“Ay Işığı Manastırı”ndan Çıktık Yola, Şimdi Gelelim AKM-Sa’ya…

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Üstün Akmen

“9. Ayvalık Kültür Sanat Günleri” sürmekte…

Bu akşam, klasik müzik eğitimi alan gençlere, başarısını uluslararası alanda kanıtlamış öğretmenlerle çalışma ve ufuklarını genişletme olanağı sunmak düşüncesiyle Prof. Filiz Ali’nin öncülüğünde kurulan Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi (Ayvalık International Music Academy-AIMA)’nin Ayvalık Cunda Adası’ndaki Alibey Kültür Merkezi’nde İdil Biret ve öğrencileri Piyano Masterclass Konseri var.

Dünyaca Ünlü Öğretmenlerle Çalışma Olanağı

Amacı, teknik-yorum üzerine bilgilerini pekiştirmek isteyen müzik öğrencilerini usta sanatçılarla buluşturmak olan AIMA, 1998 yılında kurulmuş. AIMA’nın zaman içinde sürekli zenginleşen etkinlik programı çerçevesinde, aralarında Almanya, Yunanistan, Japonya, Tayvan, Bulgaristan, Yeni Zelanda ve İsrail’in de bulunduğu farklı ülkelerden öğrenciler Ayvalıkta ağırlanıyor. Öğrenciler AIMA sayesinde, hem konser kariyerleri, hem de eğitimci yönleriyle kendi alanlarında tanınan dünyaca ünlü öğretmenlerle çalışma olanağı buluyor.

Yani Ertuğrul Özkök namlı özü ve kökü belli biraderimin deyişiyle (Hürriyet-29.08.2012), bu ülkede “göğsümüzü kabartacak, gururumuzu okşayacak, bizi ülkemize çok daha sıkı bağlayacak güzel şeyler de oluyor”. Bunun için “dilimizi çatallaştırmamamız”, “hançeremizi germememiz”, “ellerimizi birbirimizin gırtlağından çekmemiz” gerekiyor. Dolayısıyla fırsat bilip Özkök’ün suyoluna girersem, haftalardır “hırpaladığım(!)” Suzan Sabancı Dinçer Hanımefendiye teşekkür etmem gerekiyor.

Nasıl teşekkür etmem ki! Elbette ederim!

Gelgelelim, vallahi “bilvesile” öğrendim, 1948 yılında yasal yollardan yurt dışına çıkma olanağı bulamayınca kaçmaya karar veren, ancak para karşılığı anlaştığı (sonradan Milli Emniyet mensubu olduğu saptanılan) Ali Ertekin tarafından Jandarma karakolunda katledilen ünlü Şair-Yazar Sabahattin Ali’nin kerimesi Prof. Filiz Ali’nin AIMA’sını, günümüzde Forbes Dergisi’nin Mart 2012 sayısındaki habere göre 2011 sonu itibariyle bir milyar Amerika Birleşik Devletleri Doları servetiyle Türkiye’nin en zengin 26. kişisi olan Suzan Hanımefendi “Baba” sponsor olarak yaşatıyor.

‘Egemen Varsıllar’ Ülkesi

Akbank’ın Yönetim Kurulu Başkanı Suzan Hanımefendi’nin sponsorluğuna itirazım olabilir mi, elbette olamaz, ama AIMA’nın “Baba” Sponsoru Bayan Suzan’ın, halkın tasası çeşitli yasalarla serbest piyasa ekonomisiyle yönetildiği varsayılan bu garibanlar, koyunlar, kuzular ülkesinde; özel mülkiyet haklarının devlet tarafından rahatlıkla “ilga” edilebildiği; koooskoca evlerin, kocamaaan binaların, değerli kamu mallarının, hatta antik manastırların özel mülkiyetlere dahil ediliverdiği bu “egemen varsıllar” ülkesinde, Ayvalık Cunda Adası’ndaki “Ay Işığı Manastırı”nı dandik restorasyon projesiyle misafirhaneye çevirebilen/çeviriveren bir fani olduğu artık yedi düvelce biliniyor (Bkz: “Gözlemevi” yazıları 01.08.2012, 08.08.2012, 15.08.2012 ve 22.08.2012).

Para Kimdeyse Hükümdar Odur

Bu arada, (kuşlardan aldım haberi) Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi (AIMA), dün akşam bu manastırda Suzan Hanımefendi’nin “çok özel” ve tüzel konuklarına bir konser vermiş.

Eeee…

Suzan Hanım Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi’nin “Baba” Sponsoru değil mi?

O halde?

Para ondaysa doğal olarak mühür de ondadır. Dolayısıyla AIMA da “Ay Işığı Manastırı”nda konser düzenlemeye her daim hazır ve nazır olmalıdır.

Etik metik yok! Artık her şey “vaka-i adiye”den sayılmalıdır.

Duruşma Ekim Ayında

Bütün bunlar olur ve oluşurken, “Ay Işığı Manastırı” olayında adil sonuç için şimdilerde Ekim ayının ortasındaki duruşmayı sessiz-sakin beklemekse “Ayvalık Adaları Tabiat Parkını Koruma Platformu” üyesi bir avuç Türkiyelinin şanındandır. Hatta ben aklı evvellik edip: “Ay Işığı Manastırı gitti gider” dersem, umutsuzluğa düşmemek o Ayvalıklıların analarının ak sütü gibi haklarıdır.

Pekiii…

Şimdi deyiverin bana: “Ay Işığı Manastırı” gitti gider de, acaba Güler Sabancı Hanımefendi İstanbul Atatürk Kültür Merkezi (AKM)’ni ne eyler?

Gerçekleri Halktan Saklamak

Bana sorarsanız (kök aynı) Güler Sabancı da Suzan Sabancı’nın yolundan gider. İstanbullular ve mümtaz(!) medya “Atatürk Kültür Merkezi yıkılmaktan kurtuldu, Sabancı’nın inayetiyle restore edilecek” diye zilleri takıp çiki-çiki yaparken, Kültür Bakanlığı ile Sabancı arasındaki sözleşme metni allem edilir kallem edilir bir türlü açıklanmaz/açıklanamaz, ortaya konulmaz/konulamaz. Kültürümün Bakanlığı’nın Müsteşarı Özgür Özaslan’a, Müsteşar Yardımcısı Kemal Fahir Genç’e, Özel Kalem Müdürü Özcan Türkgücü’ne ve Sabancı Topluluğu’nun Genel Sekreteri Nedim Bozfakioğlu’na hâlâ ve hâlâ ulaşılamaz, dolayısıyla AKM’nin restorasyonuna dair olumlu ya da olumsuz hiçbir yanıt alınamaz.

AKM Artık AKM Olmayacak

Zannım o ki terzihaneleri, boyahanesi, marangozhanesi, demirhanesi; plastik, bezleme, çiçek, şapka atölyeleri; kostüm/dekor depoları şimdi olduğu gibi dışarıda bırakılacak olan AKM’nin AKM olması için bundan böyle kimse kılını kıpırdatmayacaktır. Böylesi lanetli bir ortamda halkımı derin mi derin uykusundan koskoca kamu malının AKM-SA olacağı gerçeği bile uyandıramayacak, şirazesinden çıkmış devlet anlayışında kimsenin sesi soluğu çıkmayacaktır.

Ve hiç kuşkunuz olmasın!

Tarih bundan böyle, dünyanın hiçbir ülkesinde halkın böylesine uluorta, bu kadar apaçık ve bu denli göz göre göre yolunmasına tanık olmayacaktır.


Soruna ‘Muhteşem Coğrafyada Kahve Yudumlayarak’ Bakmak

Geçtiğimiz pazar günü Hürriyet’in “Pazar Gazetesi”nde Enis Berberoğlu’nun üzerinde yapma çiçekli vazolar olan beyaz örtülü bir portatif masa önünde Şemdinli’ye karşı “kahve keyfi” yaparken çekilmiş fotoğrafını görüp yazısını da okuyunca, ciddi anlamda afalladım. “… Eğer Hürriyet Gazetesi’nin genel yayın müdürü…/Rahat rahat kahve içebiliyorsa…/Bakmayın siz elalemin feryatlarına…/Bu iş daha bitmedi demektir” herzesini ise ne yalan söyleyeyim pek algılayamadım. Devrisi gün, özü kökü belli gazetecigillerimizden Ertuğrul Özkök Bey: “Bravo Enis Berberoğlu çok güzel bir iş yaptın” diye halefini övünce hepten şaşırdım. Şiddet ve terörden tutun da, demokratikleşme ve hukukun üstünlüğü alanında yaşanılan sorunlara dek, fevkalade geniş bir yelpaze içinde toplum son derece kaygılıyken Berberoğlu’nun ve Özkök’ün tavırlarına takıldım, dolayısıyla Kürt sorununa kafayı bir kez daha takmak zorunda kaldım.

Güneydoğuda Otuz Küsur Yıldır ‘İç Savaş’ Yaşanmakta

Anlaşılabileceği gibi Kürt sorununu tartışmaya açmak, bu soruna demokratik çözüm önerileri üretmek “farz”, ama bu gerçeği anlayan (Berberoğlu örneğinden yola çıkarsam) yok denecek kadar az. Oysa şiddet ve terörün durması, Kürt sorununun ekseninde siyasal irade gösterilmesi, çözümün olmazsa olmaz önkoşulu sayılmalı, bütün bunların gerisine giden çözüm yolları da ne yapılıp ne edilip bugüne kadar bulunmalıydı. Hiçbir şey yapılmadı.

Yadsınamayan bir gerçek var ki Türkiye Kürtlüğü, Türkiye’ye hiçbir zaman sorun olmadı, bu topraklarda Türk diye tanımlananlarla Kürt diye tanımlananlar arasında hiçbir sorun yaşanmadı. PKK terörünün bir kırılmaya yol açtığı fotoğraf olarak göründüyse de, “derin Türklük” ile “derin Kürtlük” onca şamataya karşın hiç mi hiç kavga çıkarmadı. Türkiye’nin Güneydoğusunda otuz küsur yıldır “iç savaş” yaşanmakta, ama iki taraf birbiriyle hiç dalaşmadı.

Daha ne olsun?

Sorunlara kuyular kazıldı, toprağa ateş basıldı.

Gerilim, teröre kaynaklık etti etmesine de, bu gerilim Türklerle Kürtler arasında değil, siyasal alanlarda ortaya çıktı ve hedeflenmesine rağmen ahaliye bulaşmadı.

Çözüm Konuşup Tartışmakta

Çünkü Kürt sorunu iki anlam taşımakta… “Kürtler etrafında oluşan sorun” ve “Kürtlerin sorunları.” Birincisi, yüzünü bize “terör” olarak gösterirken, ikincisini “Kürtlerin sorunları” ile alabildiğine besledik. Besledik beslemesine de, sorunların önemli bir kısmının “Türklerin sorunları” olarak kendini gösterdiğinin ayırtına ne yazık ki varamadık. Çözümün konuşup tartışmakta olduğuna kafamızı bastıramadık ya da tartışmaya yanaşmadık. Kürt sorununa demokratik, kapsamlı, uzun-dönemli ve kalıcı çözüm için ve bu bağlamda somut çözüm önerileri geliştirmek için, sorunu sosyal adalet alanına yerleştirerek tartışmamız gerektiğini bir türlü anlayamadık.

Anayasal ve Yasal Ortamların Hazırlanması

Türkiye’de özgürlükçü, insan haklarına saygılı, ırkçılık karşıtı, çoğulcu, katılımcı, çok kültürlü, (gerçekten) laik, hukukun üstünlüğüne ve sosyal devlet ilkelerine bağlı çağdaş bir demokrasinin eksiksiz biçimde kurulup işletilmesini sağlayamadık. Özerk yerinden yönetim sistemini “bölünme” saydık, özerk bölgelerin kendi meclisleri tarafından yönetilmesine olanak tanıyan düzenlemeleri yapmadık. Kürtlerin varlığını, dil, kültür ve anadilde eğitim haklarını tanıyacak anayasal ve yasal ortamları kuramadık. Kürt sorununu paşalarla, kurmaylarla, silahlarla değil, siyaset ve hukukla çözmeliydik. Başaramadık. Önce sıkıntıları siyasal masaya yatırmalı, sonrasında hukuksal düzenlemelere başvurulmalıydık. Tüm kültürlerin olduğu gibi, Kürt kimliği, dili ve kültürünün, kamu yaşamının bütün alanlarına dâhil olmasının önündeki yasal engelleri kaldırmalı, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü eksiksiz sağlamalıydık. Derin yoksunluk ve yoksullukla gelen umutsuzluk kıskacının kırılması, bölgeler arası ekonomik ve sosyal eşitsizliklerin aşılmasına yönelik yeni bir hamle başlatmalıydık. Her şeyden önce sorundan yararlananları, sorunları çözmek yerine sorundan rant çıkartan yerli-yabancı haydutları ortadan kaldırmalıydık. Yapmadık, yapamadık.

‘Haklar, Özgürlükler ve Sorumluluklar’ Temelinde Yaklaşmak

Bütüncül çözüm, antidemokratik seçim barajının indirilmesiyle başlamalı, yerel kalkınma planıyla sürmeliydi. Milletvekili genel seçiminde bölgesel düzeyde oy oranı yüzde elli civarında oy alan parti/partiler antidemokratik yüzde on ülke barajı nedeniyle parlamento dışında kalmaktayken soruna kolay kolay çözüm bulunamayacağını kavrayamadık. Sivil topluma (bilinçli olarak) güç kazandıramadık. Sivil toplum düzeyinde kadınlardan gençlik katmanlarına kadar, geniş bir düzeyde yaşanan ciddi bir siyasal temsil ve siyasal katılım eksikliğini ortadan kaldıramadık. Avrupa Birliği (AB) nanesine uyum sürecinden yararlanamadık, AB’ye ayak uydurma koşullarından olan kültürel kimlik haklarıyla ilgili yapılacak demokratik reformları uygulamaya koymadık. Uygulama, hiç kuşkum yok ki devletin Kürt sorununu yaşayan insanlara “haklar, özgürlükler ve sorumluluklar” temelinde yaklaşmasını sağlayacaktı. Yapmadık. Çokkültürlü anayasal vatandaşlık kimliği ve konumunu bilinçli olarak yaratmadık, anayasal vatandaşlık kimliğini yasal güvence altına bilerek isteyerek almadık.

Kürt sorunu, karmaşık ve üçboyutlu sosyal adalet alanının içsel sorunuydu.

Hem kişisel, hem de bölgesel düzeylerde yaşanan gelir, refah, eğitim, sağlık, ulaşım, temel gereksinimlerine sahip olma eksikliğini, dağılım adaletsizliğini ortadan kaldıramadık.

Ya ne yaptık?

Aynen Enis Berberoğlu’nun yaptığı gibi, sorunların karşısında sofra kurup kahvelerimizi yudumladık.

Evrensel

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Üstün Akmen

Yanıtla