Tiyatroda Eleştiri:Melih Anık – Üstün Akmen Tartışması Vesilesiyle

Pinterest LinkedIn Tumblr +

 [Tiyatroda eleştiri üzerine Melih Anık–Üstün Akmen arasında yürüyen tartışmaya dair,  Ömer Faruk Kurhan’nın fkurhan.blogspot.com adresindeki yazısını paylaşıyoruz.]

Tiyatro eserlerinin nasıl eleştirileceği, eleştirilmesi gerektiği kendi içinde epey çeşitlenen, tartışmalı bir konu. Bununla birlikte, neredeyse herkesin üzerinde ortaklaşabileceği noktalar da var elbette.

Nedir bunlar? Örneğin, bir oyun belli bir metne dayanarak sahneleniyorsa, eleştirmenin o metne ulaşması, okuması ve oyunu ona göre değerlendirmesinin daha doğru olduğu düşünülür. Eleştirmen bunu yapmaz ya da yapamaz ise, metin-sahneleme ilişkisi adına söyleyebileceği bir söz de olamaz doğal olarak. Benim okuduğum eleştirmenler arasında, örneğin Melih Anık, seyrettiği oyunla birlikte oynanan metni düzenli olarak gündemine almaya çalışır. Bu aynı zamanda gösterinin yanı sıra oyun yazımına ve yazarlarına özel bir ilgi örgütlediği anlamına gelir.

Eleştiri konusunda ortaklaşılabilecek bir başka nokta, örneğin eleştiri / tanıtım ayrımında yatar. Tanıtım amaçlı ya da esas olarak tanıtımın güdülediği “eleştiriler” entelektüel etik bakımından güvenilmezdir. “Hamili yakınımdır” ilişkileri, kolaylıkla eleştiriyi pazarlama fonksiyonuna kavuşturabilir. Öte yandan, eleştiri seyirci adına bir kamuoyu oluşturma iddiası içerdiği için, her eleştiri yazısının tanıtım işlevine sahip olduğu da reddedilemez. Bu noktada karar verilmesi gereken, eleştirinin tanıtım ya da karşı tanıtıma kurban edilip edilmediğidir.

Melih Anık “Kafka’nın Maymunu ve Çok Üzgünüm Üstün Akmen…” yazısında, Üstün Akmen’in aynı metinden hareket eden, ama iki ayrı zaman diliminde, iki ayrı gösteriyi değerlendirirken, aynı satırlara yer vermesinden duyduğu üzüntüyü dile getiriyor. Buna karşılık Üstün Akmen yanıtını, “Mal Bulmuş Mağribi – Olmak ya da Olmamak” yazısıyla vermiş. Melih Anık’ın üzüntüsünün, bir yazarın kendi kendisinden intihal etmek (amiyane bir tabirle çalmak) gibi absürd bir suçlamayı içerdiğini belirtiyor. Tartışmanın başka bazı motifleri daha var, ama esas olarak özetlediğim bu çerçeve etrafında dönüyor.

Kısaca bu tartışma üzerine ne düşündüğümü anlatmaya çalışayım…

Melih Anık tabii ki bir intihal suçlaması yapmıyor. Anladığım kadarıyla ve özetle şunu söylüyor: Eleştirmenin bir gösteri karşısında yaşadığı deneyim biriciktir ve eleştirinin de ona göre şekillenmesi gerekir.

Buna karşılık Üstün Akmen diyebilir ki, eleştiri genellemeler içerir ve ben bu vakada bazı genellemelerin iki ayrı gösteriye de uygulanabileceğini düşünüyorum. Bir düşünceyi ifade ederken sözel olarak aynen tekrar etmek ya da bir takım küçük değişikliklerle tekrar etmek pek bir şeyi değiştirmez.

Soyut bir şekilde yürütüldüğünde, bu içinden çıkılmaz bir tartışmadır. Bir adım daha atarak Melih Anık’ın eleştirel söylemin gelişigüzel ve basmakalıp biçimler almasına dönük bir kaygıyı dile getirdiğini belirtmek gerekiyor.

Bu noktada, tanıtım / karşı tanıtım ya da propaganda / karşı propaganda kaygısının eleştiriyi boğması ve yerine geçmesi gibi entelektüel etiğe aykırı bir yaklaşımın iş başında olup olmadığını tespit etmek önemlidir. Çünkü eleştiriden beklenen, aynı zamanda kültürel politik yargılara mesafeli bilimsel bir bakış açısının da devrede olmasıdır.

Dramaturjinin (dram bilgisinin) sahneleme ve oyun eleştirisi arasında bir kesişim bölgesi inşa etmesi bu nedenledir. Fakat nihayetinde eleştiri dramaturjinin sınırlarını aşar ve kültürel politik yargıları içerecek şekilde, seyirci kamuoyuna dönük bir söylem kurar. Dolayısıyla eleştiri aynı zamanda bir propaganda (hatta duruma göre ajitasyon)  sanatının icrasını içerir.

Eleştirmen kültürel politik olarak yakın ya da uzak olduğu bir gösteri karşısında dramaturjik bakış açısını önemsizleştiriyor mu?

Bunu yapıyorsa, tanıtım / karşı tanıtım çerçevesine sıkışmış ve eleştirmenden beklenen asli bir işlevi yerine getiremiyor demektir. Böylece Melih Anık’ın dikkat çektiği ve kaygı verici bulduğu basmakalıp, mekanik bir kurguyla kendisini yineleyen bir “eleştiri” anlayışı ile karşı karşıya kalınır.

Bu kaygının haklılığını ya da haksızlığını test etmek adına tek başına Üstün Akmen’in bir gazete yazısının seçilmesinin bana pek doğru gelmediğini belirtmeliyim. Eleştiri literatürü adına gazeteler pek tekin yerler değildir; kısa bir yazıda tanıtım çerçevesini aşmanın ve dramaturjik öğeleri eleştiriye yedirmenin kolay bir iş olduğu söylenemez. Doğrusu, eleştirmenin gazete yazarlığı ile sınırlı olmayan daha geniş bir yayın yelpazesinde hareket etmesidir.

Mesela Üstün Akmen’in bir de, bazılarını Tiyatro… Tiyatro… dergisinde okuduğum “Özdemir Abi’ye Mektuplar”ı vardır. “Mektuplar”, eleştirmenin kendisini otorite olarak merkezden kaydırdığı, hicvin derdini döküp derman arama kılığına girdiği mizahi anlatılardır. Otoritenin atfedildiği hayali Özdemir Abi’ye şikâyetler, aslında okura (akla ve sağduyuya) çağrıdır. Daha fazla uzatmadan ve yeri gelmişken, “Mektuplar”ın kitaplaştırılıp yaygın bir şekilde tiyatrocular tarafından okunmasında büyük faydalar olduğunu da belirtmek isterim.

Meta-eleştiri (eleştirinin eleştirisi) adına daha doğru bir yaklaşım, belki pencereyi genişletmek ve örneğin aynı zaman diliminde yazılmış birden fazla yazıyı değerlendirmek ve eğilimleri sınıflandırmak olabilir. Gerçi dönemsel olarak bu türden atölye çalışması konusu haline de getirilebilecek önerilerin biraz lüks kaçtığı söylenebilir. Fakat “muhafazakâr” baskının diş göstermenin ötesine geçip diş geçirmelere başlaması sonucunda tiyatro alanında meydana gelen sarsıntı, Melih Anık’ın dile getirdiği haklı kaygıyı içeren bir hareketlenme için de güçlü bir zemin sunmaktadır.

fkurhan.blogspot.com

Paylaş.

Yanıtla