NKT: Gelişen Büyüyen Bir Tiyatro Dinamiğinden Kuş Öpücüğü

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Tülay Yıldız Akgül

Bursa’da, Nilüfer Kent Tiyatrosu’na her oyun izlemeye gidişimde heyecan dolu oluyorum.  Balat Ormanı’nda kurdukları açık hava sahnede, yağmurun altında, tam sekiz saat büyük bir maraton olarak yaşadığım “Vur Yağmala Yeniden” oyunu, oyundan da öte, öncesini bilmediğim bir yazarın (Mark Ravenhill) metni birçok yönetmenin bakış açısıyla zenginleştirilip bir büyük anlatıya dönüştürülmüştü. Büyük anlatıların bittiğinin iddia olunduğu bir çağda bu gösteriye tanık olduğum için mutlu oldum.

Bazen izleyip çok etkilendiğimiz oyunlar ya da filmler, anlatısıyla, kurgusuyla, oyunculuğuyla konuşmalarınızın içine örnek olarak sürekli sızarlar. Bu çok güçlü bir müzikle karşılaşıldığında da olur; melodi içinizde belirdikçe heyecanlanırsınız. Bu tür sanat yapıtları sizde birçok şeyi harekete geçirir. Lorca, bu tür yapıtlara, İspanyolcada “cinli” anlamına gelen bir sözcükle “düendeli” diyor. Sözcük sıklıkla insandaki büyülü, ışıklı, gizemli, çekici, ürkütücü yanları harekete geçiren Flamenkoculara ve onların bazı eserlerine sıfat olarak da söyleniyor. Ama Lorca ile evrenselleşmiş bir kavram “düende”.

Nilüfer Kent Tiyatrosu bir repertuar tiyatrosu olarak, “Vur Yağmala Yeniden” gibi “düendeli” bir oyunun yanı sıra başka oyunlar da sahnelemeye devam ediyor.

Bu hafta da NKT’den Berkay Ateş’in yazdığı, İbrahim Ersoylu’nun yönettiği “Kuş Öpücüğü” oyununu izledim.

Birbirini 20 yıldır görmeyen bir anne oğul. Oğul, torbacılık da yapan bir sokak müzisyeni ve ağır hasta olmuş; Anne, koca katili, kader mahkûmu, içeriden yeni çıkmış.  Baba katlinin getirdiği karışık duygular, perişan olmuş hayatlar, bu hayatta yolunu kaybetmiş “hayata seyirci” olan kişiler… Kuş Öpücüğü oyunu çok sıradan bir melodram gibi başlıyor. Gerçekçi dekor, su akan lavabo ve musluğu bile var.

Fakat oyunun değişim yeri hızla geliyor ve başka türlü bir tiyatro kurulacağını anlıyoruz. Hayata “seyirci” olan bu ana-oğul, tedavi masraflarını ödeyecek bir televizyon programına kabul edilmeleriyle birlikte hayatları birden “seyredilen” konumuna dönüşüyor. Aslında her gün televizyonlarımıza bağlı, gösteri toplumunun camdan izleyicisi olan bizler tiyatro sahnesinde birden bu dramın seyircisi konumuna gelerek bu gerçekliğin bir parçası olarak oyuna iki kez dâhil edilmiş oluyoruz. Zaten bir oyun izlemeye gelen bizler oyunun içinde başka bir oyunla yani “hipergerçek” bir durumla baş başa kalıyoruz. Gerçek ve kurgunun iç içe geçmesi bence oyunun en güzel yeri.

Ancak şunu söylemek de isterim ki oyundan çıkınca da keşke dediğim tek yer, bu oyun-gerçek ilişkisinin tüm oyuna yayılmamış olması. Televizyon formatı oyuna şaşırtıcı bir şey olarak girmesine karşın bir süre sonra ondan ibaret hale geliyor ve bu da oyunun daha iyi olmasının önünde bir engel olarak beliriyor.

 

Tüm oyun baştan sona bu yarışma formatı içine yedirilerek kurulsaydı ve biz oyunun hikâyesini bu kurgunun içerisinde usul usul öğrenseydik, anlatılmak istenene ilişkin daha güçlü ve dönüştürücü bir yapı kurulmuş olabileceğini düşünüyorum.

“Keşke duygusu” bir eleştiri için bilimsel bulunmayabilir. O zaman bu duygumun dayandığı düşünsel dayanakları biraz açabilirim. En önemlisi şu: Oyunda bir süre sonra sadece yarışma ve sonunun nasıl biteceğini önceden kestireceğimiz bir format hâkim oluyor ve bu da aslında çok iyi bir fikir taşıyan metni daha da iyi yapmaktan alıkoymaya başlıyor. Zaten günümüz gösteri dünyası, televizyonlardaki gündüz kuşağında bu tür olayları bu formatta bizlere yeterince izletiyor. Burada yaşanan dramı (gerçekliği) bir tuşla açıp kapatma yoluyla rahatlıkla unutabiliyoruz. Gerçekliğin ve kurgunun böylesi programlarla yok edildiği hatta gerçekten daha gerçek bir dünya sunulduğu için aynı formatı bu kez tiyatro sahnesinde izlediğimizde yaşadığımız şey önce bir skeç eleştirisi hatta devamında ise giderek televizyondaki yapının kendisiyle örtüşerek aynılaşmaya başlıyor.

Tüm bu programlardaki saçmalıklarla büyük bir kuşatılmışlık içinde olduğumuzu çoğu zaman bildiğimizi varsayıyoruz. Bu tür programları televizyondan izlerken sahteliklerini yakalıyor, benzer bir tepkiyi zaten verebiliyoruz. Ama en kötüsü giderek bunları umursamayarak bile olsa dünyamızdaki gerçeklikler olarak kabul edebiliyoruz. Baudrillard’ın “çağımız insanının hakikatini belirleyenin medya araçları” olduğunu söylerken altını çizdiği budur. Gösteri toplumunun belirleyici birikimi ve egemen güçler çağın insanının arzu ve isteklerinin üzerinde söz sahibi olurken onun nasıl düşünmesi, nasıl davranması, nasıl sevmesi, nasıl acıması gerektiğini sağlamakla kalmıyor, bazı sorunları sürekli göz önünde tutarak ona umarsızlaşmamızı da sağlıyor. Tiyatronun parçalayacağı en önemli şey de buradaki bu yapı sanıyorum. Bunu kırarak oluşturacağı bir biçim tiyatronun görevlerinden olmalı.

Burada söylemek istediğim sahneyi televizyon programına çevirmenin yanlış olduğu değil bunu yaparken o yapılandan farkının ne olduğunun ortaya konmasının gerekliğidir. Malumun ilanı tiyatronun amacı olamaz. İşte, “keşke” derken söz konusu ettiğim, tüm öykünün yarışma formatına, yarışmacıların seçildiği yarışma öncesine, kuliste yaşananlara yedirilerek oynanmasının ve bu süreçler içinde oğul ve annenin hikâyesinin ortaya konmasının dönüştürücülüğüdür. Aslında biçim olarak ve anlatmak istenilenin bu haliyle daha dönüştürücü bir momente oturacağını söylemeye çalışıyorum. Böylesi bir reji (ve tabii ki metne müdahale edebilecek bir dramaturgi), sunucuyu oynayan oyuncuyu (Gökhan Kum) yalnızca renkli basit bir tipleme olmaktan kurtaracak ona çok daha başka oyun alanları açacaktır. Hatta seyirciyi de işin içine aktif şekilde katarak onun esaslı bir karaktere dönüşmesine neden olabilecektir.

Ancak oyun izlediğimiz bu haliyle de yaşadığı zamanla ilişki kuran ve buna karşı çıktığını açıkça ortaya koyan bir oyun. Bunların da somut olarak altını çizmek isterim. En başta oyundaki Anne (Pınar Hande Ağaoğlu) ve Oğul (Barış Ayas) oyunu bu haliyle de (gerçek ve kurgu ayrımını çok net oynadıklarını, karakterlerinin duygularını net olarak gösterdiklerini özenle söylemeliyim) ilginç kılmayı başarıyorlar. Anne’nin duygu geçişleri, gerçekçi ve abartısız kompozisyonu, Oğul’un hastalık için bulduğu duruş, hırıltılı öksürük ve iki uçlu duygularla örülü tonlamalarına söylenebilecek tek şey karakterlerini incelikle ve iyi bir oyunculukla oynadıklarıdır.

Oyunun video çekimleri, bu çekimlerde tiyatro dışından başka oyuncuların katkılarını almaları da aslında kent tiyatrosunun her zaman (misafir oyunculara, yönetmenlere v.s.) dışa dönük olmasının ve buradan da destek alarak kendisini çoğaltmasının bir göstergesi. Bunların bile oyunu, Nilüfer Kent Tiyatrosu’nu ve yönetmeni alkışlamak için başlı başına yeterli nedenler olduğunu düşünüyorum.

Genelde Nilüfer Kent Tiyatrosu’nun neredeyse tüm oyunlarını izlemiş biri olarak aslında oyuncu arkadaşların tümünün ilk günden bugüne oyunculuk serüvenlerine de tanıklık etmiş olduğumu söyleyebilirim. Her seferinde gelişen, her seferinde büyüyen, tekrara düşmeyen,  onları her yeni oyunda bambaşka rollerde izlediğimi, bir gelişim öyküsüne tanıklık ettiğimi de vurgulamak isterim.

Bunun nedenlerini düşündüğümde, Nilüfer Kent Tiyatrosunun kendi içinde özerk bir yapısının olduğu gerçeğini de göz ardı etmemek gerekiyor.  Kökleşmiş çoğu tiyatro kurumlarının aslında böyle bir özerk yapıdan uzak olması belki de içerde dinamizmin yaratılmasına engel olduğu gibi hep aynı metinleri döndürerek kendi içine kapalı bir biçimde ilerlemesi aslında çoğu zaman büyük bir çürümeyi de beraberinde getiriyor.

Oyuncularının birbiriyle olan olumlu ilişkisi (kendileri düzeyinde olan bir arkadaşlarını içtenlikle yönetmen olarak kabul edip ona ve sahneledikleri oyuna hizmet etmelerinde olduğu gibi) NKT’nin başarılı çizgisinde bir başka göze çarpan etmen. Bu olumlu yan, seyirciyle olan ilişkisine de yansıyor. NKT’nin hem seyirci sayısı hem de seyircisinin nitelikli işlere giderek artan reaksiyonu bu ilişkileri umut verici yapıyor.

Bir şehrin gelişim dinamiği, düşünsel zenginliği o şehirde sanatın varlığıyla, yol göstericiliğiyle ve birleştiriciliğiyle kurulur. Yalnızca maddi olarak değil entelektüel açıdan da yoksullaştığımız, şaşırmayı unuttuğumuz, merakı terk ettiğimiz bu günleri aşmak için NKT oyunlarının bize katkı yapmayı sürdürmesini diliyorum.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Tülay Yıldız

Yanıtla