürmesiyle son bulur.

Berna Moran, 3. Richard oyununun yapısının üç temel ilke etrafında kurulduğunu söyler, birinci ilke -yazıya katkı sağlayan- nemesis -Yunan mitolojisinde kötülüğün cezasını veren Tanrıça- ilkesidir. Berna Moran’a göre; daha ilk sahnede Clarence’in ölümü, daha önce yaptığı yalan yere yemin, ihanet gibi günahların cezası olarak sunulur seyirciye. Nemesis örnekleri, York soyunun kişileri arasında oyun sırasınca yer alır. Geniş bir akışta ise, Güller Savaşı’dır karşılığı. Eski kraliçe Margaret’in oyundaki varlığı, hayalet varlığı, Lancaster’lara yapılanların ödendiğinin, sıra York’larda olduğunun gösterilmesidir.

Beraberinde esas olan ise, Elizabeth çağı dünya görüşüdür. On altıncı yüzyıl düşünürleri; dünyayı bir hiyerarşiler dizgesi içinde değerlendiriyorlardı. Sınıfların varlığı, dünyanın ahengi için vardı. Tanrı, her türlü varlığı dünyaya getirmiş, o varlıkları, sırasıyla dünya düzeninde konumlandırmıştı. Dolayısıyla, bu sıranın en üstüne de kral oturtulmuştu. Mevcut düzeni koruyabilmek için, ahengin bozulmaması önemliydi. Richard’ın ele geçirdiği taht, düzenin bozulması pahasına ele geçirilmiştir.

Richmond’un, Richard’ı öldürmesiyle düzen yeniden sağlanır, savaş bitmiş olur!

Kötülüğün bittiği noktada iyilik mi başlar? Yerine konulan, yerinde konumlananın Richard’ın kambur bedeninin yerine, postürü düzgün kralın, iyi vaatleri midir?

Biz, o kaygan iplerle, dünya düzenine tutturulmuş, inançlı zavallılar olarak, buna inanırız. Hiçbir kopuşu gözetmeksizin; mevcudiyetin yerine geçebilecek; sürü ahlakını hiçe sayacak bir oluşumu düşlemeyi kendimize haram sayarız.

Hikaye burada bizim için biter. Bir kamburun ortadan kaldırılması demek, dünya artık yaşanabilir bir haldedir, demektir diğerleri için. Mahallede, köyde ya da ülkede işler böyle yürür. Görünür bir kötülük; bir dik başlı hain, giyotinle meydan da cezalandırılır. Geriye kalanın yapacak, dünyaya katacak hiçbir şeyi kalmamıştır. O zaten her zaman iyidir. Mahallesinin düzenini, diğerleriyle -komşusu, yavuklusu, anası, babası- ilişkisini bozmamak için; devlete de tanrıya da aynı ölçüde inanmayı sürdürür. Öylesine bir inançtır ki bu; örseleyebilecek, suçlayabilecek bir kötü kalmadığında, söyleyebilecek bir sözünün olmadığını hisseder. Biz inançlılar, dokunmadan dünyayı sevmeye alışmışızdır. Çünkü biliriz ki, dokunduğumuz her yer bizden izler taşır. Kimse, çamurda belirmiş izleri görmek istemez.

İçimden hiçbir zaman dünyayı kucaklamak gelmedi; iyiliğin yerini tespit etme, ya da iyiliği içimde arama gibi dertlerimde olmadı; yaşamı hep yaşamda aradım. En büyük kaçışım ise, varoluşa sığınmamdı.

Artık açıklayabileceğim, kendimi kandırabileceğim hiçbir paradigmam yok. Sığınabileceğimiz hiçbir yer yok; dolayısıyla dünyayı batırmanın da bir anlamı kalmadı.

Buradayız, ortada. Kıçımızı, başımızı saklayamayız. Öyle günlerden geçiyoruz ki; atacağımız her adım, ya kurtuluşumuz olacak ya da korkaklığımızla kalakalmak.

Kimse dünyanın ahengini koruma ağabeyliğine girişmesin. Richard’ı izlemeyenler, kaçırdıklarından pişman olmasın. Şimdi kaçmakta olan bir şey varsa; O da Lancaster’ların ve York’ların barışı; fakat biz krala gözümüzü dikmişiz! Artık kabul edelim; bu onların oyunu değil, bu bizim “iyi”liğimizin sonucu; ve maalesef ki iyiliği cezalandırabilecek hiçbir güç yok!

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Can Merdan Doğan

1 Yorum

  1. Sanki Richard çok kötücül de, diğerleri çok adamcıl! Shakespeare’in bütün oyunlarında aynı yaklaşımı bulmak mümkün. Hep Piç Edmond derler. Oysa o da doğanın içgüdüsel uyanışı sayesinde ortaya çıkmış en az Edgar kadar değerli bir insandır. Kötücüllüğünün(!) altında bu düşünce yatar. Kral Lear’in iki kızı hep kötücül olarak yorumlanır. Lear çok mu adamcıldır. Kendi iradesiyle haritayı böler ve kızlarına verir. Dahası birine de kendini “gerektiği kadar” sevdiği için ufak kızı mirastan mahrum etmekle kalmaz, bir de uzaklaştırır. Kötücül iki kızın yapabileceği başka bir şey var mıdır “ikiyüzlülüğün” ötesinde. Sonra da bir türlü iktidarı teslim etmek istemez kızlara. Sonunda da delirir, bunu hak etmiştir zaten. Fırtına da Prospero’nun Robenson kimliğine bürünüp Yerli’yi terbiye etmeye -köleleştirmeye- çalıştırmasına ne demeli? Bir çok boyuttan bakıldığında bu oyunlar hakkında pek çok farklı şeyler söylenebilir. Dünyaya gelince söylenecek çok şey var… Ama şimdilik bu kadarla kalsın. Teşekkürler… Selamlar…

Yanıtla