Sıradan Karşılaşmalar

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Günsu Özkarar

Sezonda seyirci karşısına Tiyatro Watt’ın oyunu olarak çıkacak Sıradan Karşılaşmalar‘ı yazarı ve yönetmeni Yusuf Onur Aydın’dan dinledik. İyi okumalar!

Sizi biraz tanıyabilir miyiz?

Yusuf Onur Aydın: Uzun yıllardır tiyatronun içerisinde çeşitli görevlerde bulundum, okul yıllarında başlayan bu serüven hala devam ediyor. Yıldız Teknik Üniversitesi mezunuyum. Daha sonra akademik olarak da tiyatro içerisinde olmak istediğime karar vererek, Haliç Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nde yüksek lisans eğitimimi tamamladım, şu anda da doktora/sanatta yeterlik araştırmalarım devam ediyor. Yüksek lisans tezimden başlayan bir süreç ile tiyatroda dijitalleşme, çağın getirdiklerinin sahne üstüne taşınması, seyirci olgusunun dijital sanatta yeri üzerine araştırmalar yapıyorum. Bu bağlamda deneysel ve dijital sahne tasarımları üzerine çalışıyorum. 2021 yılında kurucusu olduğum Tiyatro Watt’da bu misyonu sahiplenmiş bir ekip bilinciyle yola çıkmıştır. Oyunculuk, metin/senaryo yazımı, yönetmenlik ve yapımcılık faaliyetleri yapıyorum. Oyun, film ve dizi projelerinde çalışıyorum.

Hem yazan hem yöneten olmak nasıl bir çalışma gerektiriyor?

Bunu ilk defa deneyimliyorum. Hem kolay hem de zor yanları olduğunu söylemem gerekir. Kolay kısmı metne çok hakimsiniz ve yazarken kafanızda rejiye dair notlar birikmiş ve demlenmiş oluyor. Ben provaya geldiğimde kafamda kabaca rejiye dair temel notlar vardı. Ayrıca oyunculara metnin açık ve kapalı yanlarını kolaylıkla aktarabiliyorsunuz, bu prova sürecinde oyuncunun metni kavrama süresini kısaltmış oluyor.

Zor kısmı ise metin sizin bir parçanız oluyor ve kolay kolay kısaltmalar ya da belli bölümlerden eksiltmeler yapamıyorsunuz. Bunları oyunculara iyi anlatmanız ve onları ikna etmeniz gerekiyor. Bu zor kısmın da hoşuma gittiğini söyleyebilirim çünkü ikna etmek üzerine ekip çalışmasının, tartışmanın işin kalitesini artırdığını düşünüyorum.

Oyuncuları nasıl seçtiniz?

İkisini de daha önceden izlemiştim fakat iletişimimiz yoktu. Bu proje özelinde güzel bir karşılaşma oldu diyebilirim. İkisi de teksti gönderdiğim gibi okudu ve hemen kabul etti, ikisi de hikayenin ve karakterlerin kendilerine yakın olduğunu, bunu hem kendileri için bir rekabet unsuru olarak gördüklerini hem de heyecanlandıklarını söylediler. Ben de ilk okuma provasından sonra ne kadar doğru seçimler olduğunu anladım. Oyuncuların projeye bu denli istekli olması beraberinde sahiplenme, aidiyet ve özveri getirdi. Bu provaların akışına da riayet eden bir ruh oldu.

Nasıl bir yönetmen olduğunuzu merak ediyoruz… Oyuncularınıza nasıl bir alan tanıdınız?

Yazan ve yöneten olarak giriştiğim bu projede tabii ki aklımda rejiye, tasarıma ve oyunculuk biçimlerine dair fikirlerim vardı. Bunların büyük bir kısmını oyuncularla paylaştım fakat benim aklımda yaşan oyun karakterleri “Ayfer” ve “Sinan” a dair sadece metnin verdiği bilgileri paylaştım. Ben oyunculara provalarda karakterlere yaklaşımları kendilerinin bulması için zaman verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Provanın bu süreci oyuncunun da yaratıcı olarak dahil olduğu evre bence. Yani oyuncunun hem yaratıcı hem uygulayıcı olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki ben birlikte bir şey yaratmaktan keyif alan biriyim. Yönetmen olarak da yaklaşımım bu şekilde oldu, oyunculara sık sık bizim birlikte bir şey ortaya çıkaracağımızı hatırlattım. Sonuç olarak baktığımızda benim onlardan, onların da benden beslendikleri çok şey oldu diye düşünüyorum.

“Yalnızlıkla insan kendisiyle bir başınadır, oysa tek başınalıkta kendisiyle birliktedir.” Yalnızlığı anlatan edebi eserlerden ilham almışlığınız kesin vardır.

Evet. Bir projeye başlamadan evvel oyun metnini destekleyen edebi eserleri kaynak olarak kullanıyorum. Bunları bütün ekip okuyoruz, oyuncuların da okuma provaları sürecinde bu kaynakları okumasını öneriyorum. Bu proje özelinde yalnızlık, zaman, geç kalmak, kaçırılanlar, sonlar gibi temalar üzerinde çeşitli okumalar yaptık.

Helene L’heuillet ‘in “Gecikmeye Övgü”, Lars Svendsen’in “Yalnızlığın Felsefesi” ana kaynaklarımızdandı.

Tanıtım metninizde oyunu “Epik/diyalektik tiyatro formuna çok yakın bir yere konumlandık” diyorsunuz. Neden bu formu seçtiniz ve nasıl bir konumlandırma oldu?

Sahne üzerinde oyunun hikayesi içinde oluşturulan bir hikaye var, giriftli bir yapısı var diyebilirim ve bunu sinematik yöntemleri/araçları tiyatral unsurlarla bir araya getirdiğim bir reji yaklaşımıyla anlatmak, görünür kılmak istiyordum. Bu bağlamda oyunu ve oyun içinde oluşturulan hikayeyi net sınırlarla ayırmak istedim, bu sınırları hissettirmek için yabancılaştırma unsurlarını rejiye dahil ettim. Oyunda seyircinin bir rolü var, sessiz fakat etkili. Bu noktada seyirciyle kurulan etkileşimde, seyirciye bir şey dayatmaktan ziyade, seyirciyi gerçekleşen olayları, karakterlerin jestlerini düşünmeye ve yargılamaya götüren bir anlayış var. Sahne ve seyirci arasında kurulan bu diyalektik ilişki rejinin temel unsurlarından biri diyebilirim. Seyirciyi yanılsamaya götürmek yerine sorgulamaya götürmek isteyen bir düşünce içinde olduk.

Sahneniz ve kuruluş fikrinin hikayesini öğrenmek isteriz. Tabi ismini de…

Ekibin kuruluşu 2021 yılına pandemic dönemine denk geliyor aslında. Yüksek lisans tezimde bir deneysel/dijital proje yaptım. Sanal gerçeklik kullanarak hibrit bir performans yaptık. Sahne sanatlarındaki dijitalleşme, deneysel işler üzerine yoğun araştırmalarla geçirdiğim pandemi döneminde bu ekibin kurulma fikirleri canlanmıştı. Konvansiyonel yapıya karşı biri değilim, aksine konvansiyonel yapıyı günümüzün imkanlarıyla bir araya getirmek ve daha fazla genç kitlelere ulaşmak amacındayım. Tiyatronun yeni jenerasyonlar tarafından fazla ilgiyle takip edilmediğine inanıyorum, bence onların ilgisini buraya çekmenin yollarını araştırmalıyız. İsmine gelecek olursak, “Watt” fizikte gücün birimidir. Bunun ekip gücünü yansıtacağını düşündüm, ben birlikte bir şey üretmekten keyif alan birisiyim, bu vesileyle bu çatının yeni yazarlara, yönetmenlere, oyunculara vs. açık olduğunu da belirtmek isterim. Ayrıca Beckett’ın “Watt” isimli roman kahramanının da etkisinin olduğunu söylemeliyim. (Gülüyor.)

Bağımsız tiyatroların ülkemizde kan kaybettiği bir gerçek. Bu koşullar altında motivasyonunuzu nereden alıyorsunuz?

Kesinlikle öyle. Sahnesi olan veya olmayan tüm ekipler zor koşullarda üretim yapmaya ve hatta hayatta kalmaya çalışıyorlar. Fakat üretmek, ürettiğini paylaşmak, beni kamçılıyor motivasyonum buradan geliyor. Koşullar ne kadar zor olursa olsun, birlikte bir şey üretmek ve bunu insanlara sunmak için her şeyi göze alabiliyorum sanırım. Bu bir risk kabul ediyorum ama bu riskler, baskılar, zor şartlar insanı daha çok üretmek için kamçılıyor sanırım. Atölyede provada hepimiz bir amaç için bir araya geldiğimiz an, kapının dışındaki tüm riskler, koşullar o anda yok oluyor. Bu anlar motivasyonumu artırıyor. Hatta sezon ortasında bir projemizin daha repertuvara katılmasını hedefliyoruz, çalışmalara başladık, şu an ekibi oluşturma aşamasındayız.

Kurduğunuz bu tiyatroyla misyonunuz nedir?

Söylediğim gibi, ekibin misyonu konvansiyonel anlayışla günün getirdiklerini bir araya getirmek. Bunlar dijital araçlar, farklı disiplinlerin araçları olabilir. Farklı medyumların bir araya gelmesi olabilir. Genel olarak deneysel projeler üretmek olduğu söylenebilir. Tabii ekonomik koşullar ve bütçeler gözetilerek. Ayrıca ben tiyatronun uluslararası alana açılmasını hedefliyorum, olabildiğinde yurt dışı festivallerine katılmak, yabancı ekiplerle ortak projeler gerçekleştirmek niyetindeyim. Çok dilli bir yapıda olmamız gerektiğini düşünüyorum.

Önümüzdeki oyun tarihleri ve turne programı nasıl?

15 Ekim Cumartesi 20:30’da Kadıköy Boa Sahne’de prömiyerimizi gerçekleştireceğiz. Sonrasında 18 Ekim 20:30’da Hann Sahne ve 28 Ekim 20:30’da Par Sahne’de olacağız. Kasım programımızda kesinleşen oyun tarihlerimiz 4 Kasım Kadıköy Boa Sahne ve 17 Kasım Par Sahne. Olabildiğince farklı şehirleri gezmek istiyoruz, birkaç festival ve organizasyondan dönüş bekliyoruz, önümüzdeki günlerde İstanbul dışında da oyunlarımız olacak.

Oyuna dahil olma süreciniz nasıl gelişti? Rolünüze nasıl hazırlandınız?

Elif Arman: Bizimki sıradan, basit bir tanışma hikayesi… Projeye dahil oluşumu bu şekilde ifade etmiş olmamın oyunun adının “sıradan karşılaşmalar” olması ile hiç alakası yok, samimiyim.  Onur, teksti ve sahneleme biçimine dair fikirlerini benimle paylaştığında “Ayfer”i oynamak istedim. Çünkü bu karakter bizim evde gibiydi ve oyunun dili günümüz normallerine aitti. Tam şuanı besleyen, bu zamana ait bir akışın içinde oyuncu olarak kendi yolculuğuma dair  kazanımlar sağlayabileceğime inandım. Öyle de oldu. Elif olarak Ayfer’e yaklaştım. Sonra da Ayfer’den Elif’i çıkardım. Gerisi, sezon boyu seyirciyle buluşarak olgunlaşacak olan oyunumuzda gizli.

Onur Gürçay: Metni ilk okuduğumda kendimle ilgili çok yakın bir yerde olduğunu hissettim, çok yakın zamanda benzer bir şey yaşamıştım. Metni okuyunca bunu görmek ve hatırlamak çok etkileyici ve heyecanlı oldu. Sinan’a giden yol benim için zor oldu, çünkü karakter bana yakın bir yerde duruyordu, karakterde miyim yoksa kendi enerjimde miyim kararsız kalıyordum ama bu yolculuk aynı zamanda çok keyifliydi. Prova süreci rahat geçti, uzun süreyi parçalı şekilde geçirdik. Seyirciyle buluşmak ve hikayemizi anlatmak için heyecanlanıyoruz.

Teşekkür ederiz.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Günsu Özkarar

Yanıtla