[Güvenç Dağüstün’ün BirGün‘de yayımlanan yazısının bir kısmını okurlarımızla paylaşıyoruz.]
Afife Tiyatro Ödülleri gecesine damga vuran haklı protestonun ardından bir yazı yazmıştım. Yazım şöyle bitiyordu: “Bir yazı ile bu konuyu kapatmayacağım bilinsin. Cevap gelmedikçe soru sormaya devam edeceğim.”
Sorduğum sorulara hiçbir yanıt alamadım.
Ama sustular. Sükûn etmek, cevap verememenin en kolay biçimi haline geldi bu ülkede. Bu, çok uzundur böyle.
Hatırlayalım… Konuşmasını yaparken protesto edilen kişi “En İyi Kadın Oyuncu” ödülü alan Sükun Işıtan idi. Protesto ise ödül konuşmasında söz, Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Tamer Karadağlı’ya minnettarlığını ve teşekkürlerini dile getirdiğinde başlamıştı.
Sükun Işıtan; oyuncu kimliğinin yanı sıra DT Genel Müdür Yardımcılığı ve Başrejisörlük görevlerini de sürdürmekte. Bunun da altını çizelim.
Sükun Işıtan’a basın desteği ise üç isimden geldi.
Ahmet Hakan, Hürriyet’teki köşesinde “Tamer Karadağlı gözüme sempatik gelmeye başladı” diye yazdı.
Cem Küçük ise Türkiye Gazetesi’nden “Tamer Karadağlı ne yapsa muhalif sanatçılar tarafından sevilmeyecek. Sevilmemesi daha iyi bir şey. Demek ki doğru işler yapıyor…” diye destek veriyordu sözde mağdur Sükun Hanım’a.
Bu iki isim de benim ciddiye aldığım isimler değil. Ettikleri de şaşırılacak kelamlar değil.
Üçüncü yazıyı ise Ayşe Emel Mesci, Cumhuriyet’teki köşesinde yayımladı. Mesci, Afife Ödülleri’ne yedi dalda aday gösterilen ve altı ödül alan Medea Material’in yönetmeni.
Yazısı ise, gazetedeki köşesinde kendi oyununun PR çalışmasını uzun uzun, defalarca yaptığı yazılardan sadece biri.
Mesci, bu son yazısıyla birlikte adını Ahmet Hakan ve Cem Küçük’ün yanına da altın harflerle yazdırmış oluyor. Gerçekten korkunç bir yazı!
Mesci, devrimci tiyatro geleneğinden gelen çok değerli bir tiyatro insanıdır diye düşünürdüm hep.
Yazısında “lobileşmelerden” bahsederken aslında kendisinin nasıl bir lobinin ekmeğine yağ sürdüğünün farkında değil mi acaba!
Son yazısından aynen aktarıyorum:
“Genel toplumsal çürüme, kalitesizleşme ve linç kültürü bunların dışında durması beklenebilecek sanat camiasını da giderek etkisi altına alıyor, sanatçı duruşunu gölgeliyor…”
Bu cümledeki en ilginç kelime “linç”. Çünkü artık her eleştirinin üstüne örtülen steril bir battaniye haline geldi. Ne kolay oldu işinize gelmeyene cevap veremeyip “linç edildik” demek. Ne kadar konforlu!
Bir sanatçının, kamusal bir törende yaptığı konuşma protesto edilince, bunu “linç” diye tanımlamak, sanatçının hesap verme sorumluluğunu ortadan kaldırır.
Oysa orada kimse kimseyi linç etmedi; seyirci, sahnedeki güce karşı aydın refleksiyle tepki gösterdi.
Linç, güçsüze yapılır; o gece sahnedeki kişi ise devletin gücüyle oradaydı.
Bu ülkede her eleştiriyi linç, her tepkiyi düşmanlık sayan bir zihniyet var; sanat alanına da sirayet etti.
Protestonun sebebinin, Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nın eğitim yılına öğretmensiz başlamasına neden olan genel müdürünüze sahneden teşekkürler edilirken başladığını görmediniz mi?
Yani tepki, kişisel değildi; liyakatsizliğin, baskının ve suskunluğun sembolüne yönelmişti. Tepki kişisel değildi; sistematik bir adaletsizliğe karşıydı!
Devamı için tıklayınız.
