“Yılmaz Güney Çok Yaşa”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Üstün Akmen

İçinde bulunduğumuz ayın 9. günü Yılmaz Güney (1937-1984)’i ölüm yıldönümünde andık. O gün, içimde anılar pır pır etti, taaa 1967’lere, 68’lere kadar gittim. Gözlerimin dibine yaşlar hücum etti, çaktırmadan sildim. O tarihte sakıncalı piyade olarak Muş’a sürgün edilmiştim. Muş’a “vasıl” olduğumun akşamüstü saatlerinde Herkül Milas beni buldu. Akşam yemeğini birlikte yiyeceğimizi, böylelikle düşünce suçlusu olarak burada “sakıncalı” bulunan diğer arkadaşlarla tanışma olanağı bulacağımı söyledi. Saat 19.00’a doğru yemekhaneye gittim. 1966 Varto depreminden kalıp, bakkallarda satışa sunulan konservelerden güzel bir et yemeği yapmışlar. Çay ocağı sorumlusu İstanbul Bakırköylü kuyumcu Garbis çay servisi yaptı. Konuşmaya başladık. Kimler vardı? Herkül Milas, Arman Vartanyan, Kostik Erol, İsmet Özel, adını şimdi anımsayamadığım iki kişi daha.

Yılmaz Güney Alaya Duhul Ediyor

Muş’a gelmemin üstünden on-on beş gün geçmişti ki, dönemin ünlü sinema oyuncusu, yönetmen, senarist ve yazar Yılmaz Güney’in de aramıza katılacağı haberi geldi. Pek sevindik, öyle ya, aynı suçtan Muş’a gönderilecek olan Yılmaz Güney’in adı, biz sakıncalılara güç katacaktı. Nitekim birkaç gün sonra Yılmaz Güney’in alaya “duhul” ettiğini öğrendik. Alayda bir kaynaşma, bir kaynama. Herkes birbirine: “Duydun mu, Yılmaz Güney gelmiş” diyor. Astsubaylar, subaylar dâhil… Neyse, aynı işlem gene yürürlüğe konuldu, çaycı Garbis paraları topladı, Varto depreminden kalma Danimarka yardımı et konservelerinden alma yollarını aramaya başladı. Biz de, topluca giderek akşam yemeğine davet etmeyi kararlaştırdık. Arman Vartanyan, yaşı gereği gelmeyecek, bizi yemekhanede bekleyecekti. Sadık Üsteğmen’in bölüğüne vermişler, eyvah ki eyvah. Sadık Üsteğmen sağcının başta geleni… Bizi gördüğü yerde tiksinir gibi bakar. Neyse! Toplaştık, gittik. Yılmaz Güney’in çevresinde bir sevgi çemberi. Sadık Üsteğmen’in bile gözlerinin içi gülüyor. Bir ara dışarı çıktı, Herkül bir çırpıda kim olduğumuzu anlattı, kendisini yemeğe davet ettiğimizi söyledi. Yılmaz Güney: “Peki, ama bir dakika”, dedi, gitti Sadık Üsteğmen’e bizleri işaret ederek bir şeyler söyledi, sonra yanımıza gelerek: “Hadi gidelim” dedi.

İşin İçinde Korku mu Var

Yolda her birimiz kendimizi kısaca tanıttık, Arman Vartanyan’ın özgeçmişini de özetleyiverdik. Yemek pek bir sakin geçti. İsmet Özel, Kürt Neco’nun (Necati Yazıcı) ve ünlü öykü yazarı Demir Özlü’nün de aramızda bulunduğunu, Neco’nun terhis olduğunu, Demir’in terhisine on beş gün kala dayanamayarak rapor aldığını ve İstanbul’a döndüğünü falan anlattı. Yılmaz Güney neredeyse ağzını hiç açmadı, filmlerinde pek sık gördüğümüz dudak jestini yaptı, hep dinledi. Sonra saatine baktı: “Ben artık kalkayım, ayıp olur”, dedi. Kalktı.

Kime ayıp olacağını anlamadık, kalktı ve çıktı. Bizimle görünmekten uzunca bir süre sürekli kaçındı.

Korkuyor muydu?

Olamaz!

Yaşadıkları, yaptıkları, ettikleri hiç de öyle korkak insan işi değildi ki! Boş zamanlarımızda kendisiyle satranç oynardım. Oynarken söyleşirdik de… Adana’daki bir barda aynalara neden ateş ettiğini sorduğumda: “Reklam oğlum, gerekliydi”, diyen sesini unutamam. Korkak insan, bu denli iyi şövalye rolü oynayabilir mi? Hiç sanmam. Nebahat Çehre’nin başına elma koyarak nişan alışının nedenini ise açıklamamıştı ya da açıklayamamıştı.

Ordunun Vesayetini Yıkan İlk Adam

Kısa süre sonra “evci” çıkmaya başladı. Annesi Muş’ta oturuyordu. Öyle haftada bir falan değil, canı istediğinde anasının evine gidiyordu. Bazı günler akrabaları at binmiş, silah kuşanmış olarak alaya gelirdi. Alay Komutanını çağırtırlar, Albay gelince içlerinden biri: “Komutan, Yılmaz’ı göreceğiz”, derdi. Ve doğal olarak Yılmaz çağırtılır, getirtilir, bir köşede uzun süre söyleşmelerine izin verilirdi. Arada sırada nedendir anımsamıyorum, kışla dışına da çıkılırdı. Muş caddelerinde uygun adım yürünürken, çoluk çocuk, yaşlı genç insanlar sağımızdan solumuzdan bizim tempomuza uymaya çalışırlarken hep bir ağızdan bağırırlardı: “Ya – ya – ya , şa – şa – şa, Yıl-maz Gü-ney çok ya-şa”.

Yılmaz Güney Muş’ta Film Çekiyor

O tarihlerde kış aylarında Muş’ta araç falan çalışmaz, herkes kayakla çarşıya pazara gider, asker eğitimi ise dayanılamayacak kadar zorlaşırdı. Kar paletleriyle koşmak öyle her babayiğidin harcı değildi. İplerle ayağa bağlanan kayaklarla kayak yapmak, kalın ağaç dallarıyla denge bulmak, hızlanmak zor iştir. Bu aylarda, “tatbikat” adı altında buzdan Eskimo evleri yapılırdı ve bizler oralarda yatardık. Benim terhisimden sonra, yani 1969’un ilk ya da ikinci ayında Yılmaz Güney bu doğal manzaradan yararlanmak isteyerek film çekme izni çıkarmış. Senaryosunu kendisi yazmıştı bu filmin ve üzerinde çok tartışmıştık. Hani, şu karısını doktora ulaştırmak için kızakla köyden kente getiren adamın öyküsü. Yani, tipik bir Yılmaz Güney duygusallığı arkasına sarmalanmış yeni bir film daha. İletisini gene seyredenin gözüne gözüne sokan bir film… Tam uzakta kentin görüntüsü belirmişken, kadın ölür, adam da tüfeğini çıkarır havaya ateş eder. Bir isyan simgesidir, güzeldir, ama ben, adam neden havaya, bir anlamda tanrıya ateş ediyor da, kente ateş etmiyor diye tutturmuştum.

Binbaşı’yı Düelloya Davet

Film çekimi için doğal olarak birçok kadın oyuncu da gelmiş Muş’a. “S3” Binbaşı da: “Muş’u orospular bastı”, gibilerden laf etmiş, laf da Yılmaz Güney’in kulağına gitmiş. Bir akşam sen kafayı çek, gece yarısı evden çık, alaya gel. Nemrut mu nemrut, hain mi hain “S3” Binbaşı da nöbetçi subayı… Yılmaz, nizamiyeden girmiş, hemen sol taraftaki nöbetçi subay odasının önüne gelmiş, başlamış bağırmaya: “Binbaşııı, Binbaşııı.” Binbaşı çıkmış dışarı. “Senin silahın var mı,” diye sormuş binbaşıya, Binbaşı: “Var Yılmazcığım,” demiş. “İyi,” demiş Yılmaz, “o halde çek vuruşacağız”. “Aman Yılmazcığım, canım kardeşim,” falan… Yılmaz, Nuh diyor peygamber demiyor. Bu “muhabbet” söylenildiğine göre bir saat kadar sürmüş, sonunda binbaşı özür dilemiş, Yılmaz da vuruşmaktan vazgeçmiş. Alkolün verdiği bir cesaret değildi elbette bu davranışı, onun için yıllardır aklımda takılı kaldı.

Sinemacılarla Yemek

1969’un yanılmıyorsam Mart ayında Yılmaz Güney, İstanbul’a izinli gelmişti, beni aradı. Beyoğlu’nda bir film şirketinde buluştuk. Gazetecilik yapmak istediğimi, iş bulmam konusunda bana yardımcı olup olamayacağını sordum. “Memnuniyetle”, dedi. Amacım gazeteci olmak. İki akşam sonra, Hasan Kazankaya’nın Osmanbey’deki kulübünde sinemacılara ve gazetecilere ziyafet verecekmiş, oraya gelmemi söyledi. Gittim. Ben diyeyim yüz, siz deyin yüz elli kişi. Uzun mu uzun bir masanın başına oturduk. Ortada Yılmaz, sağ yanında Orhan Günşiray, sol yanında ben. Yenip içilmeye başlandı. Ama herkesin gözü Yılmaz’da… O ne yapıyorsa yineliyorlar. Yılmaz kadehine uzanıyor, hepsi birden kadehlerine uzanıyor. Ekmeğinden lokma koparıyor, hepsi ekmeklerinden lokma koparıyor. Eski ve profesyonel bir şarkıcıyım ya, bir ara bana döndü: “Yahu senin sesini bir türlü dinleyemedik. Burada bir şarkı söyler misin,” diye sordu. Elbette söylerdim, ben nerelerde kimlerle şarkı söylemedim ki! Sahnede Müfit Kiper Orkestrası var. Top gibi orkestra… Yılmaz, çağırttı, Müfit Ağabey yanımıza seğirtti, beni tanıdığını söyledi: “Emriniz olur Yılmaz Beyciğim”, diyerek, hafif yalakalaşmış vaziyetlerde yanımızdan ayrıldı.

Kazankaya’nın Kulübünde Olay

Bir şarkı bitiyor, tüm konukların gözü benim üzerimde. Müfit Kiper: “Şimdi huzurlarınızdaaa…”, diyor, herkes bana dönüyor. Bu tablo, yedi sekiz kez aynen yaşandı. En son Müfit Kiper, sağ elinde trompeti mikrofonun önüne gelip: “Huzurlarınızdaaa Nazan Kiper”, der demez, masadakilerden biri: “Sen nasıl Yılmaz Abimin emrini tutmazsın ulan”, diyerek rakı kadehini sahneye fırlattı. Kadeh gitti, Müfit Kiper’in kafasını buldu. Ortalık bir anda karıştı. Masalar devriliyor, kulübün camdan yapılmış, ya da camla kaplanmış sütunları “şangırrr” sesleriyle yere iniyor, iskemleler kırılıyordu. Kendimi masanın altına attım. Evet, itiraf ediyorum, çok korktum. Daha önce görmemiştim, bir de baktım, müzisyenlik yaptığım dönemden tanıdığım ünlü armatör Avni Meserretçioğlu da masanın altında. Sağ ellerimizi göğsümüzün üstüne bastırıp, sonra dudaklarımıza, daha sonra da başlarımıza dokundurarak karşılıklı “temenna” ettik.

Onu Son Görüşüm

Neyse, Yılmaz, Orhan Günşiray’la birlikte gösterdiği üstün çabalar sonucu olayı durdurdu. Müfit Ağabey’i hastaneye götürdüler. Yılmaz, Hasan Kazankaya’ya: “Yarın çıkarttır hesabı, hasarı, öderim”, dedi, çıktık. Kapıda Yılmaz’ın ünlü Buick marka otomobili. “Atla” dedi, “Elmadağı’ndaki (bilmem ne) kulübe gidiyoruz.” Yanıtladım: “Yok Abicim” dedim, “bana bu gecelik bu kadar korku yeter.”

Yılmaz Güney’i en son 1974 yılında “Arkadaş” filminin setinde Çiçek Pasajı’nda gördüm. Hani şu, emekçi sınıfı savunuculuğunu olabildiğince duygusal ortamda yapan Yılmaz Güney filmi. Kerim Afşar ile bir sahneyi tamamladılar, sonra mola verildi. Yanına gittim, birbirimize sarıldık, hal hatır sorduk. Ram Dış Ticaret’te çalışıyordum. Memnun oldu. “Gazetecilik olmadı ha,” dedi. “Olmadı be Yılmaz Abi,” dedim.

Onu bir daha hiç göremedim.

Evrensel

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Üstün Akmen

Yanıtla