Schaubühne Berlin; Korku ve Öfkenin İfadesi, Sanatın Politikası Üzerine

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Gizem Aksu

Schaubühne Berlin’in 21. İstanbul Tiyatro Festivali’ne gelişini iptal etmesi zihnime bir bilgi olarak düşmüştü. Ne zaman ki bu bilginin kendi topraklarımdaki sanatçılarda nasıl yankılandığını görmeye başladım, bu bilgi zihnimden çıkıp bedenime sızmaya başladı. Özellikle de Yeşim Özsoy’un yayımladığı mesaj, bir sanat etkinliğinin iptali vesilesiyle içimde sanat, politika ve hisler bağlamında etraflı bir araştırmaya girmemi sağladı. Bu yazıda Schaubühne Berlin’in festivaldeki oyununu iptal etmesinin, buradaki sanat çevresi ve sanatçılar üzerinde nasıl alımlandığı, ne hisler yarattığıyla ilgileneceğim.

Şiddetin görünür ve gündelik biçimlerinin kamusallaştığı, küreselleştiği ve sıklaştığı bir zamanı deneyimliyoruz. Güvenliğin, güvende olmanın, güvende hissetmenin anlamının bazen kaybolduğu, bazen kayganlaştığı… Kaygı, korku bu bağlamda kolaylıkla adlandırılabilecek duygular ama bedende işler karmaşıklaşıyor. Sınırsız kompozisyonlar oluşabiliyor ve tarifsiz hislerle baş başa kalabiliyoruz. Bu çerçeveye devletlerin güvenliği yaratma, kontrol etme, bedenselleştirme politikaları ve mekanizmaları eklenince ortaya insanlık tarihinin ilginç tablolarından biri çıkabiliyor. Kimin kimden neyi niçin koruduğu sorusu sonsuz bir tekerlemeye dönüşebiliyor. Bu yazı bağlamında bakacak olursak bir sanatçı grubu Türkiye’de keyfi olarak tutuklanmaktan korkuyor. Bu nedeni açıklamadan önce de neden korktuklarını çıkarımsayabiliyorduk eminim. Topluluğun iptal açıklaması bize ne kadar tekinsiz ve tehlikeli bir yerde yaşadığımızı hatırlattı belki. Pardon, hatırlattı yanlış oldu. Unutanımız var mıydı ki? Yüzümüze bunun bir defa daha apaçık söylenmesi içimizde ne yarattı, ne yaratmakta?

Şu an. Türkiye’nin güvenli bir yer olmadığı bence açık. Politik olarak. Belki bir süre daha. Dünyanın güvenli olmadığı da… Korkuda(n) kaybolmak…Korkudan kaçmak için hissizleşmek…. Korku, kaygı, kurgu zincirlemesi… Öfke dili… Bunlar kendi topraklarıma dair gözlemlediklerim… Canımı acıtan gözlemlerim… Ama bu topraklara düşkün bir insan olarak bir şeyler canımı acıtsa da gözlerimi açık tutmaya devam edeceğim. Burada yaşamı çoğaltmaya, duygu ve düşüncelerde kaybolmadan ısrarla bedende kalmaya da…  Kendimizi, sevdiklerimizi nasıl koruyacağımızı bilemediğimiz sosyo-politik bir bağlamda, bir grup sanatçının kendini korumak adına buraya gelmeme kararına büyük bir saygı duymaya da… Sanatçılara sormak istiyorum, güvende hisseden var mı? Birçok anlamda… Politik olarak? Ekonomik olarak? Kültürel karşılaşmalarda? Duygusal alanda? Bir sanatçı topluluğunun korktuğunu beyan etmesi ve bu korkudan dolayı buraya gelmeyeceklerini ifade etmesini cesur ve samimi buluyorum. Sanatçı korkabilir. Bu korkuyu sessizleştirip üstünü örtmek ya da manipüle etmek yerine ifade etmesi değerlidir. Bu açıklamayı yaptıran can yakıcı nedenlerle ne yapacağımız, nasıl başa çıkacağımız konusu öncelikle bizleri ilgilendirir, başkalarının buna ortak olmaması onları nacesur ya da ironik duruma düşürmez. Bu toprakları saran korku ve tedirginliğin onlara kadar ulaşmasına üzülüyorum. Gelmeyecekleri için değil. Gelirler çünkü. İktidarlar gider, sanatçılar gelir. İktidarlar düşer, sanatçılar korkularından geri doğar çünkü. Bunu bilmek, bana umut veriyor.

Bu yazıyı yazmak istedim. Çünkü, Schaubühne Berlin’in açıklamasından öğreneceğimiz bir şey olduğunu düşünüyorum; korkularımızı ifade etmek ve paylaşmak… İçimdeki umudu biraz daha yeşerten, bu paylaşım zeminlerinin yerelde, yeraltında, yerüstünde, yeryüzünde kurulma ihtimali. Bu yüzden, bir sanatçı olarak başka sanatçıları korktukları için yargılamayı doğru bulmuyorum. Onları buraya gelmedikleri için yeterince cesur bulmamak, ürettikleri sanat bağlamında ironik bir duruma düştüklerini söylemenin eril bir yargılama biçimi olduğunu düşünüyorum. Gittikçe muhafazakarlaşan ve erilleşen bir zamanda sanatçıların hangi duygularla beslendikleri, duygularını nasıl ifade ettikleri, bu duyguların bedenlerini, yaratımlarını nasıl harekete geçirdiği daha da önem kazanıyor. Bu topraklarda sıkça gördüğümüz öfke siyasetinin gündelik hayatımıza, ilişkilerimize sızmaması için ne yapabiliriz? Hassasiyetlerimizi, ihtiyaçlarımızı ve belki yaralarımızı paylaşırken nasıl bir dil oluşturabiliriz? Bu noktada Schaubühne Berlin’in yaptığı gibi korkularımızı açık bir şekilde ifade ederek başlamak bir yol olabilir. Kendimizi ve birbirimizi koruma yollarını konuşmaya başlayarak olabilir. Yeşim Özsoy’un yaptığı gibi öfkeyi, kızgınlığı paylaşarak da olabilir. Seçenekler sınırsız, sadece kimin neyi seçtiğini yargılamaya başladığımız anda korkularımızda, öfkemizde, kaygımızda kaybolduğumuzu gözlemliyorum. Öteki hakkında, öteye yargılar bildirmektense kararların, eylemlerin kendi üzerindeki ve kendi çemberindeki yankıları gözlemlemek, paylaşmak, gücün varsa da tartışmak alan açmanın, sanatçının yapabileceği politik bir hamle olduğunu düşünüyorum.

Sanatçılar, duy(g)usal girişimcilerdir. Duyguları yaratır, duyulara yatırım yaparlar.  Sanatçıların yaratımlarında ve ifadelerinde ne yarattıklarına, neye hizmet ettiklerine dikkat etmeleri belki her zamankinden biraz daha önemli. İktidarların yarattıkları ve kullandıkları şiddet, korku ve öfke siyaseti; korkan, öfke duyan tarafların birbirini duymaya ve duyumsamaya başlaması ile alaşağı edilebilir. Bu, sanatçının politik durağanlığıdır.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Gizem Aksu

2 yorum

  1. Nihal koldas Tarih:

    Cok serin,özgürlük duygusu veren bir yazı bu. Tesekkürler Gizem Aksu! Sanat üreticilerinin hayatla meselelerine belirli bir mesafeden ve farklı perspektiflerden bakmaları bazen cok zor oluyor .işte o zaman sizinki gibi su terazilerine ihtiyaç duyuyor insan.

  2. Gizem Aksu Tarih:

    Teşekkür ederim, Dediğiniz gibi bir etkim olabildiyse çok mutlu oldum. Bir şekilde birbirimize destek olmayı, birbirimizden beslenmeyi çok önemsediğim için yazmıştım yazıyı. Paylaşımınız için teşekkür ederim.

Yanıtla