“Tiyatrodaki Tragedya Sokaktaki Kadar Gerçek Değil”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Ömer F. Kurhan

Bu yazının başlığındaki cümle, Abdullah Arı’nın Diyarbakır Büyükşehir Belediye Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni Rüknettin Gün’le yaptığı söyleşide geçiyor. Mimesis editörü, çarpıcı olduğunu düşündüğü için, söyleşinin başlığı olarak kullanmış. Başlık olarak kullanılınca, ister istemez bu cümleye odaklandım. Gerçekten de çarpıcı bir gerçeği dile getiriyor.

Ben söyleşide açılmayan “Tiyatrodaki tragedya sokaktaki kadar gerçek değil” tespitini 1) Tiyatronun toplumsal olayları kuşatmakta yetersiz kalması, 2) Özelde Kürt meselesi bağlamında yetersizliğin iyiden iyiye sırıtması olarak okuyorum.

Birincisi, tiyatronun çeşitli biçimlerde baskı altında tutulmasından ihtiyaç duyduğu entelektüel yatırımdan yoksun kalmasına pek çok değişkenin devreye girdiğini ima eder. İkincisi, esas olarak Türkiye’ye özgü bir sorundur ve şaşırtıcı bir şekilde Kürt tiyatrosunu da içine almıştır. Elbette bu ikinci tespit abartılı bulunabilir; fakat yirmi yılı aşan bir dönemi göz önüne alarak bu tespiti yaptığımı hatırlatmam gerekiyor. Kürt tiyatro bölgesine baktığımda beni en fazla tedirgin eden husus, tiyatro alanında mesleki olarak konumlanma çabasının öne çıkması ve buna eşlik eden canlı bir amatör tiyatro hareketinin doğmamış olması. Sanıyorum sokaktaki tragedya ile tiyatrodaki tragedya arasında bağın kurulmasında yaşanan güçlük bu durumla yakından ilintili.

Rüknettin Gün’ün sert bir tragedya / komedya ayrımı üzerinden halkın daha ziyade komedyaya meyletmesi, tragedyaya pek teveccüh göstermemesi gözleminden hareketle, ortada aşılması gereken bir sorun olduğu düşüncesine pek katılmıyorum. Tragedya adına komedya ile arasındaki sınır çizgilerinin giderek silikleşmesi ve ne tragedya ne komedya sınıfına sokulan “dram” denilen türün ortaya çıkması gibi gelişmeler oldu tiyatro tarihinde (Böylece dram terimi dar bir anlamda, bir türü nitelemek üzere kullanılır oldu).

Bu, bir boyutuyla sınıfsal bir meseledir; tragedya klasik tanımıyla soyluları ya da dönem elitlerinin başına gelen talihsiz olayları konu alır. Klasik tanımıyla sıradan insanların trajik olayların kahramanları olarak sahneye çıkarılmaları skandal kabul edilebilecek bir olgudur. Öte yandan, örneğin “insanlık trajedisi” dediğimiz bir düzleme geçildiğinde, ister istemez halkın ya da sıradan insanların da kahramanı olduğu trajik vakalardan söz etmek zorunda kalırsınız. Burjuvazinin halk adına sınıfsal olarak yükselişi, egemenler karşısında ezilenlerin ya da kaybedenlerin de trajik olayların kurbanları olarak sahnede görünmelerinin yolunu açmıştır.

Yalnız şöyle durumlar ortaya çıkabiliyor:

On yıl kadar önce, Kürt hareketi içinde etkin bir arkadaş şunları söylemişti: “Tek tek arkadaşlarım ya da yakın çevremden insanlar ölüyor ve çok üzülüyor, kahroluyordum önceleri. Sonra bir zaman geldi ve artık üzülmediğimi, üzülemediğimi fark ettim.” 1990’lı yıllarda yaşananların bir sonucundan söz ediyordu. Benzer bir durum değişik biçimlerde 1977-1980 arasında da yaşandı. Okullarda ders boykotları başlamıştı. Her bir solcu veya devrimci öldürüldüğünde, boykot yapılıyor ve derslere girilmiyordu. Sonrasında ölümler o kadar arttı ki, boykotu düzenleyen abilerimiz sadece toplu katliamlar olursa boykot yapmaya karar verdiler. Öbür türlü tamamen okulu bırakmak gerekiyordu.

Demem o ki, toplumu içine alan bir savaş kızıştığında, trajedi gösteri bir yana, ritüelin bile sahici bir parçası olmaktan çıkabilir. Sokaktaki trajedi adına başa çıkılamaz bir enflasyon yaşanır ve bir yerden sonra, direnci korumak adına, kontrol altına alınması gereken bir zayıflık olarak kendisini gösterir. Bu durumda, trajik olanla yüzleşme, daha ziyade sokaktaki trajediyle arasında mesafe olanlar için ihtiyaç haline gelir.

Buna karşılık komedya, trajik olayların dolup taştığı bir toplumda, o toplumda direnci arttıran ve ağlatıya gömülmemek adına işlev gören bir unsur olarak daha fazla talep edilebilir. Arabesk müziğin, vaat ettiği sanatsal olanaklara rağmen, ezilenler nezdinde bir alışkanlık yaratmasına itiraz edilmesi sebepsiz değildir.

Tiyatronun sorunu, bir tür olarak tragedyanın nasıl yeniden canlandırılacağından ziyade, trajik olanın nasıl değerlendireceği ile ilgilidir. Çeşitli biçimlerde sokaktaki trajediyi tiyatroya taşımaya kimler niyetlendi ve hali hazırda kimler niyetli? Çok sayıda olmasa da var gibiler. Peki, kim bunlar ve eserleri nasıl değerlendirilmeli? Ödüllü yarışma boyutuyla beni rahatsız eden Kürtçe oyun yazımının teşviki bu anlamda üretici bir sonuç doğurabilir mi? Meselenin bir de Türkçe tiyatro boyutu var elbette; yan yana ve iç içe durumlar yaşanıyor kaçınılmaz olarak.

Kürt tiyatrosu ve genelde Kürt meselesine kafa yoran tiyatro çevrelerinin ne yapıp ettiğini, gelişmeleri çok da bilemediğimiz bir ortamda (eleştiri ve enformasyon eksikliği), tiyatro adına tragedya ve tragedyanın sokakla ilişkisini sorunsallaştırmak çok kolay değil. Hissiyatım o ki, içerden oryantalizm ve ithal ikameci anlayışla hareket etme eğilimi oldukça güçlü seyrediyor. Türkçe tiyatro bölgesinde egemen eğilim, meseleye yabancılık örgütleme ya da en iyi ihtimalle sorunun etrafında top dolaştırma, sokaktaki trajediyi sürekli kılan resmi yaklaşımla yüzleşmekten kaçınma şeklinde cereyan ediyor. Böyle olunca da, sempati ve empati gösterileri çarpık ve riyakar biçimler ediniyor ister istemez.

Bunlar açık ya da kapalı biçimleriyle “yüksek” sanat siyasetinin olağan ilişkileri olarak kabul edilip, normal olan budur denilerek doğallaştırılabilir hiç kuşkusuz. Fakat tiyatro adına sorun yerli yerinde kalmaya devam eder.

 

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Ömer F. Kurhan

Yanıtla