İki Ayrı Rejiden “Karıncalar”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

                                                                                                               Hasip Akgül

Tiyatroda iyi metin sorunu her zaman vardır. Doğada ve toplumlarda niteliği belirleyen şeyin “az”lık kadar “emek-yoğun” bir süreçle ilgili olduğunu biliyoruz. İyi metin her zaman her yerde hemencecik yazılıveren ya da bulunuveren bir şey değil.

Peki, bir tiyatro metninin iyi bir metin olduğunu nasıl anlarız? Bu çok kolayca ayrımına ulaşılabilecek bir olgu değil. Çünkü salt metni okurken, sahne üstünde hayal edebileceğimiz ortak araçlara, standartlara ve kriterlere sahip değiliz; orası sonsuz çeşitlilikte bir yaratıcılık alanı.

Ancak iyi bir metnin çok özel bir reji ya da oyunculuk sakatlaması olmadığı sürece, her zaman izlenirliği olan bir oyunu ortaya koyan, seyirciyi tiyatrodan yenilikçi bir bakış ya da tazelenmiş bir ruhsallıkla çıkmasını sağlamayı başaran bir yanı vardır. İyi metinler seyircilerine şimşek hızıyla ulaşan bir duyarlık taşırlar.

Bu düşüncelerin, John Steinbeck ve Boris Vian öykülerini çok zekice bir teknikle bir araya getirerek kurgulayan ve yeniden yazan Gökhan Aktemur’un “Karıncalar” oyununu izledikten sonra kendi içimde başlayan tartışmalar olduğunu söylemeliyim.

Bu oyunu iki farklı rejiden izlemek,   iyi bir oyun olup olmadığı konusunda sınama ve sağlamasını yapmama olanak vermesi bir yana son yıllarda tiyatroda yaşadığım en güzel seyretme deneyimlerinden biri oldu. İyi oyunların bizi pasif bir seyirci olmaktan nasıl çıkardığını- bizzat içimdeki bu tartışmanın bir yazıya dönüşmesinde olduğu gibi-  katılımcı doğamızı nasıl harekete geçirdiğini de görmüş oldum.

Karıncalar’ı, Bursa Devlet Tiyatrosu Halil Akarsu rejisinde Kamil Korunan’ın oyunculuğunda ve İstanbul Şehir Tiyatrosu Ergun Üğlü rejisi ve Mert Turak’ın oyunculuğuyla üç hafta arayla aynı şehirde farklı sahnelerde izledim.

Oyunun yaşadığımız coğrafya için önemli bir içeriği var.  Savaşın, politikanın değişik araçlarla ve esas olarak zor kullanım araçlarıyla sürdürülmesi şeklinde bir tanımı var. Bu tanım Clausewitz adında bir generale ait. Prusyalı düşünür komutanlarından biri ve sözü iyi bir soyutlama gibi görünüyor.

Ancak bu soyutlamanın savaşın gerçekliğine dair bir şey anlatma yetersizliği hemen göze çarpıyor. Örneğin bu tanım, savaşlarda insanın neler hissettiğini; savaştan kaçanları, bunu beceremeyip aklını kaçıranları, gözlerini ya da işitme duyularını yahut ayaklarını kollarını, bedenlerinin yarısını kaybetmiş insanları, o dehşet varoluşu üzerine düşüncelerini anlatmıyor. Savaş boyunca ölü arkadaşlarının saat ve cüzdanlarını toplayan yağmacıları ya da ölü taklidi yaparak hayatta kalmaya çalışanları da bu tanımlamanın içinde göremeyiz.

Savaşın gerçekte ne olduğuna Clausetwitz gibi asker politikerlerin kavramsal tanımlamalarıyla değil de sanatın gerçekçi tanımlama ve gösterimleriyle ulaşıp ortaya koyabiliyoruz. Bu konuda kocaman bir dünya edebiyatı külliyatı var. Sinema ve tiyatro da hemen yanı başında bu birikime büyük bir destek oluşturuyor. Sanat, insanlara başka başka işlevler, kutsallıklar, inançlar yüklenerek yutturulan savaşın gerçek boyutlarını gösteriyor. Savaş karşıtlığı insanın var kalma adına ciddi bir mücadele alanı kuşkusuz. Savaşı nedensiz bir doğal olgu olarak ya da insan saldırganlığının son derece anlaşılır yapısal bir unsuru olarak ortaya koymak yanıltıcıdır ve savaştan çıkar sağlayanların onu meşru göstermesine hizmet eden tezlerdendir.

Karıncalar oyunu bu tezlerin üzerine üç yazarın gözlemleriyle ve oyuncuya büyük olanaklar sunan bir sahne düzlemi üzerinde gidiyor ve tuzla buz ediyor. Karıncalar oyununun farklı iki sahnelenişinde izlediğim iki oyuncu da kendilerine has bir karakter yaratarak oyunun özüne hizmet eden çok başarılı birer oyunculuk ortaya koyuyorlar.  Bursa Devlet Tiyatrosu Feraizcizade Oda Tiyatrosu’nda oynayan Kamil Korunan’da sekiz ayda şarjör takmayı öğrenemeyen kendi askerliğimin naif hallerini gördüm; İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda Mert Turak da ise askere ‘kınalı kuzu’ olmak için koşturan yoksul çocuklarımızın cahil bıçkınlığını. Ama ikisi de tıpkı cephede korkudan ve çabadan üniformalarını sırılsıklam eden askerlere benzer şekilde sahnede asker kostümlerini terleriyle sırılsıklam ettiler. Böyle bir performansla Gökhan Aktemur’un, iyi rejisör ve iyi oyuncular eline düşmüş olduğunu anladım. İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun rejisinde sahne tasarımı (Eylül Gürcan) konusunda kapsamı daha geniş bir çalışma yaptığı görülüyor. Bursa Devlet Tiyatrosu Feraizcizade Oda Tiyatrosu Sahnesi’nin dar ama etkileyici mekânına uygun olarak dekoru (Özge Akarsu) daha sade tasarlamış. Rejisör bu anlayışına rağmen oyuncusunu yüksek verimlilikte kullanmayı başarıyor. Ayrıca rejisör Halil Akarsu öndeki sert gerçekliği fona eklediği iki oyuncunun (Ali Bircan Teke ve Cansu Yılmaz) dans koreografisiyle savaşın içine çekilmiş halkların tiyatral bir ifadesi olarak arkada dengelemeye çalışması metne yaratıcı bir katkı oluşturuyor. Zaman zaman arkada flu ve kırmızı ışıklar altında beliren bu beden anlatımları askerin düşlemlerini yansıtan bir hava da oluşturarak güzel bir estetik yapı oluşturuyor. İstanbul Şehir Tiyatrosu rejisörü Ergun Üğlü’nün sürpriz finali görsel bir yetkinlikle geliyor. Bursa Devlet Tiyatrosu’nda Halil Akarsu seyirciye bırakarak bitiriyor.

Amacımın kendi içinde bütünlüklü anlatım kurabilen bu iki oyunun karşılaştırmasından çok, farklı yerlerden gittiklerinde bile bizi aynı duyguya ulaştırmalarının altını çizmek. İyi metin bunu sağlayabiliyor.

Ayağı mayında basılı kalma konusunu tarih olarak Karıncalar oyununun sahnelenmesinden daha sonra 2016 ABD yapımı bir filmde de ele alındığını (Mine-Çöldeki Asker) burada ayrıca anmak istiyorum. Başı ve sonu itibarıyla filmdeki bayağılığın içindeki teknik ve oyunculuk başarısına karşın nasıl ters mesajlara kapı araladığını görmek için mutlaka izlenmeli. Bu film ve Karıncalar kötü metin- iyi metin konusunda söylemeye çalıştıklarıma ayrıca iki somut örnek oluşturmuş oluyorlar.

Karıncalar metninin başarısı biçim becerisinin yanı sıra samimi, dürüst ve naif olmasından ve savaş karşısında hemen akla gelen klişeler yerine gerçeklerden, insandan ve onun duygularından hareket eden yapısından kaynaklanıyor.

Oyuncu ve rejisörlerin birbirinden bağımsız ve apayrı ancak aynı amaca yönelik getirdikleri yaratıcı yorumları beğeniyle izledim.  İşlerinin hakkını veren sanatçılar olmasından tiyatromuz adına ayrı bir memnuniyet duydum.  Çünkü savaş karşıtlığı için uyandırdığı farkındalıkla birlikte tiyatronun tıpkı yiyecek gibi temel bir ihtiyaç olduğunu da bize duyurdular. Tiyatronun yaşamımızdan çıkarılamayacağını, yoğun emek bir sahne yoluyla göstermenin namuslu bir sanatçı tavrı olduğunu, tiyatroyu savunmanın en doğru yolunun ayrıca bu olduğunu da bize göstermiş oldular.

KARINCALAR- BİR SAVAŞ VARDI (İstanbul Şehir Tiyatrosu)

Yazan: John Steinbeck, Boris Vian

Çeviren: Işıl Yüce, Ülkü Tamer

Yönetmen: Ergun Üğlü

Uyarlayan: Gökhan Aktemur

Dramaturg: Gökhan Aktemur

Müzik: Tolga Çebi

Sahne-Kostüm Tasarımı: Eylül Gürcan

Hareket düzeni: Yasemin Gezgin

Işık Tasarımı: Mahmut Özdemir

Efekt Tasarımı: Erhan Aşar

Yönetmen Yardımcıları: Nazif Uğur Tan, Gözde İpek Köse, Gökhan Aktemur

Oyuncular: Mert Turak

KARINCALAR        (Bursa Devlet Tiyatrosu)

Yazan: John Steinbeck, Boris Vian

Yöneten: Halil Akarsu

Oyuncu: Kamil Korunan

Yardımcı Oyuncular: Cansu Yılmaz,  Ali Bircan Teke

Dekor – Kostüm Tasarımı: Özge Akarsu

Işık Tasarımı: Ali Karaman

Besteci: Burçak Çöllü

Koreograf: Dicle Doğan

Dramaturgi: Tolga Güven

Yönetmen Yardımcısı: Kamil Korunan

Asistan: Ali Bircan Teke

Sahne Amiri: Sedat Parlakgün

Kondüvit: Kadir Sinan

Işık Kumanda: Mehmet Şah Güney

Suflöz: Atike Bolulu

Dekor Sorumlusu: Gökhan Satılmış

Aksesuar Sorumlusu: Aşkın Kürşat

Kadın Terzi: Gönül Akıllı

Erkek Terzi: Hüseyin Aygören

Perukacı: Ahmet İrikaya

 

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Hasip Akgül

1 Yorum

  1. adile dolay Tarih:

    “Sanat, insanlara başka başka işlevler, kutsallıklar, inançlar yüklenerek yutturulan savaşın gerçek boyutlarını gösteriyor.” (yazardan)
    Savaşın gerçek boyutlarını anlayabilmeyi sağladığı varsayımıyla sanatı bu derece yüceltmek ne kadar doğru olabilir!Savaş, savaştır… İnsanlar uzuvlarını kaybeder veya ölürler… Savaşın gerçek boyutunu hastanelerde uzuvlarını kaybedenlerin acılarında ve devlet bayraklarıyla kutsanmış mezarlıklarda görmek mümkündür. Sanat ise savaşta yaşanan acıları sadece “gösterebilir…”
    “Savaş karşıtlığı insanın var kalma adına ciddi bir mücadele alanı kuşkusuz” (yazardan)
    Savaş karşıtlığı anlık “var kalma” olabilir mi? Savaş karşıtlığı “insan onurunun” en yüce değeridir… İnsan haklarının doğuşunun ana kaynağı olan insan onurunun merkezi insanın kendisini gerçekleştirmesi için gerekli hakların doğuştan ve mutlak olmasıdır. Savaş insan haklarının hiçe sayıldığı bir dönem olması dolayısıyla; yazarı kast ettiği gibi insanın var kalması adına savaş karşıtlığı yapan varsa hiç yapmasın daha iyi… Onur mu sağ kalmamı daha değerlidir? diye düşünmek gerekli…
    Yazıyı alıntıladığım yukarıdaki cümleden sonra okumamaya karar verdiğim için başka bir şeyler yazmak istemiyorum…

Yanıtla